2.Ocak.2022
Yeni bir yıla girdik galiba. Son birkaç yıldır zamanın akışı ya da takvimlerin değişmesi de farklı bir anlam kazandı. Daha doğrusu, anlamsızlık kazandı. Pandemi tüm yaşamımızı derinden etkiledi. Öyle ki, bu etkilerin bazılarının farkına daha sonra varacağız belki de.
Yıl biterken beni ele geçiren ve etkisini hâlâ sürdüren bir ruh durumundayım: Ölümü daha çok düşünüyorum. Bu düşünce bana genelde geceleri geliyor. Korkunç bir anlamsızlık hali örtüyor düşüncelerimin üstünü. İşin aslı, ölümü düşünemiyorum bile.
İnsancıl biri olmadığımı gün geçtikçe daha da iyi anlıyorum. Ve fakat sevdiğim insanlar var. Tanısam, kuvvetle muhtemel seveceğim insanlar var bir yerlerde belki. Belki de yok. Dost arkadaş çemberini genişletmek kolay değil. Yaş aldıkça daralıyor o çember. Pandemi, o daracık çemberi oluşturan insanlarla görüşmemizi de engelliyor. Aynı şehirde, aynı kasabada, aynı mahallede olmamızın da faydası yok. Dostlarımıza sevgimizi onları görmemekle, onlarla görüşmemekle gösterdiğimiz paradoksal [boktan işte, ne paradoksalı, gayet boktan] bir durumun içindeyiz.
Bu bulanık duygu ve düşünceler arasında yakamı bırakmayan bir görüntü daha var. Kınık’ta, daha önce bulunduğum belirli bir evde değil ama benzerlerini elbette çok gördüğüm avlulu bir evdeyim. Geniş ahşap kanatları olan, fillenen bir kapıdan geçerek girdiğim avludan ilerlediğimde tek göz odayı görüyorum. Hayatı da var. Tuvaleti dışarda. Öyle bir evin penceresinden dışarı bakıyorum, pencereler demirli. İçeride soba yanıyor, sıcak, nemli, boğucu bir hava var. Dışarıda nasıl oluyorsa kar yağıyor. O anda yağmıyor aslında, yağacak olan fazlasıyla yağmış, ağaçların dalları yüklü. Ben pencereden bakıp dalların kırılacağı o anı bekliyorum tedirginlikle. Bir kuş konup kalksa, yetecek de artacak bile kırılmasına. Rüya desem değil ama bu görüntü gitmiyor gözümün önünden. Sıkıcı ve boğucu bir sanat filminin upuzun bir sahnesine benzeyen bu görüntüye sıcaklık katan bir şey de oluyor bazen. Çocukluğumda çok korktuğum Ferit giriyor bu görüntüye. Ferit’ten çok korkardım çocukken. Oysa zararsızdı. Yıllar sonra, bir düğün yemeğinde karşılaştığımda [artık herhalde otuz yaşımdaydım] yine tedirgin olmuştum Ferit’ten. Düğün yemeğini yedikten sonra her gördüğüne “Ananı sikiyim Ali abi,” deyip keyifle Harmandalı oynamıştı o gün.
O dal kırılacaksa kırılsın artık. Gidip Ferit’e sarılmak istiyorum. “Senden korktuğum için özür dilerim Ferit,” diyesiyim.
Pandemi bitsin artık.
3.Ocak.2022
Cellatbaşı karakterinin olduğu bir öykü yazmıştım, neredeyse iki yıl olacak. Daha çok yazmak istiyorum onu, Cellatbaşı’nı. Cellatbaşı olmadan evvelki hayatını, cüceliğini, adının Muzaffer olduğu zamanları, marangozluğunu, sirklerde çalıştığını… Yazıyorum, yazacağım.
4.Ocak.2022
İtalyan yazar Domenico Starnone’nin “Bağlar” adlı romanını Yüz Kitap basmıştı birkaç sene önce. Yanılmıyorsam Yüz Kitap’ın yayımladığı ilk romandı üstelik. Romanı beğenerek okumuştum. Bir “aile” meselesini farklı bakış açılarından anlatan romanın meğer “filmi de çıkmış.”
