“Bu ülkenin insanlarını da, aydınlarını da, danslarını da, ve evet rakıyı da korumak için kapitalizm dışı bir alternatifi konuşmanın zamanı geldi de geçiyor.”

Orta Asya dansları Osmanlı saray dansı üzerinde etkili olmuş, sonra buna bir de Mısır’ın ve Türk Romanlarının dansları da eklenerek aynı potada erimişlerdi. Bu son derece nevi şahsına münhasır, hayat dolu raks etme tarzı Roman dansözler tarafından yirmili, otuzlu yıllarda başlatılmış, doksanların ortalarına kadar da evrimleşerek hayatına devam etmişti. Sonra bir anda bir tür nesil “tükenmesi” oldu: Türkler göbek dansının turistler için olduğuna karar verdiler. Birçok Türk dansöz iş bulamadığı için Arap ülkelerine gitmek zorunda kaldı. Bugün Türkiye’de seyredeceğiniz şeye elbette “Türk dansı” denebilir, sonuçta dans edenler Türk, ama doksanlardaki şey artık öldü.
Amerika’da yaşayan Ermenilerin kültürünü anlatan Sağ Kalmanın Yankıları adlı belgeselin beşinci bölümünde, New England’da profesyonel olarak göbek dansı yapan Aslahan söylüyor bunu.
Malumunuz, ülkemizin birbirinden tuhaf özelliklerinden biri de bu topraklarda doğmuş bir insanın veya bir kültürün “olduğu gibi” kalabilmesi için Türkiye’nin dışına çıkması zorunluluğudur.
Yılmaz Güney’i veya Ahmet Kaya’yı düşünelim örneğin. Sürgüne gitmek Türkiye’de aydınlar için zorunlu hizmet sayılır, hatta belirli bir yaşa gelip de halen sürgüne gitmeyen aydınlar kaçağa düşmüş sayılabilir – fakat burada kaçtıkları şey muhtemelen kendi aydın vazifeleridir. Sürgünler, çoğu zaman kendilerini aydın yapan hasletleri ancak yurtdışında koruyabilir zira.
Fakat konu “aydınlar” olduğunda işin içine artık siyaset girmiştir, siyasal baskı da Türkiye’ye özgü bir şey değildir, diyorsunuz. Peki, öyleyse sürgünleri değil, düz gurbetçileri ele alalım. Gurbetçilerin yoğun olduğu Avrupa ülkelerine turist olarak gidip dışarıya kapalı gurbetçi cemaatlerinin beraberlerinde götürdükleri yöresel kültürlerini ait oldukları yörenin kendisinden çok daha özenli koruduğunu hayretle gözlemleyen birçok TC vatandaşının tanıklığı mevcuttur. Sözgelimi 1996 Hannover doğumlu, ailesi 1970’te Konya’dan göç etmiş olan bir gurbetçi genci düşünün. Bugün bu Hannoverli gencin, kendisiyle aynı tarihte fakat bu kez bizzat Konya’da, hatta diyelim ki Konya’nın Konya olduğu yerde doğan akranlarından daha otantik, bozulmamış bir Konya şivesiyle konuşuyor olması muhtemeldir. Hatta belki düğünündeki ilk dans şarkısını İrem Derici repertuarından seçmemiş dahi olabilir. Mucizelere inanınız.
Korunabilmesi için yurtdışına çıkarmanın mümkün olmadığı şeyler de vardır elbette, kentler gibi (Bazı antik kentler buna dâhil değildir elbette. Örneğin Pergamon Antik Kenti yıllar önce parça parça yurtdışına kaçırılmış, boynu bükük hâlde ait olduğu topraklara geri getirilip üzerine “Mehmet Ayşe’yi seviyor”, “98/2 Kral Devre” benzeri binlerce yazının kazınacağı saadet çağını beklemektedir). Bu nedenle memleket sınırlarının dışına çıkar çıkmaz sizi tarihi merkezi korunmuş onlarca kent beklerken (Batum, İskeçe, Filibe, hatta savaştan çıkma Halep…) 800.000 kilometrekarelik yurtiçinde Mardin ve Safranbolu’nun yanına bir üçüncü yer adı eklemekte zorlanırsınız.
Gezenler bilir, üçüncü sırada sayılabilecek yerlerin başında Kars gelir. Kars’ın konumuzla alakalı bir başka yanı daha vardır, hazır sözü geçmişken. Bir Kars fıkrası:
Kars’a yeni atanan vali, esnafın derdini, halkın taleplerini dinlemek istemiş, ayağının tozuyla çarşı pazar ziyaretine çıkmış. Karşılaştığı bir yaşlı amcaya hem şirinlik olsun hem de fıkranın eleştirel mesajı berbat bir mizahla perdelensin diye şiveli bir şekilde sormuş:
– Nassın dayı, eyi misen?
– Eyiyem eyiyem.
