
“Konstantiniyye (İstanbul) bir gün mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.”
Hz. Muhammed
Üniversitenin uzay araştırmaları bloğundaki odasının penceresinden her zamanki gibi günbatımını izleyen astrofizikçi Deniz Sarel, bunun belki de son izlediği günbatımı olduğunu düşünerek ürperdi. Hemen aklındaki düşünceyi kovdu ve dikkatini karşısındaki çam ormanının ortasındaki yapay gölete çevirdi. Orası her zaman ona huzur vermişti. Ördeklerin birbiri ardına suya girişlerini izlerken kapısının sert bir şekilde açılmasıyla irkildi.
“Sen ne yaptığını zannediyorsun Deniz?”
Kendisiyle aynı yaşta olmasına rağmen en az on yaş fazla gösteren kır saçlı, gözlüklü, tıknaz İspanyol arkadaşının yüzündeki merak ve sinir karışımı ifadeyi görünce şaşırdı. “Ne yapmışım Leo?”
“Daha ne yapacaksın, göz göre göre intihar ediyorsun!”
Meseleyi kavrayarak gülümsedi. “Ben öyle düşünmüyorum.”
“Nasıl düşünmüyorsun, bir kara deliğin içine girmeyi planlıyorsun ve ben bunu bugün başkalarından öğreniyorum.”
Acaba arkadaşının, yapacağı denemeye mi yoksa ona söylemediğine mi sinirlendiğini merak etti ama yine de ortamı yumuşatmaya karar verdi: “Öncelikle sakin ol dostum. Bunu bugün öğrenmenin sebebi bugün duyurmamız. Biliyorsun diğer üniversitelerle yarış halindeyiz ve projelerimizi büyük bir gizlilik halinde sürdürüyoruz; değil arkadaşlarımıza, ailemize bile söyleyemiyoruz.”
Leo da yaptığı sert çıkıştan pişman olarak devam etti: “Haklısın; kusura bakma ama böyle sonu belirsiz bir denemeye nasıl girebildiğini merak ediyorum.”
“Aslında sonu belirsiz değil. Yaklaşık on sene önce “Ayışığı” adlı bir araştırma gemisi bir kara deliğin içinden geçti ve geri döndü.”
“Yapma dostum o geminin kaptanının bir akıl hastası olduğunu herkes biliyor ve şu anda da akıl hastanesinde; ayrıca ondan önceki onlarca gemi…”
“O gemilerde yeterli yer belirleme donanımı yoktu; sadece Güneş Sistemi içerisinde yerlerini bulabiliyorlardı. Bu yüzden yüzlerce ışık yılı uzaklıkta kayboldular. O geminin kaptanı Hakan Kaya’ya gelince, o da aklını kara deliğe yakalanınca korkudan kaçırdı. Akıl sağlığı bozuk bir bilim adamını gemi kaptanı yaparlar mı?”
“Sonuçta dediğin gibi aklını kaçırdı. Bu adamın sözüne güven olur mu?”
“Benim onun söylediklerine ihtiyacım yok. Zaten hayatım boyunca hiç tanımadım kendisini. Biliyorsun “Ayışığı” gemisi bu olaydan sonra bir ticaret şirketinin gemileri tarafından Uranüs’ün yörüngesinde serbestçe dolanırken bulundu.”
“Biliyorum. Bir kargo şirketi.”
“Evet. Neyse, işte bu şirketin bilgisayar programcısı ve teknisyeni, gemiyi bulduktan sonra veri tabanını inceliyorlar ve geminin tam olarak 803 ışık yılı uzaklığa gidip geri geldiğini keşfediyorlar.”
“Yapma dostum bu nasıl mümkün olabilir?”
“Çok basit. Güneş’e yaklaşık 6 milyar kilometre uzaklıkta, Güneş’in çevresinde bir yörüngede dönen, yaklaşık 1 kilometre çapında bir ilksel kara delik var. Bu tip kara delikler küçüktürler; Büyük Patlamayla oluşmuşlardır ve genellikle bir çiftleri vardır. İşte bu kara deliğin de 803 ışık yılı uzaklıktaki uyumsuz çift olan bir Be-tip ve bir nötron yıldızının yörüngelerinden yaklaşık 48 milyar kilometre uzaklıktan dolanan bir çifti var. İşte böylece, birine girdiğin an diğerinden çıkıyorsun; Ayışığı da bunu yaptı.”
“Peki, madem böyle bir şey var; bundan bu üniversitede 15 senedir görev yapan bir astrobiyolog olan benim nasıl haberim olmaz?”
“Haberin olamaz çünkü programcıyla yardımcısı bu bilgiye ulaştıktan sonra, kimseye belli etmeden geminin belleğini sildiler ve yakarak hasar verdiler; bilgiyi de bizim bölüme sattılar.”