Daniele Luchetti’nin 2020 yapımı uyarlaması MUBI’de gösterimde. Doğrusu, filmi de çok başarılı buldum. Birazcık vaktim ve enerjim olsa, romana ve filme tekrar el atıp Parşömen’in “Edebiyattan Sinemaya” dizisi için yazardım. Fakat “baba yorgun” dostlarım.

Hem yorgun hem de bıkkın. Yıllar evvel yazdığım bir öykü vardı: Öykü kişisinin aldığı [bazılarını henüz okumadığı] kitaplar ve dergiler, gece raflardaki yerlerinden kalkıp uyur haldeki adamı boğuyordu. Hatta yakıyorlardı onu.
Şimdi ben de bu durumdayım. Akıbetimin tıpkı o öykü kişisi gibi olmasından korkuyorum. Kitaplara yan bakıp kaş çatıyorum. Bugünden sonra hiç kitap almasam bile, bugünkü hayat tarzımla ve tekrar okumalarla, en kaba tahminle önümüzdeki on yılda kitaba ihtiyacım olmaz herhalde.
Hamiş: Domenico Starnone’nin bir başka romanını da Sahi Kitap bastı. “Şaka” da evde, beni tehdit edenler kervanının içinde. Bir yerlerde.
5.Ocak.2022
Yine de el mecbur, kitaplara el atmadan duramıyor bu kardeşiniz.
Benim övgüme, takdirime ne hacet ama yine de söylemeli: Tuncay Birkan çok büyük işler yapıyor, çok değerli işler. Merak eden öğrenir elbette, görür. Refik Halid’in yazılarından derlediği 18 ciltlik Memleket Yazıları duruyor orada.

Birkan’ın Can Yayınları’nın “Miras” dizisi için derledikleri arasında Vâlâ Nureddin’in [Vâ-Nû] yazılarından kotardığı iki cilt yayımlandı. Bendeniz, Vâ-Nû’nun kültür-sanat, edebiyat ve dil meselelerini ele aldığı yazılarından oluşan “Fikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir” adlı cilde el attım. Yavaş yavaş okuyorum ama daha başlarda bile Dil Devrimi, Öz Türkçecilik gibi konuları ele aldığı yazılarına vuruldum. Bakış açısını kendime çok yakın buldum ve sevdim. Hele kitabın bu ilk yazılarından birinde yazdığı şu satırlar karşısında şapkamı çıkarttım:
“Şu Türkçeyi –şimdi kullandığımız manada– iyi yazan yahut iyi yazmak arzusunda bulunan herkes, Refik Halid’in hocalık payesini teslim ederse hakşinaslıktan ayrılmamış olur.” [Fikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir, s. 56]
Vâ-Nû’nun bu satırları yazdığı 1940 senesinde değil yalnızca, 80 yıl sonrasında da, bugünkü gün için de geçerlidir bu tespit. Hâlâ.
6.Ocak.2022
Uzaktan,
kanlı naraları duyuluyor
dev tutkulu cücelerin
yan yana gelen
sözcüklerin arasından.
[Cevat Çapan’ın “Simya” adlı şiirinden]
7.Ocak.2022
Dijital yayıncılık platformları [Netflix, MUBI, BluTV, Exxen, Gain, vs.] artık eskinin televizyonu gibi. Televizyondakilere kıyasla birazcık daha iyi işlere rastladığımızda [özellikle diziler için söylüyorum] ayılıp bayılıyoruz hep birlikte. Hayranlıklara bulanarak izliyoruz, iyi.
Kulüp de böyle bir işti. Ve fakat, senaryodaki bir hesaplama hatası gözden kaçacak gibi değil. Tabii, bir açıklaması, belki benim göremediğim bir gerekçesi vardır: Varlık Vergisi’nden sonra doğan Raşel’in, 1955 yılına gelindiğinde 17 yaşında olduğu söyleniyor. Bu durumda, kayıp bir 4 yıl var arada. Sanki. Ya da bizim gözden kaçırdığımız bir şey var.