– Devletimizden, milletimizden razısan?
– Allah zeval vermesin… Yalnız bir maruzatım vardır, o da Ruslar. Vallahi Ruslardan şikayetçiyem.
Milliyetçi vali, Rus düşmanlığından memnun, amcanın devam etmesini isteyince:
– Bu benamus Ruslar’ın Allah belasını vere… Doksan sene önce geldiler, yolları yapıp, binaları dikip gettiler. Gidiş o gidiş… Ulan insan bir gün olsun varak Kars’a bir gidek de bakak, yollar bozuldu mu, binalar duruyor mu demez mi?
Acı bir “soylulaştırma” çağrısıdır bu fıkra.
Şehir plancılığında “çöküntü alanları” denen bölgeler vardır: Kent merkezinde yer alan fakat çeşitli faktörler nedeniyle etrafındaki diğer bölgeler gibi gelişemeyen, derin yoksulluk barındıran merkezlerdir buralar. En iyi örneklerinden biri olarak Beyoğlu’nun Tarlabaşı semti gösterilebilir. Sorunlu bir terim olduğuna kuşku yok, kentin merkezinde bir yoksul mahallesinin bulunmasını “çökme” kavramıyla ifade etmenin esasen o yoksul mahallelere “çökmenin” önünü açmak için icat edildiği apaçık. Bu ikinci “çöküş”ün (yani soylulaştırmanın) apaçık taraftarı olan liberal bir şehir plancısı arkadaş bana neden böyle düşündüğünü bir keresinde aşağı yukarı şöyle izah etmişti:
“Bu tür bölgeler genelde tarihi ve kültürel yapı stoklarının yoğun olduğu yerlerdir [Doğruya doğru. Tarlabaşı’ndaki binalar mimari estetik olarak İstiklal’dekilerden aşağı kalır değiller – H.S.]. Bu kültür varlıklarının yaşatılması içinse kamu olanaklarının sürekli seferber edilmesi yeterli olmaz, burada ikamet edenlerin de korumaya aktif maddi katılımları gerekir. Bu yüzden de bu tür bölgeleri bazen mecburen soylulaştırırsın.”
Görüşlerine elbette katılmamıştım ama mantığını anlamıştım. Zaten kapitalizme topyekûn bir alternatif düşünmediğiniz zamanlarda kapitalizmin kendi içinde ürettiği alternatifler hep mantıklı gelir. Gelgelelim sermaye, kültürel varlıklar için hislenen bir varlık değildir. Gölgesini satamadığı ağacı kestiği gibi, AVM’leştiremediği binayı da yıkar – tabii eğer AVM’leştirebiliyorsa ne âlâ. Demirören’iyle, Grand Pera’sıyla İstiklal’de olanların bize gösterdiği gibi.
Yöresel fıkralara bile konu olmuş bu “kaynağında koruyamamak” meselesinin billurlaştığı esas örnekse rakı oldu. Hatta ve hatta, Yeni Rakı öyle iki reklam filmi çekti ki adeta yukarıda tartışılan iki konuya da özellikle değinmek istemiş gibiydi.
Bunların birincisi, yurtdışındaki TC vatandaşlarına yönelikti. “Burası İstanbul” konseptli reklamın özelliği, İstanbul’da geçmemesiydi. Türkiye’de artık anason çayı içmek bile zenginlik göstergesi hâline gelmişken, meyhane kültürünün yaşatılması görevini yurtdışına yüklüyordu bu reklam. Bu yönüyle göbek dansından, sürgündeki aydınlara, yöresel şiveden tarihi eserlere varıncaya kadar, “kaçan korunur” ilkesini hatırlatır gibiydi.
İkinci reklamsa taze geldi ve yine çok konuşuldu. Fakat bu kez tam da yazının devamında anlatılan “sermaye mantığı” devredeydi: Gölgesini satamadığı ağacı kestiği gibi, rantabl bulmadığı alaturkalığı tarihin çöplüğüne gönderiyor ve (sosyal medyada tepki veren birçok insanın değindiği üzere) rakıyı “kolalaştırıyordu”. Emek Sinemasının başına ne geldiyse, rakının kaderi de aynı rotada çiziliyordu. Reklama gelen tepkiler bu nedenle çok haklı.
Gelgelelim Yeni Rakı da haklı. Bir kez daha hatırlatmak gerekirse neticede o da bir marka, kâr etmesi gerekiyor – senin kültürün için hislenen bir varlık değil. Kapitalizmin kendi mantığı içerisinde düşündüğümüzde rakıyı yaşatmanın başka bir yolu varmış gibi görünmüyor.
Öyleyse belki de bu ülkenin insanlarını da, aydınlarını da, danslarını da, ve evet rakıyı da korumak için kapitalizm dışı bir alternatifi konuşmanın zamanı geldi de geçiyor.
Hakan Sipahioğlu
biz hakan ile ne zaman arkadaş olacağız