İlay Bilgili’yi ilk olarak 2019 yılında Talan ile tanıdım. Bir ilk kitap olarak oldukça iddialıydı ve o gündür yeni kitap ne zaman gelir diye beklemedeydim. Daha önceden öyküleri Oggito, Notos Dergi, Duvar Dergi, Öykülem ve Trendeki Yabancı gibi mecralarda yayımlanan yazarı, Monokl Yayınları’ndan çıkan bu ilk kitabının ardından şimdi ikinci kitabıyla İthaki Yayınları’nda görüyoruz. “Leylâ, Mektubum Eline Ulaştı mı?” oldukça çarpıcı bir isim. Hatta kitabın adını duyar duymaz Leylâ Erbil geldi aklıma, ona bir gönderme mi diye düşündüm. Bu yüzden baştan sona kadar aradım Leylâ Erbil’i. İsminin ağırlığı bunu çağrıştırdı zihnimde çünkü. Leylâ’nın güçlü hâllerinde, okuduğu kitaplarda, Dostoyevski sevgisinde buldum parça parça.

Kitaba adını veren ilk öykü, yüz sayfalık uzun bir öykü. Eser, tek başına bir “uzun öykü” kitabı bile olabilirmiş bu öykü ile. Fakat devamındakiler onunla benzer izleklere değinen kısa kısa öyküler olduğu için bir bütünlük oluşturuyor zihnimizde.

“Leylâ, Mektubum Eline Ulaştı mı?” iki koldan ilerleyen bir öykü. İsimsiz ana karakter, kadın bir yazar. Yazmakta zorluk çektiği bir dönemine şahit oluyoruz biz. Bir de yıllar önce lisedeyken yaz tatilinde gittiği anneannesinin evinde kiracı olarak tanıdığı Leylâ adlı karakter var. Öyküye de ismini verdiğinden daha kilit bir noktada şüphesiz. Ana karakterin bir gece rüyasında Leylâ’yı görmesiyle birlikte yıllardır görmediği bu kadının fotoğrafını aramaya başlar. Bulamaz. Günlerce arar, sorar, onunla ilgili her ayrıntıyı sonuna kadar hatırlamaya çalışır. Bir yandan adresine ulaşmaya çalışırken bir yandan ne zaman göndereceğini bilmediği mektuplar yazmaya başlar. Leylâ’ya sığınır bu yazamadan geçirdiği kısır dönemde. Leylâ’yla anıları sınırlıdır çünkü onu tanıdığı yaz dışında tekrar görmemiştir. Anneannesinin yanında geçirdiği o yaz tatilini tekrar yaşaması artık mümkün değildir. Leylâ kanayan yarasıdır onun ta o yıllardan beri. Fakat aradan yıllar geçtikten sonra bir gece rüyasıyla birlikte tüm hayatına yeniden girmiştir işte. Adressiz mektuplar kurtarıcısı olacaktır onun bu döneminde.

Peki, nedir Leylâ’yı onun gözünde farklı kılan? Kimsenin onu görmediği, gerçek anlamda dinlemediği bir dönemde onu fark eden kişi o olmuştur, bir akıl hocası aynı zamanda. Akıllı bir kadın, özenilecek ve örnek alınacak biri. Kitaplar okuyup ona lise döneminde Dostoyevski’nin yeraltı adamını tanıtan… Bu açıdan bir arayış öyküsü denebilir buna. Kadınlığını ve yazarlığını sorgular, kendini arar sürekli. Leylâ’yı bulsa, mektuplarını ulaştırsa tamamlanacak sanki her şey zihninde. Bu arayış onu farklı yerlere götürecektir. Öte yandan anne-kız ilişkisi ya da iletişimsizliği de söz konusu öyküde. Annelerden kızlarına miras uysal olma, söz dinleme, itaatkâr olma çıkıyor satır aralarında karşımıza. Anneler kızlarını çok sever ama onların hayatlarını cehenneme de çevirebilirler. Sadece susarak, görmezden gelerek, onu dinlemeyip ona inanmayarak… Tıpkı ona da yapıldığı gibi. Anneler, kızlarına kendi bedenlerini yok saymayı, görmemeyi, hatta kadınsal organlarından utanmayı telkin ettiği müddetçe bu öyküdeki karakter gibi kadınlar yetişiyor. Yazarın öykü boyunca bunu uzun uzun irdelediğini görüyoruz:

