Hande Çiğdemoğlu

Tırnaklarım ipeği çizdi beyaz
Parmaklarımın arasından akıyordu
Dansı sürüyordu büyücülerin titrek
Ne yana kanatlansam, o yana uçuyordu Şalamar

“Çok iyi bir doktor, güzel bir klinik. Evinde gibi olacaksın, çok rahat edeceksin.” dedi. İtiraz edeceğimi düşünmüş olmalı, sesi incecikti, elinde sevdiğim beyaz çikolatalı ekler pastalar. “Böyle yaşamana dayanamıyorum anne, artık uyumanı istiyorum.” Yumuşacık alakası hoşuma gitmişti, hemen onaylamamış, sesimi çıkarmamıştım. Oysa artık ben de uyumak istiyordum, şöyle huzurlu, tertemiz, sonsuz bir uyku. Bu yorucu yolculuktan ne kadar sıkıldığımı biliyordu. Gidiş biletini ayarladığımı hissetmiş miydi ki, böyle bir teklifle gelmişti? Bunu bilemezdim, onu üzemezdim. Zaten o bilet, bunca yıldır onun için rafta durmuyor muydu? “Tamam” dedim. “Orada ev işi falan da yoktur, işime gelir.” Birlikte kahkaha attık. Güldüğünde yanağında bir tek benim görebildiğim o gamzeyi aradım. Çocukken daha belirgindi, artık kumral sakallarının arasından bulmak zor olsa da elimle koymuş gibi seçtim. “İş, miş yok anne. Sadece kitap, defter, kalem, müzik. İstemeye istemeye söylüyorum sigara da serbest, sen yine de çok abartmazsın değil mi?” Abartma konusunda emin değildim zira emin olamama konusunu da abartmış olabilirdim. “Birkaç saate hazır olurum.” dedim. Bunu beklemiyordu, telaşlı bir “tamam” çıktı ağzından.

Çabucak yıkandım, kapının arkasında asılı kot pantolonumu, nispeten az tülüşlenmiş siyah kazağımı ve beyaz havlu çoraplarımı giydim. Hazırlanma işini ciddiye alırsam bu kapıdan aylar sonra çıkacağımı biliyordum. Bu yüzden valiz yerine büyükçe bir poşete iki takım çamaşır, pijama, kokulu kolonya ile birlikte kadim dostlarım Virginia, Tezer, Ernest ve Oğuz’u attım. Sayılı boş sayfası kalmış defterimin arasına birkaç saman kâğıdı, iki de kurşun kalem koydum. Elim yatağın üstündeki mp3 çalara gitti, almadım. Oğluma güvenirim. Hiç kimseye varmayan, hiçbir şeyin üzerine yerleşmeyen bu duygu, bir tek onun bana sevgisi mevzu bahis olduğunda yeşerir. Telefonuma müzik uygulaması yükleyeceğini söylemişti, bir de kulaklık almış iyisinden. Böyle daha kolaymış. İstediğim her şarkıyı dinleyebilecekmişim. Eski yeni fark etmezmiş. Zor olan, ne zaman ne dinlemek istediğine, ne zaman ne hissedeceğine karar vermek değil mi zaten? Bir şeyi seçme özgürlüğü güzel ama tesadüfi duyguların yaşattığı gibi büyülü değil. Artık radyolarda, duyduğunda dört yapraklı yonca sevinci yaşatan şarkılar çıkmıyor. Belki, umarım, birileri için vardır. O birileri, unuttuğu ilk aşkının kokusunu anımsasın, kabuk tutan yarasını kanırtsın, zihnini berraklaştırsın ya da karanlığında daha da kaybolsun diye yapılmıyor mu şarkılar? Neyse artık söylenmiyorum, tartışmıyorum, öyle karar verdim. Bak çabucak kabul ettim kendi sarmaşıklı mahpushanemden çıkıp bir komodin bir yataklık dünyaya girmeyi. Ne de olsa gözlerimi kapadığımda her yer, taze kapanmış bir mezar.