***
Her işin farklı zorlukları var elbette. Yayıncılığın, editörlüğün de var. Her şeyden önce hakarete, küfre, kaprise karşı şerbetli olacaksın. Bu Birinci Emir.
Parşömen Sanal Fanzin 15. yayın yılında. Bendeniz de 37 yıl artı birkaç aydır bu dünya üzerinde nefes alıp vermekteyim. Demem o ki, kimseye bir şey öğretilemeyeceğini bilecek kadar zaman geçirdim. Ve fakat bazı şeyleri anlamakta yine de zorlanıyorum.
Parşömen Sanal Fanzin nedir? Kabaca: Bir edebiyat dergisi. Ben kimim? Birkaç kitabı, sıradan bir zekası, ortalama bir yeteneği olan; dar gelirli, [20 yıldır büyük şehirde yaşasa da] kasabalı, edebiyata sığınmaya çalışan biri.
Ufacık bir ekiple yayıncılık yapmaya çalışıyoruz. Çok çalışıyoruz. Yanlışlar, eksikler elbette olabilir. Nedir, Parşömen’e gelen bir metni diyelim ben okudum ve yayımlamamaya karar verdim. Her şeyin nasıl olacağı, yayımlama koşulları ortada. Ben, Onur Çalı olarak, iyi ve nitelikli bulduğum bir metni yayımlamaktan neden imtina edeyim? Bunun mantık dairesinde bir gerekçesi olabilir mi? Metni iyi bulmamışımdır demek ki kendi cücük aklımla. Bu, gönderilen metnin iyi olmadığı anlamına gelmez: Parşömen Sanal Fanzin’in bir metni yayımlamıyor oluşu, o metnin kötü olduğu anlamına gelmez.
Öyleyse Parşömen Sanal Fanzin’in “resmi” e-posta adresinden gönderilen ve altında “Parşömen Sanal Fanzin” imzası olan e-postalara hakaretamiz tepkiler vermenin anlamı nedir? İnanın çözemiyorum.
Eğer söz konusu yazışmaları Onur Çalı olarak yapıyor olsaydım edilen hakaretlere, sataşmalara sonuna kadar yanıt verirdim. Hiç şüpheniz olmasın. Arnavut damarım da bu konuda bana epey yardımcı olurdu doğrusu.
Sözü yormayalım daha fazla: Ben bir dergiye yazı ya da öykü yollasam, bana neredeyse “anında” denebilecek bir hızla [olumlu ya da olumsuz] yanıt veriliyor olsa çok memnun olurdum. [Çünkü yazı-çizi işlerine ucundan kıyısından bulaşmış olan herkes bilir ki yanıt alamamak, gönderdiğiniz metnin size haber verilmeden yayımlanması bu işlerde vaka-i adiyedendir.] Yazımı, öykümü, şiirimi basmıyorsa o dergi, bunun altında bir çapanoğlu aramazdım. Başka bir dergiye yollardım yazımı. Ya da kendim bir blog açıp orada yayımlardım.
Yazdığımız metinler reddedildiğinde bu kadar incinmek, karşı tarafa hakaretamiz ifadelerde bulunmak, çok da sağlıklı bir ruh haline işaret etmiyor sanki. Çünkü ortaya koyduğumuz, emek verdiğimiz bir ürünün [öykünün, resmin, şiirin, elişinin, bestenin, vs.] beğenilmemesi, benliğimize karşı yapılan bir saldırı değil. Değil. Gerçekten değil!
Ve hayat gerçekten kısa. Gerçekten.
Necatigil’in dediği gibi, “Biz işimize bakalım.”
Hamiş: Koca koca adamların, yeni yazısı yayımlanmadı diye ya da [“Parşömen’de X kişisinin öyküsünü nasıl yayımlarsın?” gibi] başka gerekçelerle eski yazılarını kaldırtmak istemelerine karşı anlayışlı olacaksın. Bu İkinci Emir. Gereğini yapacaksın. Bu da Üçüncü Emir.
Onur Çalı