William Saroyan’ın “Ödlekler”[1] adlı bir öyküsü vardır. Bu öyküde Kristofor Ağbadaşyan’ın hikâyesi anlatılır. Savaş başlar, yaşı tutanlar şubeye gidip askerlik için teslim olmak zorunda kalırlar çünkü Saroyan’ın deyimiyle: “Devlet onları istedikten sonra onlar ne cüretle bu isteği tartışsınlar…”

William Saroyan

Kristofor’un hikâyesine dönersek, o Cooper’s adlı bir mağazanın erkek reyonunda çalışan, her gün işe giderken görülen bir kasabalıdır. Akranları savaş için orduya alındıktan sonra o da ortadan kaybolur. Herkes onun da savaşa katıldığını düşünür, o şartlarda bundan doğal ne olabilir ki o da yaşıtları gibi ölüme doğru yolculuğa çıkmıştır. Ancak durum düşünüldüğü gibi değildir, Kristofor askere gitmemek için savaş boyunca annesinin evinde, yatağın altında saklanır. Gerçek ortaya çıkınca da “ödlek” olarak adlandırılır. Onu “ödlek” yapan, yaşamı ve yaşatmayı seçmesidir. Sonrasında savaşta ölenler geri dönmezken, o yaşar, ismini değiştirmek zorunda kalır ama yaşar. Peki, Kristofor ödlek midir? Ortada bir savaş varken savaşmayı reddetmek, erkeklik ve militarizmin sıkı ilişkisi düşünüldüğünde bir damgaya dönüşür böyle bir durumda bana kalırsa, tam tersine cesaret örneğidir “ödleklik”. Saroyan da bunu anlatmaya çalışır bir bakıma çünkü savaşmayı reddedenlerin, toplumun gözünde “ödlek” olanların genel algıdaki yerini ve kültürel erkeklikle militarizm arasındaki sıkı ilişkiyi aşındırmayı amaçlar. Ona göre: “Ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar; bir kuleden insanların üzerine ateş etmeyi asla düşünmezler. Yaşamayı arzularlar, böylece de çocuk sahibi olacak kadar uzun yaşayabilirler. Ödlekler cesurdur.”

Dünyanın gündemi yine savaş. Kapitalist devletler ve liderler tarafından dünyanın yaşayanları bir kere daha hiçleştiriliyor. Oysa daha Covid-19 salgınının dehşetini üzerimizden atamadık, Suriye Savaşı sonucu yerinden yurdundan olan göçmenlerin yaşadıklarının utancını taşıyoruz.

Pandemi dünyaya bir mesaj veriyordu, özellikle de kapitalist sistemin sürdürülemezliğine dair bir uyarıydı bu. Çünkü yaşadığımız çağ aynı zamanda kapitalizm kaynaklı felaketlerin ve krizlerin çağı. Yaşama dair her şey tehdit altında, binlerce yıllık ağaçlar ve ormanların ekosistemi yangınlarda yok oluyor, normal bir hava olayı göremiyoruz; ya yaşamı sel alıyor ya da yağmur yağmadığı için nehirler kuruyor. Böyle bir dünyada yaşıyoruz ve bu bahsettiklerim bütünün çok az bir kısmı; iklim krizinin ne getireceğini tam olarak bilmiyoruz, araştırmalar gıda krizinin de yakın olduğunu söylüyor. Yoksulluk artıyor, sınıfsal eşitsizlikler daha da belirginleşiyor. Kısacası, dünyada yaşam her açıdan zorda, biz böyle bir çağda yaşıyoruz ve dünyanın onca sorunu varken dünya savaşı ihtimalini konuşuyoruz. Dünyanın belleğinde, politikacıların insandan ve dünyanın başka varlıklarından yana tavır aldığı görülmedi. Bunun açık örneğini Pandemi koşullarında, kimin hayatının değersizleştirildiği üzerinden görmüştük, kimler eve kapanırken, kimler şirketlerin varlığı için işe koşuldu sorusunun cevabı açık. İklim değişimi gibi meseleler hakikat sonrasının fikirleriyle iç içe geçirilerek popülist liderler tarafından nasıl hiçe sayıldı, Suriyeli göçmenlere karşı her gün yükselen duvarları kim ördü? Soruları çoğaltabiliriz ama faili uzakta aramaya gerek var mı? Söylemeye çalıştığım, şirketlerle iç içe geçmiş devletlerin, patronlarla kol kola yürüyen politikacıların bu dünyaya iyi anlamda verecek bir şeyi yok, sadece birkaç gündür silah şirketlerinin yükselen kâr oranlarına bakmak ve bundan kimlerin olumlu etkileneceğini düşünmek bile bunu görmeye yeter.