“yeraltından fısıltılar geliyor, fısıltılar bize ninni söylüyor…”

Salona döndüğümde bundan tam otuz üç sene evvel kucağıma verdikleri bebek, koca koltuğa ancak sığmış, telefonumla ilgileniyordu. Kapıda durup, ödevlerini yaparken de ısırdığı dudaklarına baktım, bir kız gibi pembe olduğu için söylendiği dudaklarına. Tüm dünya gibi onların da kendisi için tahsis edildiğini düşündüğü memelerimden süt gelmediği için büzdüğü dudaklarına. Anne olmayı hiç istememiştim. “Kendim bu dünyaya neden geldiğimi anlayamamışken bir başkasına sebep olmak zalimce. Üstelik ömür boyu bir insanın sorumluluğunu alacak kadar aptal ve güçlü değilim. ” demiştim lisede saçları kısacık bir kızken. “Zaten hiç âşık olmayacağım, hiç evlenmeyeceğim.” Ah gençliğin o ahkâmlarla sarmalanmış üşümez bağrı. Sonra? Sonrası buzdan bir ateş…

“Anne telefonun hazır. Birkaç liste yaptım. Türk sanat müziği, Handel, klarnet sololar ve tabii ki İlhan İrem.”

İlhan İrem deyince duraksadı. Gözlerini gözlerime kısacık kilitleyip, fısıldar gibi ekledi. “Sen yine de çok kaptırma kendini olmaz mı?”

Müziği bir ayin gibi dinlediğimi, çağlayan bir nehirken derbeder olup, nefes alamazken cıvıltılı bir kuşa döndüğümü bilirdi. Çocukken şarkının en güzel yerinde araya girdiği için az azar yememişti. Önceleri içlenir, küserdi. Sonradan anladı her müzik parçası bir tırmanış ve hepsinin vardığında nefesini tuttuğun bir zirvesi var. Zaman o an duracak, dünya dönmeyi bir anlığına bırakacak. İlhan İrem ise benim için hayatımın her dönemecinin altına ezgisini, sözünü, ruhunu üflemiş bir kâhindi. Karanlığımı, ışık ve sevgiyle sarmalayan, bazen bununla beni daha da derinlere gömen biri. Bir hayal kahramanı, bir masal anlatıcısı… Onun iyiyken delirten, deliyken iyileştiren şarkılarıyla özüme dönerdim. Özüm ise pek aydınlık sayılmazdı.

Dışı akşam içi gündüz
Yüzü bahar içinde güz
Gölgelerde gizli giz
Gölgelerde gizliyiz

Bir çocuk için bu anlaşılmaz belki de korkutucu bir şey olmalı. Bunun için üzgünüm. Pazar pikniğinde mangalda köfteleri döndüren babasını iştahla izleyen bir çocuk, piknik masasındaki tabağa neşeyle salatalık doğrayan annesinin radyoda çalan şarkıyla aniden ölümcül bir suskunluğa gömülmesini anlayamaz. Akşam ödevlerini birlikte neşeyle yapıp, onu öpe koklaya uyutan bir kadının gece odasından gelen, bilmediği o şarkılara karışmış hıçkırık seslerini kabullenemez. O şarkıların sahibine düşmanlık besler ama sonra bir bakar aynı adam şarkılarıyla anne babasını dans ettiriyor. Üstelik annesinin yanakları pembe, gözleri çakmak çakmak. Mutlu, çok mutlu.

