Nuray Elçin

Kadın, her gün buluştukları kafeye geldi. Adam daha gelmemişti. Kim demişse “kadınlar hep bekletir” diye, yalan söylemişti. Bir fincan kahve istedi. Şekersiz, sütsüz, acı, koyu, sert bir fincan kahve… “İyi oldu” dedi kendi kendine, “Zamanında gelmesi işimi zorlaştıracaktı.” Çantasından telefonunu çıkardı. Arama yok. Mesaj yok. Eskiden böyle zamanlarda meraktan içi içini yerdi. “Neden aramadı? Neden bir şey yazmadı? Beni terk mi etti?” soruları birbirine halka halka eklenir, en sonunda boynuna dolanan bir zincir olurdu. Sonra, alıştı. Bu sessizliği sessizce savuşturmayı; aklında, kalbinde uçuşan soruları elinin tersiyle itmeyi ve sabırla beklemeyi öğrendi. Belki bu sefer gelmez, diye geçti aklından; nihayetinde, hiç gelmeyeceği o gün, bir gün mutlaka gelecekti. Telefonu masanın üzerine bıraktı.

Adama, “Seni beklemekten yoruldum,” diyecekti. “Elim telefonda, gözüm kulağım kapıda seni bekleyerek geçiyor hayatım. ”diye tamamlayacaktı cümlesini.

Adam, yağmurda ıslanmış kedi yavrusu gibi çaresiz bakacaktı ona. Sonra elini tutacaktı hemen. “Bana biraz daha zaman ver, bırakma beni sakın.” diyecekti. Ve söz verecekti. “Her şeyi yoluna koyacağım. İkizler biraz daha büyüsün söz.”

Kadın, büyümenin bir sonu ve sınırı olmadığını anlatacaktı. Umuyordu ki, “Verdiğin sözün bir sonu ve sınırı yok,” demek istediğini, adam anlayacaktı.

Bir süre sessizce oturup dışarıyı seyredeceklerdi. Dışarıda gördükleri aynı şeyler olacaktı ama ikisi de bambaşka şeyler düşünecekti.

Kadın, bir gün mutlaka yaşanacağına inandığı bu ayrılık anını sakince atlatabildiği için kendine hayret edecekti. Yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle, ayrılık aklına her düştüğünde zihninde oluşan zavallı, ağlayan kadın görüntüsüne bir küfür savuracaktı. Sonra onu yerden kaldırıp sarılacak, saçlarını okşayacak, eve gittiğinde şerefine bir kadeh kaldırmaya söz verecekti. O gece bir şişe kırmızı şarabı tek başına içecek, sarhoş olacak ama ağlamayacaktı. Bütün erkeklerin canı cehennemeydi işte. Bir kahve daha isteyip sigarasını yakacaktı. Şekersiz ve sütsüz bir fincan kahve…

Adam, bir gün mutlaka yaşanacağına inandığı bu ayrılık anının onu nasıl çaresiz bıraktığına şaşıracak, dahası öfkelenecekti. Terk edenin hep kendisi olacağını düşünmüştü. Kadın karşısında ağlayacak, zavallı görünecekti. Adam, onun bu haline üzülecek ama çaresiz terk edecekti. Zihnindeki kapıyı çarpıp çıkan adam görüntüsüne bir küfür savuracak, suratına bir yumruk patlatacaktı. O gece soluğu bir meyhanede alıp zil zurna sarhoş olacaktı. Bir fincan çay isteyip sigarasını yakacaktı.

Sigaraları bittiğinde, önce adam konuşacak, terk edilmeyi hazmedemediği için kadını suçlamaya başlayacaktı.

“Seni kandırmadım. Yalan söylemedim. Her şeyi, en baştan biliyordun. Şimdi ne değişti?” diye soracaktı. Kadının bütün cümlelerini yarıda kesecek ve “Sen de diğer kadınlar gibisin,” diyecekti. Bütün kadınlar gibi olmak suç sayılacaktı ve evet, kadın kendinde kusur arayacak, suçlu hissedecekti. İkisi de birer sigara daha yakacaktı.

Adam, kadının onu sevdiğinden emin, “Bensiz yaşayamazsın,” diyecekti.

Kadın, zamanında bir kadın şairin dediği gibi “Herkes herkessiz yaşayabilir,” demek isteyecek ama o kadın şair olmadığını fark edip “Yaşayamam,” diyecekti.

Adam, kadının ellerini sıkıca tutacak, “Ben de sensiz yaşayamam. Kapatalım bu konuyu, üzmeyelim birbirimizi,” deyip “Seni çok seviyorum,” diye tamamlayacaktı cümlesini.

Kadın, bu noktada ne söyleyeceğini bilmediğini fark etti. Masadaki boş fincanı almaya gelen garsondan bir kahve daha istedi. Sütlü, şekerli bir fincan kahve… O sırada adam içeri girdi. Kadına sarıldı. “Özür dilerim canım, geç kaldım,” dedi. “Çocukların doktor kontrolü varmış. Nihan son dakika söyleyince haber veremedim sana.”

Kadın, “Önemli değil hayatım,” dedi. “Ben de biraz önce geldim.”

Nuray Elçin