The Lost Daughter (Karanlık Kız), Elena Ferrante’nin aynı adlı romanından uyarlanan, en iyi senaryo, en iyi çıkış yapan yönetmen ve en iyi kadın oyuncu gibi dallarda ödüllü bir edebi sinema örneği. Filmin yapımcısı ve yönetmeni olan Maggie Gyllenhaal, bu ilk uzun metraj deneyimindeki başarısı ile ayrıca dikkatleri üstüne çekiyor. Gyllenhaal’nın oyuncu kimliğine has yönünü ortaya koyduğu gözlem ve yaratıcılığı, bir oyuncunun gözünden deneyimlediği anlatım ve perspektifin, kamera arkasındaki yönetmen kimliğini beslediği anlaşılıyor. Sadeliğin içindeki girift yapıyı açığa çıkaran anlatımı ve kendinden emin tavrı, seyirci tarafından da hissedilen bu haklı tavrı boşa çıkarmıyor ve filmi usta işi bir yere konumlandırıyor.

Metaforik unsurlarıyla, kadın olma kavramına ait gündelik, sıradan görüntüleri, anları, nesneleri ve ilişkileri kurcalayan, patriyarkal sistemin tehditkâr, kontrolcü iktidarıyla cesurca hesaplaşan ve bunun üzerinden ürettiği karşı/alternatif söylemi şiirleştirebilmiş bir dramatik yapı ile karşı karşıyayız. Çığırtkan olmayan cesaretin, bencillik olarak görülenin aslında özgür bir benliğe, varoluşa sahip çıkma mücadelesi olduğunu kanıtlayan ve kadın varoluşu açısından arketipik bir yalanı sürdürmek yerine dürüst olmayı tercih eden Leda karakteriyle annelik/kadınlık durumlarını ve yıkıcılığını birbiri içerisinde düşündüren film, zihinlere küçük kesiklerle büyük yaralar açıyor. Toplumsal klişeleri, geleneksel ve eril egemen tarihin beklentilerini, bu beklentilerin tanımladığı annelik ve kadınlık temsillerini reddeden yönüyle bir anti-kahraman olan Leda, kadın olmanın sınırlarını ve ihlallerini belirleyen kuşatıcı tahakküme karşı koyarken kendiyle savaşmayı da göze alıyor.

Ataerkil iktidarın karanlığı altında kadın varoluşunun izini süren ve bu karanlığın kaynağı olan çürümüşlüğü adım adım gün ışığına çıkaran hikaye; sorgulayıcı oklarını, geleneğin beklentisi ile betimlenmiş kadınlık halinin öznenin gerçekliğiyle uyuşmaz yapısına ve annelik temsiline yöneltiyor. Kadınların psikolojik, sosyal ve toplumsal anlamda kendini gerçekleştirmesine ket vuran normlarla korunaklı olan geleneksel yasaları, cinsiyet eşitsizliği ile temellenmiş kültürel kodları ve kadim eril tahakkümü başarılı, entelektüel bir kadın olan Leda’nın (Olivia Colman) annelik/kadınlık ile kendiliği arasında kalmış hikayesi üzerinden sorgulanıyor. Dayatılan kadınlık rolünün benlikle uyuşmazlığı, kendini gerçekleştiremeyen öz varlığın yaşamaya tutkulu, güçlü ve özgür yanına dair bütün sonuçlar, Leda’nın deneyimleri üzerinden gözler önüne seriliyor.