Savaşa dair yazılan her cümle yazıldığı an klişeye dönüşüyor, kendini siliyor çünkü Faulkner’ın “Yenilmeyenler”inde söylendiği gibi, “Savaş savaştır: Barut çağında, patlayan hep aynı baruttur; barutun bulunmadığı zamanlar, saldırı da savunma da hep demirle yapılır, aynı öykü, aynı anlatım, bir sonraki ya da bir öncekinin farkı yok.”[2]

İnsanlık “ilerledi”, savaşlarda kullanılan silahlar değişti. Artık bombalar yukarıdan iniyor insanın, hayvanın, toprağın, börtü böceğin üstüne. Gücü elinde tutan, güvenlikli mekânında bir bilgisayar oyununun tarafı gibi izliyor olanları ama işte “savaş savaştır”.

Peki, çağımızda savaş karşıtlığını sadece insan üzerinden mi düşünebiliriz? Bir de meselenin bu boyutu var. Bana kalırsa anti-militarist mücadele hiçbir zaman sadece insan merkezli düşünebileceğimiz bir mesele değil hele ki günümüz koşullarında en çok insan-dışını kapsayan bir boyut içeriyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi kapitalizm kaynaklı krizlerin hâkim olduğu bir çağda yaşıyoruz. Türler yok oluyor, farklı farklı virüsler yaşamı çalıyor, toprak çoraklaşıyor, denizlerin müsilajla maviliğini kaybetmesine içimiz sızlayarak şahitlik ettik. Kısacası, dünya bitiyor. Bu nedenle bu çağda anti-militarist tavrın sadece hümanizm olduğunu düşünmek aptallık olur. Bundan dolayı son günlerde dünyanın farklı bölgelerinde, savaşa karşı sokağa dökülen anti-militaristlerin tavrı çok önemli. Onlar bir şekilde hâlâ dünyada insan türünün varlığına dair umudun tükenmediğini hatırlatan taraftalar ki coğrafyamızdaki vicdani retçiler ve barış akademisyenleri için de aynı şeyi söylemek gerekir.

Ukrayna’da evi bombalanan bir eğitimci şöyle söylüyor: “Böyle bir şeyin hayatımda gerçekleşebileceğini hiç düşünmezdim, bu hayatta bunun olabileceğini hiç düşünmemiştim. Savaşlar hakkında şiirler yazdık…”[3]

Savaşlar hakkında şiirler yazıldı, onlarca metin savaşın anlamını sorguladı ama sonuç değişmedi, yine savaşlı günlere uyandık, yine sınırlarda insanların yaşadıklarına tanık oluyoruz, yine geleceksizlikle kuşatıldık ve militarizmi diline işleyenler, savaştan kurtulmaya çalışanları “ödleklikle” suçluyorlar. Hatta Suriye savaşından kaçmak zorunda kalanlarla Ukrayna’da savaşmak zorunda kalanları karşılaştırarak yapıyorlar bunu.

Burada başta bahsettiğimiz Saroyan öyküsüne dönelim. Kristofor askerden kaçtığı için devlet tarafından aranıyordur. Bu nedenle ismini değiştirir ancak bir gün yakalanır. Hükümet görevlisi dosyayı kapatmak ister. Bu nedenle ona savaştan kaçış sebebini “hafıza kaybı” olarak yazmayı önerir ve sorar, “sizin başka öneriniz var mı?” Kristofor cevap verir: “Ödlek yazın.”

Savaş durumunda ödlek olmak sözün yönünü yaşama çevirmektir, hayat arzusudur, kimseye ateş etmemenin onurunu taşımaktır, en önemlisi de dünyanın bulunduğu noktaya bakıp başka türler için sorumluluk almaktır. Tüm bunlardan sonra diyebiliriz ki yaşamdan yana olmak ödleklikse, ödlekler barıştan söz etmeye devam ediyorlar hâlâ…

Bu nedenle dünyada barış talebini yükseltmek, bir bakıma savaşlarda yaşanan ve yaşanacak olanların başka biçimde yazılmasını sağlamak demek. Bir kere olsun devletlerin, şirketlerin, liderlerin değil de barış yanlılarının kazandığı görmek her şeye değmez mi?

Emek Erez


[1] “Ödlekler Cesurdur”, 2016, (Çev. Ohannes Kılıçdağı), Aras Yayıncılık.

[2] “Yenilmeyenler”, 2012, (Çev. Necla Aytür, Ünal Aytür), YKY.

[3] Link