“Nasıl yani, ne zaman?”
“Geminin bulunmasından birkaç ay sonra dekanımız bizzat adamlarla görüşerek, bir mikro bellekte bilgiyi satın aldı.”
“O zaman bunu nasıl açıklayabiliyorsunuz?”
“Bizim uluslararası bilim kanunlarına göre suçumuz yok, çünkü biz çalmadık. Adamlar da iki yıl önce öldürüldükleri için onlar için de bir sorun kalmadı.”
Leo bir süre sessiz kaldı; şimdiye kadar dik olan omzu pes edercesine çöktü ve Deniz’in gözlerine bakarak sordu: “Tamam, açıklamaların mantıklı ve bu hipotezi doğru kabul ediyorum. Peki, yapacağın şey nedir; öbür taraftan çıkıp geri gelmek mi?”
“Hayır, dolaylı bir zaman yolculuğu.”
“Nasıl yani?”
Deniz, Güneş’in dağların ardında kaybolmakta olan son görüntüsüne bakarak söyleyeceklerini tasarladı ve tamamen kaybolana kadar konuşmadı. “En iyisi baştan alalım: Işığın belirli bir hızı vardır. Uzay da çok büyük olduğu için mesafeler ışığın bir yılda aldığı yol nispetinde belirlenirler; buna da “Işık Yılı” denir. Örneğin, bizden 100 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızda şu anda olacak bir değişimin görüntüsü bize 100 yıl sonra görünür; yani şu anda çıplak gözle o yıldızın 100 yıl önceki halini görebiliriz. Bu kadarını biliyorsun.
“Tabi ki biliyorum devam et.”
“İşte benim yapacağım şey de, 803 ışık yılı uzaktan, Dünya’da 803 yıl önce yaşanan bir olayı gözlemlemek. Bunu yaparken de yeni geliştirilen, 1500 ışık yılı uzaklıktaki gezegenlerdeki belirli büyüklükteki canlıları, eğer varsa, görebilmemizi sağlayan Ultra Kızılötesi ve Termal Teleskobunu (UKTT) kullanacağım.
Leo yine bir süre sessiz kaldı; artık Güneş tamamen battığı için gözbebekleri zor seçiliyordu ama hep düşünürken yaptığı gibi sağa sola oynadıkları belliydi. “Bu söylediklerin çok ilginç dostum daha önce aklıma hiç böyle bir şey gelmemişti. Hadi bunun da doğru olduğunu kabul edelim. Yine de bir sorun var bence. O teleskopla görebileceğin, sadece o zamandaki insanların veya hayvanların kırmızı-beyaz görüntüleri. Bunlarla kimin ne yaptığını anlayamazsın; sadece orada olduklarını görürsün ki zaten bu teleskop da gidemediğimiz uzaklıktaki gezegenlerde sadece belirli canlıların olup olmadığını bulmamıza yarıyor; ne yaptıklarını izlememize değil. Bundan eminim çünkü bu benim alanıma giriyor.”
Deniz, arkadaşının yüzündeki sonraki adımı merakla bekleyen ifadeye gülümseyerek baktı. “Sadece o teleskobu kullansam dediğin doğru ama yanımda şu anda kimsede bulunmayan bir cihaz daha olacak.”
“Kimsede bulunmayan derken?”
“Temel Kamerası. Kendi geliştirdiğimiz bir kamera. Büyük Okyanus’taki bir adada kendi ekibimizle beş yılda geliştirdik. Hatırlarsın, bir uzay görevi adıyla beş yıl buradan ayrı kalmıştık. İşte o görev bahaneydi; o süre zarfında bu aleti yaptık. Adını da 21. yy’da yaşamış olan bir bilimkurgu yazarından alıyor. Görevi ise: UKTT’den alınan görüntüleri yorumlayarak, gerçek görüntülerine en yakın şekilde göstermek. Yani o kırmızı şekillerin neler yaptıklarını bir vidyo izler gibi izleyebiliyorsun.”
Leo heyecanını bastıramayarak: “Vay canına! Böyle bir şeyi hiç kimseye belli etmeden yapabilmeniz gerçekten inanılmaz dostum; sana olan saygım bir kat daha arttı.” diye adeta çığlık attı. Kendine gelip tekrar normal ses tonuyla: “Peki diyelim ki her şey yolunda gitti, ne görüntülemeyi amaçlıyorsun?”
“İstanbul’un Fethini.”
Leo’nun heyecanı tekrar azaldı ve ciddi bir tonda: “Şaka yapıyor olmalısın, senin gibi bir bilim insanının 23. yüzyılda ve hakkında hiçbir delil yokken hâlâ böyle efsanelere inandığını kabul edemem.”
“Bu bir efsane değil. Kabul ediyorum, 21. yüzyıldaki nükleer savaştan sonra tarihi bilgilerin %95’i kaybolmuş olabilir ama unutma ki %5’i hâlâ elimizde.”
