
İki gündür açılmayan kapı. Storları kapalı pencere. Tavandan sarkan lambanın ölgün ışığı. Televizyonun karşısındaki kanepede uzanmış yatıyordu Meliha Hanım, bakışları karşı duvarda. Konuşuyordu sanki onunla. Birden kaşlarını çattı. Duymuyordu duvar. Konuşmuyordu. Ses istiyordu Meliha Hanım duvardan, hareket. Kumandayla televizyonu açtı. Rahatsız oldu konuşmalardan, bir süre sonra. Sertti sesler, vurgulu. Kıstı. Akan görüntülere baktı kıpırtısız. Sıkıldı. Tamamen kapadı. Sahipsiz sözler çarptı daracık evin duvarlarına. Harf harf, fısıltıya, derin çığlığa döndü kulaklarında. Derin bir iç çekti. Gözlerini yumdu. “Ben demiştim,” dedi, düzenli aralıklarla.
Bir tıkırtı duydu kapıda. Sıçradı. Kalkarken başı döndü. Ağır aksak atarken adımlarını hiç olmadığı kadar uzak geldi kapı. Açtı. Kimse yoktu. Dikildi. Apartman boşluğunun kıvrımlı merdivenine baktı beklerken. Kimseyi göremeyince kapadı. Birkaç adımda geçti salona. Pencerenin storunu açtı. Güneş binaların arasından yükselmişti. “Öğlen olmuş,” dedi. Çiçeğe durmuş ağaca çevirdi bakışlarını. Güvercinler uçuyordu etrafında. Birkaç sözcük geveledi. Kendisi de anlamadı, söylediğini. Pencereyi açtı. Hafif rüzgâr doldu içeriye. Başını uzattı. Daldı gitti. Ne görüyordu? Gözlerini kıstı. Çenesi titredi. Bölük pörçük koca bir ömür. Rüzgâr sertçe yaladı yüzünü. Bir ürperti dolandı bedeninde. Pencereyi kapadı. Mutfağa gitti. Bir lokma ekmek attı ağzına. Taş gibi. Dişleri kesmedi. Tükürdü.
Evin içinde dolanırken üşüdüğünü fark etti. Gaz açıktı oysa. Selman Efendinin de hastaneye gitmeden “Çok soğuk,” dediğini hatırladı. Dondu kaldı olduğu yerde. Cevabı olmayan sorular belirdi zihninde. Ya ben de hastalanırsam? Telefonu aldı. Oğlunu aradı. Uzun uzun çaldı telefon. Cevap yoktu. İştedir, diye düşünüyordu iki gündür. Ama geri aramamıştı. Yüzü memelerine kadar sarktı. Ya o da hastaysa? Gelinini aramak geçti aklından. Ne soracaktı? Nasıl soracaktı? Tek kelime Türkçe bilmiyordu ki gelini. Kendisi de çat pat birkaç kelime Almanca, çoğu zaman kimsenin anlamadığı.
Zil çaldı. Dudakları kıvrıldı birden, gözleri ışıldadı. Çocukları, köydeki konu komşu… Selman hasta, diyecekti onlara. Dertleşecekti. Anladığı dilden konuşacaktı herkes. Kapıyı açtı. Beyaz kıyafetli iki adam, her yerini örten elbiseleriyle kapıda. Şaşkınlıkla baktı. Bir şeyler söyledi adamlar. Soğuk, mesafeli. Söylediklerini merdiven boşluğu yuttu sanki. Hiçbir şey anlamadı. Telaşlandı. Kesik, anlaşılmaz diliyle, “Krank (hasta), Fiber (ateş),” dedi, belki biri Türkçe biliyordur, diye geçirdi sonra içinden, ekledi.
“Ben de üşüyorum, ateşlendim galiba.”
Boğuk sesle bir şeyler söyledi gelenlerden biri. Hiç tepki vermedi Meliha Hanım. Yüzleri maskeliydi, gözlerinde kocaman gözlük. Bir ilaç torbası uzattılar, dönüp gidiyorlardı.
“Selman,” diye haykırdı arkalarından. Sesi yankılandı boşlukta.
“Selman nasıl?”