Günlerce ağzından üç beş kelime zor çıkan, ruhunun çaresizliğini gözlerine halka yapan kadın da, okuldan dönerken arabayı kenara çekip çimenlerde bağır çağır koşan da aynı kadın. Oysa bir çocuk annesini tanımlayabilmeli. Üzgün, neşeli, küskün, coşkulu, sessiz. En azından çocukken, annem neşeli ya da annem öfkeli biridir diyebilmeli. Ama benim çocuğum bunları yapamadı. Çünkü annesi yanardönerli bir rüzgârgülü gibi her devinimde başka renge giriyordu. Büyüdükçe kabullenmek yerine daha da meraklandı çocuk. Sordu, soruşturdu, aradı. Geçmişten gelen bir sır, bir çocukluk travması, genetik bir hastalık. Ama bulamadı. Annesi herkes kadar acı çekmiş, herkes kadar hayal kırıklığına uğramış, herkes kadar mutlanmıştı. O halde neden böyleydi? Diğerleri kadar normal bir yaşama sahipken neden diğerleri gibi normal değildi?

Evet, bazen göveren bir yonca, bazen dikenlenen bir ağaç, bazen bulanmış kirli bir dereydim ben. Annesiydim. Bu hayatta en çok sevdiği, en fazla güvendiğiydim. Ama ne yazık ki aynı zamanda çözemediği bir düğüm, boğazında bir yumru, sırtında bir kambur olarak kaldım, çok üzgünüm. Oğlum, can parçam, hayatını eline verip sonra parça parça kopardığım insan…

Yemyeşil bir deniz senin gözlerin
Ne bir sandal, ne bir ada, ne bir sahil var
Boğuluyorum…

Kalbimde çağlayan şelaleler gözüme yaş diye yürümüştü. Telefonumu alıp, şarj aletini bulma bahanesiyle yanından ayrıldım. Mutfak kapısının ardından bir süre sessizce izledim onu. Kimse bana onun gibi düşkün değildi. Hayatıma girmiş herkes beni seviyordu bundan emindim ama onların sevgisi oğlumunki gibi saf ve sınırsız değildi. Ki saf sevgi, ötesini berisini düşünmeden sevdiğinin elinden tutmaktı. Yanacağını bilsen de bırakmamaktı. Beni dünyaya getirenler yaş alıp köşelerine çekilirken, dostlarım yavaş yavaş benden uzaklaşırken, hayat arkadaşım ömürlük bağımızı bir anda neşterle keserken yaşamadığım acıyı oğlum yerleştiriyordu kalbime. Bıkmadan, usanmadan, söylenmeden, kızmadan hep ama hep yanımda, yanı başımda durarak beni ağır bir ağrının ortasına koyuyordu. Keşke o da gitseydi. Bu dünyada tek başıma kalmak işimi kolaylaştırır, bana da dilediğimde gidebilme özgürlüğü verirdi. İşte şimdi birbirimize bağlandığımız o paslı zincir yüzünden bahsettiği kliniğe yatacağım. Oğlum umutlandığı için üzgünüm en çok da umutları boşa çıkacağı için. Zira yüzyıllık bir karanlığı sonlandırabilecek ışığın bu dünyada hele de içimde olduğuna inanmıyorum.

