Miraç Şamil Pekşen

Hava soğuk, sert rüzgar tenimi kurutuyor. Ellerimi ısıtmak için birbirine sürtüyorum. İmam Fuat amca mezarın başında dua ediyor. Kendimi sıcacık arabama atmak için duanın bitmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Bir yandan zorla cenaze namazı kılmaya getirdiğim arkadaşlarım Cem ve Ali’ye bakıyorum. Yüzleri asık, üşüyorlar, mutsuzlar. Ali yapmaz ama eminim ki Cem içinden bana küfrediyor. En azından Fuat amca az önce duaya başlayana kadar ediyordu. Neyse yabancı değil, sövecekse Cem sövsün. Zaten haksız da değil. Bu soğukta zorla hiç tanımadıkları bir adamın cenazesine sürükledim onları. Üstelik cenazeyi mezara beraber indirdik ve beraber toprak doldurduk. Hayatımın küfür yemeyi en hak ettiğim anlarını yaşıyor olabilirim.

Cenaze Derin Ahmet abinin. Derin Ahmet abinin hikayesi çocukluğuma kadar uzanıyor. 80’li yıllar, küçüktüm, tahmini 7-8 yaşlarında. Yine sokakta top oynadığımız bir gündü. Küçükken çok iyi top oynardım ama onu belki başka zaman anlatırım. Sokağın iki ucuna taşlardan kale yapmış, karşılıklı top oynuyorduk. Beyaz bir araba geldi, babam daha sonra arabanın Renault 12 olduğunu söyledi, tam kale direği yaptığımız taşlardan birinin üzerinde durdu. İçinden 40’lı yaşlarda takım elbiseli bir adam indi. Arkadaşlarımdan bir tanesi hemen adamın yanına gidip “abi arabayı başka yere çeksen olmaz mı kaleyi kapattın” dedi. Adam arkadaşıma sert şekilde baktı. Asla konuşmuyor, uzun uzun bakıyordu. Hepimiz çocuktuk ve tanımadığımız bu adamdan korkmaya başlamıştık. Daha sonra ağzından ömrüm boyunca unutamayacağım şu kelime çıktı: “Şadiye.” Unutamadım çünkü o ağızdan başka bir kelime çıktığını kimse duymadı. Mahallede tek Şadiye vardı, arka sokakta rahmetli kocasından kalma apartmanda oturan Şadiye teyze. Arkadaşım korkulu sesiyle Şadiye teyzenin evini tarif etti. Adam hiçbir şey söylemeden döndü ve gitti. Arabasını da kale direğinin yani taşın üzerinde bırakmıştı. Başkası olsa arabasını çizerdik ama hepimiz korkmuştuk. Oyunu bırakıp evlerimize dağıldık.

Akşam babam geldiğinde durumu ve yeni gelen adamı babama anlattım. Babam öğretmendi, her zaman her şeye çözüm bulurdu. Anlattıklarım pek ilgisini çekmemişe benziyordu. Belki de çocuk aklımla uydurduğumu düşünmüştü, bilmiyorum. Rahmetli yaşıyor olsa sorardım. Bir hafta sonra Ramazan ayı başlamıştı. Babam ilk teravih namazına beni de götürmüştü. Camiden dönerken sokakta yine o adamı gördüm. Takım elbisesi üzerinde sigara içerek yürüyordu. Hemen babamı pantolonundan çekiştirdim ve aşağı eğilmesini söyledim. Söyleyeceklerimi adamın duymasından korkuyordum. Babam kulağı ağzımın hizasına gelene kadar eğilince usulca bu adamın geçen gün anlattığım adam olduğunu söyledim. Babam adama baktı. Bana bir şey söylemedi ama yüzünde şüpheyi sezebiliyordum. Çocukken bazı şeyleri hissedersiniz. Bir nevi çocukların süper gücü gibi düşünün. Babam elimi az öncekine göre daha sıkı kavradı ve eve döndük. O gece söyledikleri önemsenen bir çocuğun haklı gururuyla uykuya daldım.