Biri arkasına baktı. Boş gözlerle baktı Meliha Hanım’a. Döndü. Yürüdü, arkadaşıyla. Meliha Hanım’ın kolları iki yana düştü. Kapadı kapıyı. Bütün vücudu kasıldı. Kanepeye oturdu. Takır takırdı çenesi. Kalktı. Kanepenin altından eski bir battaniye çıkardı. Yumuşacık. Çırptı. Tozlar savruldu etrafa. Pencereden süzülen ışık demeti geçti içinden, sislendi sonra. “Her şeyi yıkamak lazım,” dedi, “memleketteyken tozlanmış,” ama her yanı ağrıyordu. Uzandı. Üstüne çekti battaniyeyi. Büzüldü. İyice sarındı. Dertop oldu, el kadar kaldı altında. Pencerenin kenarındayım. Gözüm yolda. Selman yine geç kaldı. Evde patates bitmiş. Marketten almasını söylemeyi unutmuşum. Köfte istemişti akşama. Oğlan da gelmedi. İnip alsam. Kızar. Hem tek başıma çıksam yolu bile bulamam. Biri görür. Selman duyar. Birden sıçradı. Battaniyeyi savurup attı yere. Anlamadı nerede olduğunu. Dışarıdan yansıyan aydınlık. Havada asılı toz zerrecikleri.
“Selman,” dedi.
Sesi duvara çarpıp döndü. Bir ürperti dolandı bedeninde. Öksürdü, kuru kuru. Göğsünün tam ortasına taş oturmuş gibiydi. Nefes almayı denedi. Taş ağırlaştı. Battaniyeye uzandı. Zorlandı kolunu kaldırırken. Dizlerini karnına çekti. Başını koydu üzerine. Vücudunu titreten hıçkırıklara engel olamadı. Daha on sekizinde değildi Selman Efendiye vardığında. O olmadan sokağa bile çıkmamıştı. “El kapısında bir gün bile çalıştırmadı beni,” dedi hıçkırıkların arasından. “Hiç sözüme kulak asmadı ama,” dedi sonra, “gelmeyelim, kalalım memlekette, demiştim.” Sarsılıyordu ağlarken. Sustu birden. Parça parça doğruldu. Banyoya gitti. Elini yüzünü yıkadı. Solgunlaşmıştı yüzü. Torbalanmış gözaltları, yüzünde, boynunda derin çizgiler. Elleri titredi suyu yüzüne çalarken. Gözleri kan çanağı.
Gelenlerin getirdiği ilaç torbasını aldı mutfaktan. Baktı. İlaç kutusu hiç görmediği ülkeler kadar yabancı. Kaç tane alacaktı? Ne zaman alacaktı? “Selman olsa okur, söylerdi,” diye geçirdi içinden. Oğlu geldi aklına. “Herhalde evdedir,” dedi. Salona geçti. Telefonu aldı. Uzun uzun çaldırdı. Cevap yoktu. Oğlunun da hasta olduğuna karar verdi. İlaç poşetini bir kenara fırlattı. Battaniyeyi aldı. Dizlerine örttü. Upuzun derin bir sessizlik çöktü odaya. Ağır bir titreme nöbeti. Tatlı bir gevşeme sonra. Bulutların gölgesi yola düşmüş. Kalabalık. Bir tabut, kollar üstünde. Annesi; kaynanam, ağlıyor. Gözleri hüzün yumağı. “Hep senin yüzünden,” diyor, “oğlum gitti yaban ellere.” Tepiniyorum olduğum yerde. Yüzler yaklaşıyor, dudaklar kocaman. Bir şeyler söylüyorlar. Suratıma çarpıyor sözler. Dağılıyor sonra, vurgulu. Anlamıyorum. Başımı çeviriyorum. Gökyüzü toprağa abanmış. Kalabalık üzerime yürüyor. Çivilenmiş gibi kalıyorum. Birden kayboluyor herkes, her şey. Almanya’dayım. Daracık evde. Pencere kenarında.
“Selman,” dedi.
Sıçradı. Kalktı. Saate baktı. Değirmen taşı gibi dönüyordu akreple yelkovan. Yavaş, ezici. Sabaha çok var, diye mırıldandı. Soğuk rüzgâr yüzünü kamçıladı sanki. Yüreğinde daha önce tanımadığı bir ağırlık. Sessiz, kimsesiz, koydu başını yastığa. Aklında Selman. Karşısında sorularından yorgun duvar.