Babası da inanmamıştı. Oysa ne çok sevmiştim onu, ne çok sevmişti beni, ne kadar gençtik o zamanlar. Tanışmamız, kendi arka bahçesinden, mahalle bakkalından, ezbere bildiğin kestirme yollardan, komşu teyze böreklerinden, anne salatalarından, babanın elinde sallanan buharlı ekmek torbalarından yeni uzaklaştığımız zamanlara tekabül eder. Üniversiteliydik, artık çocuk değildik ama koparılan göbek bağımız henüz düşmemişti, mahzunduk. Kampüsün içindeki devlet yurdunda kalıyorduk. Hafta içi renkli bir panayırken, hafta sonu sessiz bir taziye evine dönen o kampüste en dayanılmaz vakit pazar akşamüstleriydi. Şehre inme, yapacak bir şey bulamayıp ev olmayan barınağa dönme, çamaşırhane sırası, değiştirilen nevresimler, oda arkadaşlarının tanımadık sohbetlerine kulak misafiri olma derken gün akşama koşardı. Koridordaki pencerenin kenarında oturup direği sızlayan burnumu cama dayar, içime gri bir bulut gibi inen akşamı izlerdim. O akşamüstü puslu hava açıp güneş yurdun ortasında yükselen su kulesine vurmasaydı orada birinin olduğunu göremezdim. Görevli değildi yukarıdaki, üstelik yuvarlak betonun üstünde basbayağı sırtüstü yatıyordu işte. Meraklanmış biraz da korkmuştum. Bir cesedi oraya kim, nasıl taşımıştı? Neyse ki kısa sürede hava karardı, üstelik artık yağmur da çiselemeye başlamıştı. Ceset canlandı, yattığı yerden doğruldu yağmur hızlanana kadar oturup etrafı izlemeye devam etti. Sonra merdivenlerden bir kedi çabukluğunda indi. Koşarak erkeklerin kaldığı B Blok’a girdi. Demek öğrenciydi, demek burada kalıyordu, demek arkadaşlarıyla olmak yerine su kulesine çıkmayı tercih ediyordu.

İlerleyen günlerde koridordaki pencerede daha fazla vakit geçirdim. Ve bir gün o karaltıyı yine aynı yerde gördüm. O da kimseye görünmeden merdivenden indiğinde karşısında beni gördü. Sırrı, kabahati ortaya çıkmış bir çocuk gibi şaşkın yüzüme baktı. Boynuna indirdiği kulaklığın ucundan kurtulan walkman’i yerden alamayacak kadar da şaşkındı. Eğilip aldım. Walkman’in açık kapağından ışıl ışıl bir isim süzülüyordu. İlhan İrem… O kapkara gözlere uzun süre bakacağımı o zaman anlamıştım.

Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin
Ürkek şaşkın kararsız
Duyuyorum

Sessiz, yalnız, ama sonradan anlayacağım üzere diğerlerine benzeyen bir çocuktu. Mimarlık okuyordu, güzel de resim çiziyordu, sadece İlhan İrem değil Selda Bağcan, Bülent Ortaçgil, Pink Floyd, Sting dinliyordu. Kısa zaman sonra sessizliği de yalnızlığı da dağıldı. Üniversite yaşamına uyum sağlayan, sosyal, neşeli, eğlenceli “normal” bir genç oldu. Yine de derin dünyasını, incelikli ruhunu hissedebiliyordum. Yoksa o şarkıları birlikte dinler miydik su kulesinin betonunda el ele yıldızları izlerken? Karlı yollarda yürürken, uzun uzun konuşabilir miydik hayattan, ötesinden? Hayallerimizi böyle coşkulu paylaşabilir miydik? Yaralı serçeleri avucumuzdaki pırıltılarla iyileştirip, örümceklere mavi kanatlar takabilir miydik?

Birbirimizi çok sevdik. Ama çok mutlu olmadık. Yine de okul bitip araya giren yıllar ve yollara aldırmadık, ayrılmadık. Sonunda aile olduk. “İnsan normal bir karısı olsun istemez mi?” Böyle demişti sonradan. Sanırım neşeli, mutlu, sakin birini tanımlamaya çalışıyordu. Dilinden düşürmediği özellikle kavgalarımızın vazgeçilmezi şu “normal” her ne zıkkımsa bende hiç olmamıştı. Demek insan inanmak istemediğini reddediyor ya da onu değiştirebilme kudretine inanarak kendini avutuyor. Sonra aldattığı kendine değil karşısındakine bileniyor. İlk zamanlar ona karanlık kulenin gizemli prensesi gibi gelmiştim, kim bilir. Belki de el verirse çekip çıkarabileceği bir kuyuda debelendiğimi sanmıştı. Aşkın ve tutkunun, coşku ve mutluluğun aşırı halinin tadının hürmetine o kuyunun karanlığına razı olmuştu. Ama aşırılık bu ya, madalyonun diğer yüzünde de aynı şiddetteydi. Yol olabildiğince uzundu, elimi olabildiğince sıkı tuttu ama sonunda yoruldu.