“Onların dili hiçbir zaman çözülemedi. Bunu da kendinin çözdüğünü söylersen artık sana inanmam bunu bilmiş ol.”
“Hayır, bunu söylemeyeceğim. Ben bir dilin anlamını çözmedim ama çözen dilbilimcilerden yararlandım. Evet, çok eski, binlerce yıllık olan belgelerin dili çözülemedi ama savaştan hemen önce yazılan ve günümüze kadar gelmeyi başarabilen belgelerin dilleri çözüldü. Bu kaynaklarda bakacağın yeri bilirsen, istediğin bilgilerin çoğuna ulaşabiliyorsun. Mesela, bu fetih olayının tarihi ve saati hatta bu fatihin cennetle müjdelendiği bile kaynaklarda yer alıyor.”
Leo, Deniz’i bu yoldan hiçbir şeyin döndüremeyeceğini anlayıp tartışmayı bitirmeye karar verdi: “Tamam Deniz, dersine çok iyi çalışmışsın; pes ediyorum. Son olarak yolculuk planını sorup, seni daha fazla rahatsız etmeyeceğim.”
“Ne rahatsızlığı Leo, olur mu öyle şey. Neyse, planım şu: Bugün 19 Eylül 2255. Kaynaklardan öğrendiğime göre fetih tarihi 29 Mayıs 1453, yani 8 aydan fazla sürem var. Yarın sabah yola çıkıyorum. Yaptığımız hesaplara göre kara deliğin yörüngesinde o andaki bulunduğu yere ulaşmam 7 ay 25 gün sürecek. Ne olur ne olmaz diye kendime iki hafta gecikme payı bırakıyorum. Kara deliğe girdikten sonra diğerinden çıkmak saniyenin yüzde biri gibi bir zamanda olduğu için bu süre önemsiz. 29 Mayıs 2256 günü gözlemimi yapabilirsem o anı yakalayabileceğim.
“Kafama bir şey daha takıldı. Hazırlıkların tam da bu tarihte bitmesi tesadüf mü?”
“Hazırlıklar üç sene önce bitti; bugünü bekledik sadece dostum.”
Leo gülümseyerek: “Tam da bu cevabı bekliyordum. Neyse, son defa beraber bir akşam yemeği yiyelim mi?”
Deniz de gülümsemeye karşılık verip gayet rahat bir şekilde: “Tabi yiyelim arkadaşım ama son defa değil; yalnızca biraz ara vereceğiz.”
***
Yolculuk sorunsuz bir şekilde, planlandığı gibi geçti. Ana bilgisayar 15 dakika sonra kara deliğin çekim alanına gireceklerini bildirdiğinde Deniz, yerçekimsiz ortamda değişik taklalar atmaya çalışıyordu. Yolculuğun geneli zevkli geçmesine rağmen, iki haftalık fazlalığı kara deliğin çevresinde amaçsız bir şekilde turlayarak geçirmesi sabrının sınırlarını zorlamaya başlamış ve son 48 saattir stresten gözüne uyku girmemişti.
Bilgisayardan gelen uyarıyı duyduktan sonra sevinçle kontrol odasına geçti; koltuğuna oturdu ve kemerlerini bağladı. Talimat gereği, geçiş sırasında bir aksaklık olmaması için, kara deliğe girmeden beş dakika önce ana bilgisayar geminin tüm elektrik aksamını kapatacak; geçiş tamamlandıktan sonra otomatik olarak açılacaktı.
Bir süre sonra ana bilgisayarın sesi duyuldu: “Sistemlerin kapanması için geri sayım başladı: 10, 9 8, … 3, 2, 1, 0” Ve gemi derin ve sessiz bir karanlığa gömüldü.
Şimdi yapacağı iş, beş dakika beklemekti. On yıldır yapılan çalışmaların bir yere varıp varmadığı yalnızca beş dakika sonra belli olacaktı. Bir an “Ya olmazsa!” diye düşündü, ama hemen kendine gelip başarısız olmasının mümkün olmadığını kendine telkin etti. Hayatının son on yılını, ekibiyle birlikte, geceli gündüzlü bu projeye vermiş; her türlü ayrıntıyı hesaplamıştı ve başarısız olamazdı; buna hakkı yoktu.
Birden ayaklarının çekildiği gibi bir hisse kapıldı; ardından bedeni, kafası… ve bir anda bitti. Kontrol etti; el ve ayak parmaklarını oynatabiliyordu ve kendini normal hissediyordu. O anda ışıklar geri geldi ve ana bilgisayarın sesi duyuldu: “Sıçrama tamamlandı; yer tespiti yapılıyor… Koordinatlar 32:26:98:45… Hedeflenen noktadan yaklaşık 200,000 kilometre uzaklıktayız… Tolerans ölçüleri içinde… Sıçrama başarılı… Tebrikler Deniz Dayı!”