Gözlerini açtığında gün karanlığı delmiş ışımıştı çoktan. Daracık salonda değişen bir şey yoktu ama. Yerinden kalktı. Su ter içinde kalmıştı elbisesi. Çıkardı attı hepsini. Duşa girdi. Ağır ağır giyindi. “Bugün kimseyi beklemeyeceğim,” dedi. Telefonu aldı. Cami hocasının numarasını aradı hafızadan. Almanca bir şeyler söyledi elektronik ses. “Eyvah,” dedi, “telefon da Almanca konuşuyor.” Kuru bir öksürük tuttu. Ciğerlerine iğneler battı sanki. Bir bardak su içti. Kapıdaydı gözleri. Birden yerinden kalktı. Pardösüsünü aldı sırtına. Eşarbını bağladı. Hastaneden verdikleri maskesini taktı. Çıktı. Dizleri sızladı merdivenlerden inerken. Bir eli hep ahşap trabzanda. Sokağın aydınlığı vurunca yüzüne, gözlerini kırpıştırdı. Hafiften kamburu çıkık, omuzları çöküktü. Gücü tamamen tükenmiş gibi hissettiği bacaklarını Türk bakkalı tarafına sürüdü. Bomboştu sokak. Semt marketinin önündeki insanlar çekti dikkatini. Sıralıydılar, mesafeli. Gözleri tanıdık birilerini aradı. Yabancıydı hepsi. “Ya Türk bakkalı kapalıysa,” diye düşündü. Camiye giden yola saptı. “Elbet biri vardır orada,” dedi, “Allah’ın evi.” Bir ara evden çıkarsa cezalandırılabileceği geçti aklından. Tanıyordu evden çıkmanın cezasını. Geçmişten, buradaki ilk günlerinden. “Selman,” dedi. İç geçirdi. Başını önüne eğdi, Birlik Camii’nin önünde buldu kendini. Kadınların girdiği kapıdan girdi içeri. Seslendi.
“Kimse yok mu?”
Gençten biri göründü. Kara bir gölge gibiydi koridorun başında. Yaklaştı.
“Meliha Teyze,” dedi gelen.
Meliha Hanım biraz yaklaşınca gözlüğünden tanıdı geleni. Memduh Efendi’nin damadı, Yasin. O da benim gibi pek Almanca bilmez, ithal damat, yeni geldi Türkiye’den, diye geçirdi içinden.
“Hoca Efendi yok mu?” diye sordu iyice yaklaşınca.
“Yok, Meliha Teyze,” dedi Yasin, “Türkiye’de. Siz yeni gelmediniz mi memleketten? Evde karantinada olmanız lazım.”
“Benim bir derdim var oğlum,” dedi çatallı titreyen sesiyle, “Selman Efendi hastalandı, hastanede. Haber alamıyorum.”
“Aman Meliha Teyze,” dedi Yasin, “Bildiğimiz hastalıktan mı?”
“Öyle, dediler.”
Yasin geri geri attı adımlarını.
“Senin evde kalman gerekmiyor mu Teyze?” dedi.
“Öyle de Selman’dan haber alamıyorum. Hastaneyi arasam ne söylendiğini anlamıyorum.”
“Sen olduğun yerde kal, Meliha Teyze. Durum biraz karışık. Dernek başkanı burada. Söyleyeyim. Yardım etsin.”
Yabancı gözlerle baktı Yasin’in ardından. Biraz bekledi. Koridorun karanlığı boğdu onu. Geldiği kapıdan dışarı çıktı. Avluda pencere kenarında bir banka oturdu. Yasin’in tepkisine içerlemişti biraz. Gözünden kaçmamıştı, Selman Efendinin hastalığını duyunca kaçar gibi adımlarını geri geri attığı. “Eskiden böyle miydi?” diye mırıldandı. Birden başını kaldırdı, pencereye yaklaştırdı. Birileri konuşuyordu içeride.
“Kadın da hastaymış,” diyordu yaşlıca bir ses.
Yoksa ben miyim, dedi kendi kendine.
“Hangi akla hizmet gelmiş buraya,” dedi aynı kişi.
“Sorma,” dedi öteki, “Geçen bir açıklama yaptılar. Hastalığın ciddiyetini yabancılara anlatacak dil bulamıyorlarmış.”
“Kimin suçu?” dedi Yasin.
Siren sesi duyuldu yakınlardan, acı, boğuk. Meliha Hanım’ın rengi attı. Yasin’le dernek başkanı göründü kapıda. Meliha Hanım kalktı. Başkan eliyle, “Orada kal,” der gibi işaret etti. Avlunun kapısı açıldı. İki beyaz elbiseli adam girdi içeri. Meliha Hanım şaşkınlıkla baktı gelenlere.
“Hah,” dedi, “Selman’ı almaya gelenlerden.”
Dernek başkanıyla beyaz elbiseliler konuşuyordu. Bir ara Meliha Hanım’ı işaret etti başkan.
“Meliha Teyze,” diye seslendi Yasin, “sen de hastaymışsın. Seni götürecekler şimdi.”
“Beni mi?” dedi Meliha Hanım.
Adamlar Meliha Hanım’a yöneldi. Yasin’e seslendi Meliha Hanım.
“Selman?”
“Sen boş ver şimdi Selman Amcayı,” dedi Yasin yüksek sesle, “İyileşmene bak.”
Anlamadı Yasin’in söylediğini. Sorusunu tekrarladı.
“Evladım, Selman diyorum, nasılmış?”
Hülya Yalçın