Mehmet Hakkı Suçin’in “Hayy bin Yakzan” çevirisiyle, eseri edebî bir zevkle okuma imkânına kavuşmuş olduk. Üstelik metin olabildiğince yalın, yani pek fazla dipnot içermiyor. Metnin bu şekilde kitaplaşmasının en büyük kazanımlarından biri de yediden yetmişe her okurun da artık Hayy’ı okuma ihtimali!

Defoe, Bacon, Spinoza, Rousseau ve More gibi pek çok Batılı düşünürü etkileyen İbn Tufeyl imzalı Hayy bin Yakzan anlatısının neden bizde gerektiği ilgiyi göremediği sorusu bu eseri okuyan herkes gibi benim de dikkatimi çekmiştir. Oysa kendisinden ilhamla, iki yüz yıl sonra yazılmış olan Robinson Crusoe neredeyse tüm dünyanın tanıdığı bir karakterdir. Hatta Ian Watt’ın Modern Bireyciliğin Mitleri’nde iddia ettiği gibi Robinson modern bir mit olarak konumunu güçlendirmiştir. Peki bir ada romanı türü olarak adlandırılan robinsonad’ların ilki ve felsefi romanların öncüsü kabul edilen Hayy bin Yakzan bizde neden hak ettiği ilgiyi görememiştir?

Bir Yunan anlatısı olan Salaman ve Absal öyküsünün 9. yüzyılda Arapçaya çevrilmesinin ardından İbn Sina, Sühreverdi gibi alimler eserlerinde bu öykü tekniğini kullandılar. Ancak hiçbiri İbn Tufeyl’in kurgusundaki başarıyı yakalayamadı. Endülüslü düşünür, 12. yüzyılda kaleme aldığı bu eserinde insanın kendi başına, doğayı inceleyerek hakikate ulaşabileceğini anlattı. Gözlem ve düşünce yoluyla elde edilen bilgilerin vahiyle çelişmeyeceğini iddia etti. Kendi dönemindeki felsefî ve kelami tartışmaları alegorik bir metin üzerinden değerlendirdi. Eseri o kadar başarılı oldu ki çok sayıda dile çevrilerek farklı kültürleri ve düşünce yapılarını etkiledi. Bir adada tek başına büyüyen Hayy, dini ve toplumsal herhangi bir norm olmaksızın, sadece düşünme ve sezgi yoluyla hakikatin bilgisine ulaşmayı başarmış otodidaktik bir metin olarak özellikle Batı dünyasında büyük yankı uyandırmıştır. Modern eğitimin ve pedagojinin temellerinin atıldığı, doğal hukuk tartışmalarının yürütüldüğü dönem Avrupası için Hayy, pek çok filozofun ilgisini çekti. (Detaylar için Avner Ben-Zaker’in Hay bin Yakzan’ı Okumak adlı eserine bakılabilir.)

Aynı kültür ve inanç düzleminde yer almamıza rağmen Hayy bin Yakzan’ın Türkçenin okuruyla buluşması oldukça geç bir tarihe denk düşer. Müderris Babânzade Reşid tarafından 1923’te Türkçeye çevrilen ve Mihrab isimli dergide tefrika olarak yayımlanan eser daha sonra derginin kapanmasıyla birlikte unutulup gider. Batılılaşma sürecinde yürütülen kültür politikalarımızın Doğu’ya yabancılaşmış olmasının, esere karşı gösterilen vefasızlığı derinleştiren etmenlerden biri olduğunu düşünüyorum.