Saklandığı gecede gizli ayaz
Saçlarının arasından esiyordu
Zehir sızıyordu yalnızlığından soğuk
Ne yana kanatlansam, o yana uçuyordu Şalamar

Düşünüyorum da kimseye zararım dokunmamış olmalı. Kendi lanetimle debelenip dururken yanıma kimseyi çekecek vaktim olmadı ki! Neşemi paylaşmayı hakkı görenler, sıra sebepsiz kederimi paylaşmaya gelince çil yavrusu gibi dağıldı. Başından beri yalnız olduğumu biliyordum. Bununla bir derdim yoktu çünkü kendi içimde bile köşelerine çekilmiş benler vardı. Hepsi kendi içinde yalnızdı. Ruhum, neşeli, öfkeli, somurtkan şirinlerden oluşan bir Şirinler Köyü gibiydi, kimin canı isterse o başlıyordu şarkı söylemeye. Kendimi keşfetmeyi, izah etmeyi, savunmayı bırakalı çok oldu aslında. Şu klinik işinin en can sıkıcı tarafı haftada bir yapılan terapi seanslarında her şeyi sil baştan anlatmak. Artık her seferinde başka bir hikâye anlatıyorum. Elli beş senelik hikâye mi olur? Ben bile sıkıldım.

“Artık çıkalım istersen oğlum.” diyorum. Elimdeki poşete bakıyor. “Şimdilik bunları aldım, lazım gelirse ararım sen getirirsin.” diyorum. Gönülsüz kalkıyor, şimdiden pişman olmuş gibi. “Bir bak bakalım anne, rahat edemezsen ya da memnun kalmazsan hemen çıkışını yaparız.” Başımı sallıyorum. Evi şöyle bir kolaçan edip montumu tutuyor. Keyifle kollarımı geçirip ona doğru dönüyorum. Yanaklarındaki mahcup kırmızılık, gözlerindeki hüzünlü perde içimi acıtıyor. “Bahsettiğin doktoru araştırdım. Hakkında pek iyi şeyler söylüyorlar. Beni adam edecek, inanıyorum.” diyorum botlarımı giyerken. “Estağfurullah anne, o nasıl söz. Geceleri uyuyamadığını, nöbetlerinin çoğaldığını biliyorum. Sadece artık mutlu ol, şöyle bir arkana yaslan istiyorum. Yoksa bize ne zararın var? Ne yaşıyorsan kendine.” diyor. Haklı. Ne yaşıyorsam kendime ama derdi doğurduğuma değiyor işte. Dişlerimi sıkıyorum.

Apartmanın kapısından çıkarken yağmur çiselemeye başlıyor. Kar mı yağmur mu olacağına karar verememiş, karla karışık, karmakarışık bir yağmur. Hızlıca arabasına biniyoruz. Okula geç kaldığımız sabahlar, marketler kapanmadan sigara almaya çıktığımız akşamlar, evdeki hır gürden kaçtığımız geceler direksiyondaki halim aklıma geliyor. Tıpkı benim ona baktığım gibi bakıyor şimdi bana, oğlum. Artık direksiyonda o var. Yola çıkıyoruz, eli radyoya gidiyor. Çalan şarkıyı duyunca irkiliyor, yüzüme bakıyor. Zamanın durduğu o kısacık anın ardından önce sonra gözlerimiz, sonra dudaklarımız gülüyor. Derin bir nefes alıp avazımız çıktığınca şarkıya eşlik ediyoruz.

Bazen neşe bazen keder
Geçiyor ömürler
Yaz geçti, bahar geçti
Soluyor benizler

Hande Çiğdemoğlu