Nuray Elçin

Banyodaki musluk yine damlatıyor. Ritmik tıp tıp sesleri beynimde paldır küldür bir gürültüye dönüşürken bildiğim tüm küfürleri sıralayıp musluğun ucuna bir bez parçası sarıyorum. Yarın bir tamirci çağırmalı diye düşünürken uyuyup kalıyorum.

Annem sesleniyor mutfaktan: “Musluk yine damlatıyor.” Sesinde mırıl mırıl bir bıkkınlık, yorgunluk, mutsuzluk var. Tamamını duymadığım kesik cümleler. Babama kızdığını, onu hiç sevmediğini biliyorum. Anneme göre dünyanın en beceriksiz, en sefil insanı babam. Sabah uyanır uyanmaz başlayan, sadece uykusunda ara verdiği şikayet zincirine bir halka eklemek için mutlaka bir sebebi oluyor. Babam ya alıştığından ya da umursamadığından hiçbirine cevap vermiyor. Babam susuyor da susuyor. O sustukça evdeki her şey “artık konuş be adam” dercesine harekete geçiyor. Damlayan musluklar, patlayan ampuller, vidalarını gevşetip bir kenarını sallandıran dolap kapakları, kapanmayan çekmeceler, yer yer dökülen duvar boyası, babam bir el atsın da annem artık sussun diye çırpınıyor.

Babamın parmağını görünmez bir ekranda kayırıp annemi sessize aldığına inanıyorum. Yoksa onca tantanaya dayanamaz insan, çeker gider ya da kırar döker. Ama babam dayanıyor, balkona çıkıp yazın kısa, kışın uzun kollu giydiği uçuk mavi, kişiliksiz gömleğinin cebinden bir sigara çıkarıp yakmadan önce uzunca bir süre bekliyor. O sigarayı yakmak için bile insanın sabrını zorlayacak kadar bekliyor. O beklerken ben balkon camına yansıyan görüntüsünü inceliyorum. Zayıf, çelimsiz vücuduna bakınca içimi bir acıma duygusu kaplıyor. Bu yüzden bütün çocukluğumu anneme kızarak babama üzülerek geçiriyorum. Sanki annem konuştukça babam eskiyor. “Beceriksiz bu adam” dediğinde saçları dökülüyor, “Pısırık” dediğinde kilo veriyor, “Sefil” dediğinde küçülüyor babam. En sonunda babam o kadar eskiyor ki gömüyoruz onu. Bana kalırsa hasta yatağında annemi dinlemek zorunda kalmamak için hasta olduğunu bile söylemiyor. Sessiz geçen hayatını yine sessiz sedasız bitiriyor. Tabutu küçücük görünüyor gözüme ve çok hafif geliyor. Babam, tabutunu omuzumda taşırken hafif olduğu için üzülüyorum. Keşke biraz ağır olsa diye geçiyor aklımdan ve o ağırlık bütün hayatım boyunca üzerimde kalsa.

Anneme bakıyorum. Ağlıyor. Bazen sessiz, bazen feryat figan ağlıyor. Ara sıra göz göze geliyoruz. Gerçekten üzüldüğüne inanmak istiyorum ama aklında babamın yarım kalan işleri olduğuna yemin edebilirim.

Eve girer girmez balkona çıkıyorum. Babam gibi sigarayı uzunca bir süre ağzımda bekletip yakıyorum. İçeriden annemin sesi geliyor, “Gitti aslan gibi kocam.” Dünyanın en büyük yalanının bu cümle olduğunu bilmenin huzursuzluğuyla annemden yana hiç bakmadan erkeklerin oturduğu odaya geçiyorum. Odadaki erkek kalabalığında babamdan bir iz arıyorum. Ne hemen yanı başımda oturan Hikmet Bey gibi cüssesi ne dua okuyan cami imamınınki gibi tok bir sesi ne de duadan sonra siyasete kayan konuşmayı alevlendiren Cemil Amca gibi net cümleleri vardı. Alt komşumuz Orhan Amca gibi iş bitiren bir adam da değildi. Orhan Amca babamın vefat haberini alır almaz bütün iş ve işlemleri eksiksiz ve usulünce yerine getirmiş, babamı hakkıyla uğurlamamızı sağlamıştı. Hiçbir aşamasına dahil olmadığım cenaze töreni, öncesi ve dahi sonrası tıkır tıkır işleyen bir makine gibiydi ve hepsi Orhan Amcanın eseriydi. Ölen babam değil de Orhan Amca olsaydı babam bu süreci nasıl yönetirdi diye bir düşünce geçtiyse de aklımdan, babamı bu düşüncenin hiçbir anına yerleştiremiyorum, zaten çok da uğraşmıyorum. Kadınların uğul uğul ağıtlarının arasından seçebildiğim sıfatların hiçbiri babamın üzerine oturmuyor. Babam sessizdi, silikti, bir topluluk içerisinde söylediği hiçbir sözcük hedefine ulaşmaz, daha yollarda kaybolur giderdi. Babam bu hayata tesadüfen gelmiş, gelmişken de bir zahmet yaşayıp gitmişti.

Arada sırada küçük tebessümlerine şahit olmuşluğum vardı elbet ama onları bile suç işlemiş de izi kalmasın hesabı hiç olmamışçasına silerdi. Demem o ki babam şöyle hakkını vererek gülmeyi dahi beceremezdi.

Evdeki varlığı kapladığı koltuk köşesi, mutfaktaki plastik sandalye ve yatağın sol tarafı kadar olan babam, aslan gibi değildi. Annem için son nefesini verene kadar şikayet edebileceği bir koca, benim için yarım bıraktığı her şeyi tamamlamak zorunda kalacağım bir babaydı; o kadar.

Banyodaki musluktan gelen tıp tıp sesiyle uyanıyorum. Figen mutfaktan sesleniyor. Sesinde mırıl mırıl bir bıkkınlık, yorgunluk, mutsuzluk var. “Musluk yine damlatıyor,” diye bağırıyor. Ardından yarısı ağzının içinde kalan, yarısı dişlerinin arasından fırlayan şikayetler silsilesi. Tamamını duymadığım kesik cümleler. Bana kızdığını, beni hiç sevmediğini ama öldüğüm zaman arkamdan “Gitti aslan gibi kocam,” diye ağlayacağını biliyorum. Musluğa bir bez parçası sarıp balkona çıkıyorum. Yarın bir tamirci çağırmalı deyip sigaramı yakıyorum.

Nuray Elçin