The Lost Daughter (Karanlık Kız) filmi; elli yaşlarında çalışkan, zeki, düşlemi zengin bir edebiyatçı ve akademisyen olan Leda’nın yirmili yaşlarındaki iki kızından (Bianca ve Marta) uzak, kendiyle başbaşa kalmak için bir ada kasabasında geçirdiği birkaç günlük yaz tatilini anlatır. Boşanmış bir anne olan Leda’nın genç anne Nina’ya (Dakota Johnson) dair gözlemleriyle uyanan anıları, onu kadınlık travmalarıyla ilgili içsel bir çatışmaya sürükleyerek yarım kalmış bir hesaplaşmayı tamamlamaya zorlar. Bilincini geçmişin dehlizlerinden bilinçdışı bir ihtiyaçla bu egzotik adaya kaçıran Leda, yaz mevsiminin dingin ve rehavet verici atmosferinde, “yabancı/turist” olduğu bu yerin belleksizliğine sığınmıştır. Sahil, güneş, deniz kum gibi pastoral bir atmosferde geçen filmin duygusu, Leda’nın psikolojik geriliminin ve itiraf etmesi kolay olmayan gerçeklerin etkisinden olsa gerek, kasvetli ve soğuktur. Leda, etrafındaki insanlarla kurduğu ilk diyaloglarda kaygılı, tutuk ve katatoniktir. Bir suçu saklamaya çalışır gibi tedirgin olan Leda, bir süre sonra adada yabancı olmanın verdiği rahatlıkla sakladıklarını katartik bir etki ile adeta ortaya saçar. Tanımadığı insanlara kadınlığı ve anneliğine dair sınandığı, zorlandığı anılarını bir monolog içtenliğinde, bilinç akışıyla anlatır. Leda’nın iç dünyasındaki açmazlar, çocukluğu, kadınlığı ve anneliğine ait travmaları, yaş almamış olan bocalama ve şaşkınlıkları, sarhoş edici pastoral fonu istila eder.

Psikolojik gerilimli bir karmaşa ile mücadele eden Leda’nın dış dünyaya yönelik kurmaya çalıştığı denge, kiraladığı evde masanın üstünde taze görünen parlak portakallar gibi aldatıcıdır. Görünenin arkasındaki şey, küflü yani “yara”lıdır. Bu yüzden olsa gerek, film boyunca bir yerlerde açık kalmış bir pencereden giren soğukla üşüyor, tuhaf bir tekinsizlikle Leda’nın acıyan yerlerini duyumsuyorsunuz. Yaraları gözüktükçe kadınlığın kahramanlık mertebesi olarak görülen annelik rolüne en dürüst yerden bakabilme cesareti kazanıyorsunuz.

Leda, çocukluktan şimdiye varan travmatik kadınlık deneyimlerinin yarattığı çelişki ve yüzleşmelerle dolu geçmişine yeni şeyler öğreneceği bir yolculuk yaparken, bu yolculukta Leda’ya sürekli bir dejavu yaşatan Nina’ya rastlarız. Nina, Leda’nın geçmişidir. Ancak Leda, Nina’nın gelecek öyküsü olacak cesareti göstererek ne istediği ve ne istemediği konusunda güçlü bir uyarılma yaşayacak mıdır, muğlaktır.

Erk İktidarın Pekiştirici Faktörü: Callie

Mafyatik kocasının iktidarı ve anne adayı görümce Callie’in (Dagmara Dominczyk) kendini bu eril iktidar alanında güvende ve dahil hissetme kaygısıyla gösterdiği itaatkâr tavır, Nina’yı yalnız ve o adada tutsak gibi hissettirir. Callie kaba, otoriter tavrıyla, kocanın mafyatik ve bencil iktidarına öykünür gibidir. “Koca”nın yokluğunda Nina üzerindeki simüle baskısıyla, erkek egemen iktidarın sürdürücü faktörü olur. “Erkekleşen” Callie, kendisine güçlü, imtiyazlı ve güvenli sandığı bir alan inşa eder. Bu alan, kadınlığın habitatını tüm özgür ve özgül yanlarını dışarda bırakan, gerçek dışı ve tehlikedir.

Kocasının ebeveynliğini yapmaması, Nina’nın annelik icrasında sorunlar yaratmaya başlamıştır. Nina; koca, görümce ve kızı Elena’nın varlığı ve kendinden beklenenlerle örülü bir iktidar sarmalının içindedir. Peki fedakarlıkla ölçülen “annelik makamının” gerekliklerini yerine getirmekte zorlanan Nina’nın doğal annelik güdüsüne ne oldu?