Gülümseyerek kemerlerini çözdü. Bu hitabı bilgisayara, projenin programcısının başarılı olması halinde söylemesi için yüklediğini anladı. İkisi çocukluk arkadaşıydılar. İlkokuldayken bir keresinde üç gün içinde iki kişiyi dövmesi yüzünden Deniz’e bu lakabı takmıştı ve anlaşılan unutacağı da yoktu. “Neyse,” dedi içinden, “Bunu sonra düşünürüz.”
Dikkatini monitöre vererek talimatları vermeye başladı: “Bilgisayar Dünya’yı bul ve teleskopla gözlem için kilitlen.”
“Dünya bulunuyor… Bulundu… Teleskop aktif hale geçirildi.”
Monitörde kırmızı-mavi bir gezegen şekli belirdi. Kızılötesinde kırmızı karaları ve mavi okyanusları görünce doğru yolda olduğunu anladı.
“Dünya üzerine belirtilen koordinatlara kilitlen.”
“Belirtilen koordinatlara kilitleniliyor.”
Monitörde İstanbul yavaş yavaş yakınlaşmaya başladı. Yakınlaştı, yakınlaştı, termal görüntüyle beraber kırmızı, kara yeşile döndü ve üstündeki canlılar kırmızı olarak seçilmeye başladı. Yakınlaşma sona erdiğinde, küçük bir alanda yan yana binlerce kırmızının olduğunu gördü. Saatine baktı, büyük ana sadece dakikalar kalmıştı. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı; acaba başarmış mıydı?
“Kamerayı aktifleştir.”
“Kamera aktifleştiriliyor.”
Ekrandaki kırmızı ve yeşiller yavaş yavaş solgunlaşmaya başladı. Yeşiller kahve tonlara, kırmızılar siyah-beyaz tonlara döndüler ve birkaç saniye sonra tam görüntü oluştu.
Binlerce insan, aralarındaki yaklaşık 10 metrelik boşluğun iki tarafında beklemekteydi. Ellerinde rengarenk çiçekler vardı ve hepsinin yüzleri ekranın sağ tarafındaki görünmeyen bir yere doğru dönüktü. Görüntü tepeden olduğu için surat ifadeleri seçilemiyordu ama bir şeyler bekledikleri belliydi.
Deniz, görüntüyü sağa doğru kaydırdı. Yüksek taş bloklardan oluşmuş sur duvarına geldiğinde, buranın giriş kapısı olduğunu anlayarak durdu. Saatine baktı; zaman gelmişti. Tekrar ekrana baktığında kapıya yakın olan insanların ellerindeki çiçekleri fırlattıklarını gördü ve kalp atışlarını kulaklarıyla rahatlıkla duymaya başladı. “Hadi!” diye bağırdı “Hadi!”
O anda bembeyaz bir at başı ekranda belirdi. At yavaş yavaş meydana çıktı; başında beyaz sarıklı kavuğu ve kırmızı kaftanıyla sakallı olduğu anlaşılan sahibini ortaya çıkardı. İnsanlar ona doğru çiçekler atıyorlar ve o da bir eli havada insanları selamlıyordu. Arkasından bir sıra uzun kavuklu atlılar, onların arkasından miğferli, kılıçlı süvariler ve onların arkasından da yaya askerler giriş yaptılar.
Bu geçiş törenini izlerken kendini rüyada gibi hissetti. Bütün bunlar gerçek miydi? Bunu başarmış olabilir miydi? Bir çağ kapatıp başka bir çağ açan, cennetle müjdelenen bu büyük kumandanı görüp, bu olayın gerçek olduğunu kanıtlayabilmiş miydi?
Dikkatini tekrar ekrana verdiğinde, kumandanın, atını kubbeli bir ibadet mekanının önünde durdurduğunu ve üzerinden indiğini gördü. Ağır adımlarla ibadethaneye doğru yürürken bir an durdu, kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı ve tekrar önüne dönüp yürümeye devam etti.
Bu hareketi, kendisinden katrilyonlarca kilometre uzaktaki bir uzay gemisinde olan ve onu izleyen adamın kanını dondurdu. Tamam, bakışlarını gökyüzüne kaldırması bir şükür hareketi ve bu bakışların ekrandan kendisini izleyen adamın bakışlarıyla kesişmesi de tesadüf olabilirdi ama… Neden göz kırpmıştı?
Yusuf Sercan Temel
Harika bir vizyon ile yazılmış, tek solukta okunan, sürükleyici bir hikaye. Devamının da gelmesi dileğiyle, kaleminize sağlık…
Çok güzel bir hikaye , diğer hikayelerinizi de okumak dileğiyle.