Tunç Kurt

Tanıdığım ya da sosyal medya vasıtasıyla bir şekilde bildiğim pek çok yazar kitabını tanıtmak için elinden geleni yapıyor. Kitap görselini sıklıkla paylaşmak en belirgin yöntem. Bazen mizahi tweetler atıp eğlenceli paylaşımlarda bulunuyorlar, bazen çekiliş yapıp imzalı kitaplar hediye ediyorlar, bazen de kitabın yeteri kadar satılmamasıyla ilgili sitemkâr sözler işin içine girebiliyor. Bu tavırları yanlış bulmuyorum. Nihayetinde herkes okunmak için yazıyor. Yazma eylemi bireysel olsa da kitap raflarda yerini bulur bulmaz yazarının elinden çıkmış oluyor. Devamında etkileşimi beklemekten başka yapacak pek bir şey kalmıyor. Merakla bekliyoruz. Okunup okunmadığımızı bilmek istiyoruz çünkü onca emek, ancak okuyucuya ulaşınca karşılığını buluyor. Kimse kitabı depolarda çürüsün diye yazmıyor haklı olarak. Yayınevlerinin yeteri kadar yapamadığı reklamı, yazar kendi yapmak zorunda kalıyor. Ben de pek çok kez bu yolları denediğim için bu durumu anlıyorum ama bir noktadan sonra bu çabanın gereksiz olduğuna kendimi ikna ettim.

Pek çok edebi tür gibi öykü kitaplarının da raf ömrü oldukça kısa. Yeni gelenler rafında bir iki hafta durduktan sonra “Öykü-Roman” bölümüne geçiş yapılıyor. Orada da göstermelik bir iki tanesine yer veriliyor. Özellikle kitabınızı aramıyorsa bir okurun o karmaşada kitabınızı görüp alması pek mümkün olmuyor.

Bunca çaba bunun için mi? Bu sorunun yanıtını bulmak oldukça bezdirici. Bunca çabanın karşılığı bu olmamalı elbette. Yıllarca pek çok öykü yazıp bunları dergilere gönderiyoruz, dergilerde yayımlanmasını bekliyoruz, yayımlanan öykülerden içimize sinenleri bir araya getirip dosya oluşturuyoruz. Bu dosyaları yayınevlerine gönderiyoruz. Aylarca süren bekleyişten sonra olur da yayınlanırsa o kitabın kaderi bir rafta yok olup gitmek olmamalı. Kısacık bir soru aslında upuzun bir yolculuk.

Bir öykü kitabının ilk baskısı genelde bin adet yapılıyor. Yani bütün çaba bin kişiye ulaşmak için. Eş dost, aile derken bin sayısına ulaşmak yine de mümkün olmuyor çoğu kez. Bir anlamda bu sayı bir itibar, hatta izzetinefis meselesine dönüşüyor. Kısa sürede ikinci baskıyı görmek en çok önemli hale geliyor çünkü bu durum, “Bu kadar kısa zamanda tükendiğine göre iyi olmalı” algısı yaratıyor. Kısa sürede tükenmese bile seneidevriyeyi görmeden ikinci baskıyı yapmasında fayda varmış gibi bir zorunluluk ortaya çıkıyor. Özetle, ne kadar erken tükenirse o kadar iyi. Hal böyle olunca yazarın kitap sonrasındaki çabası da önemli hale geliyor çünkü yayınevi birkaç tweet atmış, Instagram’da kitap görselini paylaşmıştır, birkaç dergide, gazetede, internet sitesinde kitap hakkında tanıtım yazısı ya da yazar söyleşisi yayımlanmıştır ama bu yine de yeterli olmamaktadır. Kitap “Yeni Gelenler” rafında yerini almıştır, bir iki hafta sonra görünmez hale gelecektir. Bu süreçte yazar elinden geleni yapar. Kitap hakkında yazılan yazıları, yapılan söyleşileri sosyal medyada paylaşır, yüz yüze yapılacak bir kitap buluşmasının ya da imza gününün duyurusunu yapar. Tüm bu çabalar kıymetlidir ve gereklidir ama yine de kaçınılmaz sona yaklaşılmıştır. Bir yıl içerisinde artık kitap hakkında eskisi kadar konuşan, paylaşımda bulunan kalmamıştır. Yıllarımızı ve emeğimizi verdiğimiz kitabımız, diğerleriyle aynı kaderi paylaşan kitap yığını arasında görünmez hale gelmiştir.