Hayy bin Yakzan ile Türkçe okurunun en bilindik karşılaşması N. Ahmet Özalp’in değerli katkılarıyla yayına hazırladığı çalışmadır. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitapta hem M. Şerafettin Yaltkaya çevirisiyle İbn Sina’nın hem de Babânzade Reşid çevirisiyle İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan anlatıları yer alıyor. Bu iki kıymetli filozofun ayrı zamanlarda ele aldığı ancak isim benzerliğinden dolayı karıştırılan metinlerini inceleyen bu çalışma sayesinde önemli bir klasiğimiz olan Hayy bin Yakzan’la yakinen tanışmış oluyoruz. Ancak belirtmek gerekir ki çalışmada Şerefeddin Yaltkaya’nın İbn Sina çevirisi ile Babânzade Reşid’in İbn Tufeyl çevirilerinin güncel Türkçeye “sadeleştirilmesi” söz konusudur. Ayrıca Gerek İbn Sina’nın gerek İbn Tufeyl’in yazdığı iki Hayy anlatısı da içerdiği pek çok kavram, alegori ve tartışma nedeniyle kitapta çok sayıda dipnot ve açıklamalar bulunmaktadır. Özalp çeviriye pek çok dipnot ve açıklama ekleyerek metni okur açısından daha anlaşılır kılmaya çalıştığını belirtmiştir. Çünkü 12. yüzyıla ait söz konusu tartışmaların bilinmesi ve tartışmada yer alan kavramların izahı 21. yüzyıla okuru için oldukça mühim. 1996’da ilk baskısını yapan YKY çevirisi ile yeniden bilinirlik kazanan Hayy romanı (artık roman diyebiliriz) bundan sonraki Türkçe çeviriler için de cesaret verici olmuştur. Özalp’in çalışmasında temenni ettiği “kahramanın geri dönüşü” mümkün olmaya başlamıştır artık.

Tüm bu gelişmelere rağmen Hayy bin Yakzan’ı bir edebiyat eseri olarak göremediğimizi fark ettim. İslam felsefesi, zihin felsefesi, eğitim, pedagoji vs. gibi açılardan yapılan okumalar tatmin edici olabilir ancak bu tür bir okuma hedefinin dışında, sadece metne baktığımızda, edebî bir lezzet yakalamanın imkânı nedir? Orijinal dilinden çevrilmemiş, sık sık dipnotlarla bölünmüş ve yer yer çeviri zaaflarının görüldüğü bir eserden edebî bir lezzet yakalamak ne derece mümkün?

Derken Mehmet Hakkı Suçin’in Hayy bin Yakzan çevirisi imdada yetişti. Böylece Hayy bin Yakzan’ı edebî bir zevkle okuma imkânına da kavuşmuş olduk. Üstelik metin olabildiğince yalın, yani pek fazla dipnot içermiyor. Metnin bu şekilde kitaplaşmasının en büyük kazanımlarından biri de yediden yetmişe her okurun da artık Hayy’ı okuma ihtimali! Gençlerden oluşan okuma grubumla birlikte Hayy bin Yakzan’ı Suçin çevirisinden okuma deneyimine sahip bir öğretmen olarak oldukça iyi sonuçlar aldığımı belirtmeliyim.

Daha kapağından kendini belli eden tasarımı, iç sayfa görselleri ve kolay okunurluğu sağlayan ara başlıkları ile kitap cazibesini ilan ediyor. Kitabın tasarımla özdeşleştiği günümüz dünyasında, özellikle de genç okurların kitaba yaklaşımları göz önüne alındığında ortaya konan çalışmanın önemi daha iyi anlaşılır sanırım. Liseli gençlerin ellerinde, unutulmaya yüz tutmuş bir İslam klasiğini yeniden görebiliyorsak Özalp’in temenni ettiği “kahramanın geri dönüşü”ne dair umudumuz artıyor demektir.

İki tercüme arasında yürüttüğüm kıyas neticesinde bazı sonuçlara vardım. Bu sonuçlar, yürütülen tüm çeviri faaliyetlerine rağmen Hayy’ın hâlâ neden daha fazla okura ulaşamadığının açıklaması olabilir. “Kahramanın geri dönüşünü” hızlandırma arayışı da diyebiliriz.