Nina’nın Aynasındaki Yüzleşme

Kadınlığı ve benliği arasında henüz bütünlük kuramamış olan Nina, kendine ve sürdürmekte olduğu annelik/eş rollerine yabancılaşır. Ancak bu yabancılaşmanın tanımını yapamaz. Oysa Leda, Nina’nın geçtiği yollardan geçmiş ve çok zor olsa da bu yabancılaşmanın anlamını kendince bedel ödeyerek çözmüş, dahası bu anlamı yaşamına pratik olarak katabilmiştir. Ancak görünen odur ki Leda, geçmişteki eylemi ve vicdanı (anneliği) arasında birtakım çatışmalar yaşamaktadır. Bu vicdan Leda’nın değil, toplumsal ve kültürel sistemin öğrenilmiş kolektif baskısıdır. Çocuklarını beş ile altı yaşlarında babalarına bırakarak üzerindeki adil olmayan sorumluluktan ve en çok da annesine benzememek için kaçan Leda, kızlarından ayrı geçirdiği üç yıla ait düğümleri Nina’nın aynasında yüzleşerek çözecektir. Aile kavramındaki ve mesleki hayatındaki kadınlık personalarıyla çatışma yaşayan ve bu çatışmalardan cesur sonuçlarla geri dönen Leda için suçluluk duymamaya alışmak biraz zor olsa da “kendi” olabilmenin hafifliğini duyumsamak buna değerdir. Leda’nın çocuklarından ayrı geçirdiği o üç yıl boyunca kendini harika hissettiğine dair itirafı Nina’ya yapmış olması ise oldukça ironiktir.

Leda’yı rahatsız eden şey; içindeki üretme ve var olma hevesine engel olan, benliğini eve, “mutfağa” kıstıran kaderi aşmış olmanın özellikle çocukları tarafından anlaşılmayacağı gerçeğidir. Bütün sorgulamaların sonucunda kadınlığı, anneliği ve kabul görmez eylemi ile barışacak olan Leda’nın kıyıya vurmuş ölü balık gibi yerde beyazlar içinde uyanışını, bu barışı ve getirdiği özgürleşmenin sembolü olarak okuyabilmek mümkün.

Oyuncak Bebek ve Öğretilmiş, Öğrenilmiş Kadınlık

Genç Leda’nın (Jessie Buckley) anne evinde oyuncak bebek fenomeni ile tohumlanan kadınlık evreni, evlilik hayatında kocasının, iş hayatında ise başarılarını görmezden gelen erkeklerin istekleriyle inşa edilmiştir. Çocukluk belleğinin nesnesi olan oyuncak bebek, feda kültürünün anneden kıza aktarılan/aktarılması kaçınılmaz geleneksel bir öğretisi olduğunu imler. Sosyal ve toplumsal alanda kadının her koşulda bakım ve hizmet veren “yan kişi” rolünde olması gerekliliği, geleneksel kadın figürünün “mutfakta”ki görevi, çocukluk oyunları ve oyuncak seçimleri aracılığıyla belleğe işlenir. Bu yüzden, Leda’nın Elena’nın kaybolan oyuncak bebeğini hastalıklı bir davranışla saklaması ve bu bebekle çocukluk hayatına ait bir hesaplaşma yaşaması oldukça anlamlıdır. Anneliğini, annesi ile arasındaki sorunlu ilişkisinde tartan Leda, çaldığı oyuncak bebeğin içindeki kurtlu birikintileri –ki bunlar yemek kalıntıları, abartılmış bir doyurmanın/görev bilincinin sonucudur– temizleyerek, çocukluk belleğine kazınmış kadınlık öğretilerini ve bu belleğin yetişkinliğine aktarılmış sekellerini onarmak ister. Oyuncak bebeği paklar, temiz giysiler giydirir, zamanı başa almaya ve belleğini yenilemeye ihtiyaç duyar. Annesinin miras bıraktığı kadınlık öğretilerini ve ezberlerini bu şekilde reddeder. Kendiliğini, kendi seçimleri ve anlamlarıyla tanımlamaya kalkışır. Bu noktada Leda’nın annesi ile oyuncak bebek üzerinden kurduğu geriye dönük yüzleşme, Leda’nın anneliği, kadınlığı ve hikayenin düğümü olan eylemiyle ilgili çok şey ifşa eder.