Diyelim ki kitap 1000 barajını geçti ve 2. baskı yapıldı. Yani o büyük eşik aşıldı ve diğer öykü kitapları arasından sıyrılıp rüşdünü ispat etti. Ya sonra? Bana kalırsa yazar asıl tıkanmayı burada yaşamaktadır. Büyük bir ihtimalle sona gelindiğinin farkındadır. Ötesinin olmayacağını biliyordur ama yine de bin kişiye ulaşmış olmanın haklı zaferini yaşamaktadır. Hakkıdır da, bin kişi deyip geçmemek gerekir. Belki sosyal medyadaki takipçi sayısının, camiada tanınmışlığının da etkisi büyüktür ama yine de o meşhur 1000’in içinde gerçek okur sayısı kaç kişi? Aklıma sosyal medyada da sıklıkla duyduğum bir espri geliyor: “1000 kişinin 800’ü zaten yazar.” Elbette bu esprinin çıkış noktası çok fazla öykü yazarı olması. Kitabı olan ya da henüz kitabı olmayan ama büyük ihtimalle bir gün kitap sahibi olacak yazarları dâhil edince bu espri anlamlı hale geliyor. Elbette öykü yazarları da öykü okurudur, onlar da 1000’e dâhildir. Şaka bir yana, 1000 satan bir kitabın okurlarının 800’ü öykü yazarıysa, gerisi eş dost, aile ve diğer okurlarsa bence o kitap gerçek anlamda başarıyı hak etmiştir.

İkinci, üçüncü, dördüncü… Baskıları yapan öykücüler de var. Bunun pek çok sebebi olabilir ama bir şekilde bu mücadeleyi hakkıyla verdikleri anlamına gelir. Dediğim gibi bu sayılara ulaşmak kolay değil ama yine de kendi kitabımızın reklamını yapmaya değer mi emin değilim.

Kafa karışıklığımı daha eski yazarlara ve kitaplara bakarak açıklamaya çalışayım. Öykünün gelişimini yakından takip eden hemen herkesin nirengi noktası 50 kuşağı oluyor. Öyküye dair modern ürünlerin ustalıkla ortaya konduğu bir dönem. Sadece öyküde değil hemen her türde 50 kuşağı bambaşka. Döneminde ilgi gören eserler, günümüzde de hâlâ kıymetini koruyor. Aslında iyi edebiyat bir şekilde varlığını sürdürüyor. Hem de yazarından bağımsız olarak.

O kadar geriye gitmeye bile gerek yok. 60’lar, 70’ler, 80’ler… İster istemez bazı isimleri keşfettikçe aslında o yazarların çok da okunmadığını, hatta bazılarının isimlerinin bile bilinmediğini fark ederiz. Bu da öyküyle işi olan herkes için rahatsızlık verici bir durumdur. Ben de Feyyaz Kayacan, Hür Yumer, İlhan Tarus, Behiç Duygulu, Özcan Ergüder, Zeyyat Selimoğlu, Kâmuran Şipal, Sadri Ertem, Feride Çiçekoğlu gibi isimleri sık sık anarım ve neden okunmadığını ya da bilinmediğini anlamaya çalışırım. Sanırım bunun cevabı, bizleri de bekleyen kadere işaret ediyor. Öykü hiçbir zaman tutunabilen bir tür olmadı. Muhtemelen hiçbir zaman o 1000 kişinin ötesine ulaşamayacak, ulaşsa bile niceliğin ötesine geçmeyen bir gaye olarak varlığını sürdürecek.

İşte bu yüzden yazarların kitaplarını tanıtmak için gösterdikleri çabayı çoğu zaman yersiz buluyorum. Anlıyor ve saygı duyuyorum ama yine de öykü türünün taşıma suyuyla dönmeyeceği inancındayım. Perde arkasından sessizce izlemek de reklam yapıp insanlara okumadıkları için sitem etmek de bir tercih.

Bence öykücü, öykülerini kendisi gibi kişiler için yazar. Bu kişiler bizim gibi düşünen, benzer okuma kültürüne sahip, benzer zevkleri ve de benzer tepkileri olan kişilerdir. Bu yüzden aslında en başta kendimiz için yazarız. Diğerleri, yani sözünü ettiğim benzer kişiler, bizden farklı değillerdir. İçinden aile, arkadaş çevresini çıkardığımızda geriye kalan bir avuç insandır onlar. Bu kişiler, kaç kişidir bilinmez ama sayıyla ölçülemeyecek değerdedirler.

Tunç Kurt