“Eve geldim. Evin boş hâlini seviyordum. Işığın orkidelere vurmasını, kedinin yatakta mırıldanmasını, istersem şarkı söyleyebileceğimi, dans edebileceğimi, duştan sonra birileri beni giyinirken görmesin diye perdeleri kapatan annem artık yaşamadığı için yarı açık perdenin karşısında sanki bu dünyada bir tek ben varmışım gibi giyinebileceğimi, bedenlerin aynılığını ve önemsizliğini sesli söyleyip gülebilirdim.” (s. 19)

Ayrıca “Kimse ama kimse beni görmüyor ama herkes beni izliyordu” diyerek bedenin seyredilen ve ne kadar “yok” olursan o kadar iyi kadın olacağı bilincini yerleştiren zihniyete karşı olan karakterin öyküde tam üç kez tekrarlanan kasap “sahnesi” var ki bu durumu sinir bozucu şekilde gözler önüne seriyor.

Bu yolla beden algısına bir de hayvanlar ve onların yok sayılan, kasap camekanlarında “sergilenen” ölü bedenleri üzerinden değiniyor yazar:

“Birileri, koyunları yavrulatıyor ve sonra onları boğazlıyordu. Ardından soğuk dolaplara ayaklarından asıyorlardı kuzuları. Ve ben bir yavrunun etinin kemiğinden ayrılışını izlediğim bir kasaba girebilmek için sıra bekliyordum.” (s. 61)

Bu cümlelerde bedenin dışarıdan izlenmeye ve bir ürün olarak sunulmaya hazır hâle getirilmesi meselesi irdeleniyor yine. Kitap boyunca bu tip ifadelere sık sık rastlıyoruz. Yazarın bunu kadın bedeninin izleyiciye “açık” olarak görülmesi, bu algının toplum tarafından dayatılması ile ilişkilendirdiği söylenebilir. Devamlı hayvanın yavrusundan özellikle kuzudan bahsetmesi de bundan olabilir. Kendini annesinin yavrusu olarak gördüğü ve savunulmaya muhtaç olduğu zamanlarda annesinden o desteği göremediği için kuzunun bedeni ile kendi bedenini kurban imgesi altında birleştiriyor karakter muhtemelen. Onun ağzından şu cümleyi okuduğumuzda şaşırmıyoruz o yüzden: “Bir kuzu, bir yavru olduğuna göre ben bir annenin yavrusunun kaburgasından sıyrılan eti aldığıma neden bu kadar seviniyordum?” (s. 43)

İlay Bilgili

Kitaba adını veren bu ilk öykü dışındaki diğer öykülerde de yine kadın karakterler karşılıyor bizleri. Yaşlılıkla savaşan, hastalıklarla boğuşan ve bir parça da olsa unutmanın konforuna kendini bırakmış kadınların merkezde olduğu öyküler diyebiliriz bunlar için. Yazarın “unutmanın konforlu tahtı” dediği bir yerden okuyoruz bu öyküleri. “Unutulmuş Bir Gün ve Diğer Günler” öyküsünde Nermin Hanım ve “Lüzumsuz Şeyleri Kullanma Kılavuzu” öyküsünde Lütfiye Hanım; hayatın acılarına, yaşadıklarına ancak unutarak dayanabilen yaşlı ve hasta kadınlar olarak çıkarlar okurun karşısına. İnsanların gençliklerinde yaşadığı acıları, yaşlandıklarında da her yere beraberinde götürmesi katlanılması güç bir durum. Bu öykülerde bedensel kayıplarla birlikte zihinsel yok oluşlar da yaşıyor insanlar. Devam edebilmek için de deyimi yerindeyse ağırlaştıkça eteklerindeki taşlardan kurtularak unutmanın güvenli sularına kaptırıyorlar kendilerini.

Görüldüğü üzere, çeşitli kadınlık hâllerine değinen öykülerin olduğu “Leylâ, Mektubum Eline Ulaştı mı?” İlay Bilgili’nin yazarlığını pekiştirdiğinin ve yerini sağlamlaştıracağının habercisi. Yazarın, okura karakterle birlikte Leylâ’yı arattığı bu öyküleri birçok öyküseverin beğenerek okuyacağını tahmin ediyorum.

Nagihan Kahraman