Leda’nın hikayesi ekonomik, sosyal sınıf ve statünün, bir kadının varoluş arayışında karşılaşacağı güçlüklerden muaf olmaya yetmediği gerçeğini de açıklar. Nitekim Genç Leda, çalışkanlığı ve üretimlerine rağmen akademik hayatında hep geride durmak zorunda kalmış, başarılarının tatminini yaşamaya neredeyse utandırılmış, cevherinin parıltısı gizlenmiş, sahnenin gerisinde ve erkek egemenin kontrolüne bırakılmıştır.

Genç Leda için biçilen kadınlık rolü, çocukluğunu, mesleki hayatını, cinselliğini, anneliğini kısacası benliğini ele geçirmiş, yeteneğinin, zekasının, öz varlığının önüne geçmiştir. Ve Leda, kadınlık rollerinin dayatılmış bütün evrimlerinde susmaya, benliğini bastırmaya çalışsa da “annelik” rolünde tökezlemiş, rol ve kast dışına çıkmış; kendiliğine, geçmişine, geleceğine ve çocuklarına dürüst olmayı seçerek yaşamında belki de ilk defa kendisi olmuştur. Peki Leda için dürüstlük, özgürlük olan şey toplum için ne demektir? Kadim kadın imgesine ihanet, bencillik, kutsal annelik mertebesine saygısızlık, itaatsizlik… İdealize edilmiş, fedakârlıklarla kutsallaştırılmış anne ve eşlik görevlerinden istifa eden Leda, toplumun “kahramanı” olmayı reddederek kendi hayatının kahramanı olmayı seçmiştir.

Ebeveyn Olmanın Travmaları

Bu hikaye aynı zamanda sanata sıkça konu olan, psikolojide (özellikle psikanalizde) en çok üzerinde durulan ve süregelen pratik kuramsal sonuçlara sebep olmuş bir meseleyi; bireyin psikolojisini, kişiliğini, yaşamını inşa eden “ebeveyn etkisini” bu kez tersten örüntülüyor ve ebeveyn olmanın travmatik olma ihtimaline dikkat çekiyor. Çocuk için ebeveyn bir noktada kaderdir; kişiliğimizin, geleceğimizin tohumu olan geçmişin, çocukluğun mimarıdır. Bireyin anlaşılması, çözümlenebilmesi ve travmaların tespit edilip onarabilmesi için, hep aynı yer yani çocukluk ve çocukluğun ebeveyn ilişkisi irdelenir; ebeveynin, geçmişteki çocuk şimdinin yetişkini üzerindeki hasarına bakılır. The Lost Daughter (Karanlık Kız), ana karakteri Leda özelinde ebeveyn olmanın güçlüklerini de bir parça hatırlatarak, travmalar yaratan bir yapı olabileceğine işaret ediyor. Böylece ebeveyn olmanın da benlikte önüne geçilmez birtakım yaralar açabileceğine dikkat çekiyor. Nitekim Leda, anne adayı olan Callie’ye, kendi annelik deneyiminin yıkıcılığına maruz kalmış bir anne olarak “Çocuklar, yıkıcı bir sorumluluktur” der. Belki de aile kavramı, ebeveyn ve çocuğun karşılıklı birbirini kayıplara uğrattığı bir tür iktidar ilişkisi demektir. Alışkın olunanın dışında, aile içerisinde çocuğun değil de bu kez ebeveyn (anne) gözünden aile kavramına bakılıyor olması psikolojik, sosyal ve sanatsal anlamda yeni bir tema ve alternatif bir düşünme biçimini doğurduğundan oldukça kıymetli.

Oyuncularından yönetmenine kadınların güçlü sinerjisi ile ortaya çıkan bu film, edebiyattan sinemaya uyarlamalarda, perdedeki yorumun eserin bir fragmanı olabileceği tespiti ışığında düşünülürse, hikayeyi bir de Ferrante’nin kaleminden okumayı, anlamayı gerekli kılıyor gibi.

Serpil Canalan