Mehmet Hakkı Suçin’in Hayy bin Yakzan çevirisinde en başarılı bulduğum nokta İbn Tufeyl’in “din dili”nin korunması olmuştur. Hayy deyince akla gelen Özalp’in çevirisindeki aşırı Türkçeleştirmenin metne gölge düşürdüğünü düşünmüşümdür her zaman. Örneğin Allah yerine “Tanrı”, “ilah yoktur” ifadesi yerine “tapacak yoktur”, besmelenin karşılığı olan “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” ifadesi yerine “Tanrı adıyla başlarım” gibi tercihler nedeniyle metne sonradan giydirilmiş bir tını hâkim. Hayy’ın hikâyesinin yer aldığı kısımda, kendi başına bir insanın Yaratıcı Özne fikrine ulaştığı durumlar için Tanrı kelimesinin kullanılması olağan kabul edilse de Müslüman bir yazarın 12. yüzyılda kaleme aldığı metinde, eserini bizzat kendisinin açıkladığı bölümlerde bile “Allah” lafzının kullanılmaması iddiamı doğrular niteliktedir. Hatta Absal’ın Hayy’a öğrettiği dinde dahi Allah lafzı geçmiyor, hep Tanrı ifadesi tercih ediliyor. Özalp’in çevirilerinde Tanrı sadece tek bir adla yer alırken Mehmet Hakkı Suçin çevirisinde Rab, İlah, Cenab-ı Hakk, Hakk gibi Allah’a ait diğer isimler de yer alıyor.

Bir başka husus da Özalp çevirisinde bazı 12. yüzyıl İslam felsefe geleneğine ait kavramların aşırı Türkçeleştirmeye maruz kalmasıdır. İbn Tufeyl’in tartışmaya açtığı kavramlar yer yer parantez içinde, olması gerektiği gibi verilmiş olsa da parantezle açıklanmayan doğrudan çevirilerde aşırı Türkçeleştirme durumu söz konusu. Örneğin bir insanda potansiyel olarak bir şeyin bulunması anlamına gelen “kuvvet” terimi “güç” olarak çevrilmiş. “Nazari ilim” yerine “düşünme yolu”, “inkişaf” yerine “durumu görmeye özgü bir araç” gibi kelimeler tercih edilmiş. Suçin ise İslam felsefesi içerisinde yer alan kavramları çoğunlukla olduğu gibi vererek çok az parantez içi açıklama ihtiyacı duymuş.

Özalp’in yayına hazırladığı çevirideki kimi çeviri tercihlerinin metni anlamayı zorlaştırdığını düşünüyorum. “Özdekten arınmak, yüce bağıntılar, Tanrı’nın görünme yeri, ikircim, kahredici ünlü kılıç Muhammed, gönendirici bilgi” gibi ifadelerin ortalama bir okurdan ziyade daha üst düzey bir okur kitlesine hitap ettiği açıktır. Kitapta yer alan buna benzer kelime tercihleri nedeniyle Hayy bin Yakzan’ı okumak çok ‘sofistike’ bir eylem olarak tanımlanmıştır.

Bir lise öğretmeni olarak öğrencilerimin elinde Hayy bin Yakzan gibi etkisi yüzyıllara uzanan bir İslam klasiğini görmek beni ziyadesiyle memnun ediyor. Özalp’in yayına hazırladığı Hayy anlatısını, her ne kadar tarihin tozlu sayfalarından çıkıp bizi bulmuş olsa da, bir “ders kitabı” gibi görmekten de kurtulamadığımızı düşünüyorum. Oysa Hayy bin Yakzan’ı ilk olarak bir edebî metin olarak kabul etmek ve sadece metinle başbaşa kalarak insan, doğa ve Allah arasındaki ilişkiye dair düşünmek “kahramanın geri dönüşü”nü temenni edenler için daha hızlı yol almayı sağlayacaktır.

Roger Garaudy’in İslam’ın Vadettikleri’nde ifade ettiği gibi, “İbn Tufeyl’in felsefi romanı, 16 asırdan beri Batı’ya kaybetmiş olduğunu tüm boyutları ile iade ederken” bize de kaybettiklerimizi yeniden hatırlatacaktır.

İşe öncelikli olarak Hayy kelimesinde yitirilen “y” harfini aramakla başlayabiliriz.

Ayşenur Narboğa