Ramazan ayı boyunca mahallede tek gündem konusu bu adamın kim olduğuydu. Sahurda, iftarda, iftar sonrası kahvehanelerde hep aynı şey konuşuluyordu. Hatta teravih namazı öncesi imam vaaz verirken dahi kendi arasında bu adamın kim olduğunu konuşanlar vardı. Adam hep aynı takım elbiseyi giyiyordu. Akşama doğru mahalleye arabayla geliyor ve arabasını hep aynı yere, ilk geldiği gün park ettiği kale direği görevi gören taşın olduğu yere park ediyordu. Arabadan indiği zaman sigara içerek yürüyor, bir yerlere gidiyordu. Ama asla sürekli aynı yöne, aynı yere doğru yürümüyordu. Her seferinde elinde sigarası, sürekli etrafını kontrol ederek farklı yerlere doğru yürüyordu. Herkes adamdan korktuğu için kimse takip edip evini bulma yahut her seferinde farklı farklı yerlere, sokaklara giderek nereye gittiğini öğrenme cesaretini gösteremiyordu. Kendisine de soramıyorlardı. Hem korkuyorlar hem de adam kimseyle konuşmuyordu. Peki bu adam kimdi? Mahallelinin en korktuğu ama en çok konuşulan ihtimal adamın bir katil ya da terörist olmasıydı. Bu kadar gizli şekilde yaşamasının başka ne sebebi olabilirdi?

Bu büyük gizeme ilk ışığı annem tutmuştu. Adam mahalleye ilk geldiği gün yaşananları babama anlatırken annem de oradaydı. Nasıl olduysa haftalar sonra adama dair tek ipucu olan, adamın ilk ve tek söylediği şey olan “Şadiye” ismini hatırladı. Mahallede tek Şadiye vardı. Arka sokaktaki Şadiye teyze. Annem hemen yan komşu Fatma teyze ve üst komşu Aysel teyzeyi alarak Şadiye teyzeye gitti. Şadiye teyzenin kocası rahmetli olmuştu, tek kızı ise başka şehirde yaşıyordu. Yaklaşık iki ay önce birisi Şadiye teyzeye gelmiş ve 2. kattaki boş dairesini kiralamıştı. Üç senelik kirayı peşin vermiş ve dairenin anahtarını almıştı. Üç senelik kirayı peşin alan Şadiye teyze hiçbir şey sormamıştı. Kiracı kimdi, parayı veren kimdi bilmiyordu. Yaşlı olduğu için evden çıkmıyordu. Yeni kiracı geldi mi gelmedi mi bilmiyordu. Annemler istediklerini alamasalar da bir ipucu yakalamışlardı. Belki de kim olduğu belli olmayan bu adam Şadiye teyzenin yeni kiracısıydı ve bu apartmanda oturuyordu. Annem durumu babama anlatınca babam kahveden iki arkadaşını da yanına alarak o gece Şadiye teyzenin apartmanına bakan bir köşede beklemeye başlamışlardı. Gece yarısına doğru beklenen olmuş, kim olduğu bilinmeyen adam gelmişti. Sigara içerek ve etrafını kollayarak sessizce yürümüş, apartmana girmişti. Böylece en azından adamın nerede yaşadığı artık biliniyordu. Bu haber mahallelide büyük bir sevinç yaratmıştı.

İkinci ipucu kahveci Faruk abiden gelmişti. Bir akşam kahvede herkes bu adam hakkında konuşurken Faruk abi bombayı ortaya bırakmıştı. Adamın adını öğrendiğini, adının Ahmet olduğunu söylemişti. Kahvede herkes bir anlığına susmuştu. Bu haber şok dalgası gibi herkesi sarsmıştı. Kahvedekiler bilginin doğruluğu sorgulamamıştı. Hem Faruk abi mahallenin kulağı deliğiydi, tüm haberler onda toplanırdı hem de bu adamın adı olsa olsa Ahmet olurdu. Başka bir ad olması düşünülemezdi bile. Hatta bazıları hakikat bu kadar açıkken nasıl bu adın akıllarına gelmediğine hayıflandılar.

En azından artık adamın adının Ahmet olduğu belliydi. Peki kimdi bu Ahmet, ne iş yapardı. Bu mesele de çözülürse mahallede herkes rahat bir nefes alacaktı. Bu mesele çözüldü ama sanıldığının aksine kimse rahat nefes alamadı. Hatta mahalleli aldıkları her nefesi hesap ederek almaya başladılar. Bir gün bizim mahallede polisler kimlik kontrolü yapıyorken Ahmet’i durdurmuşlardı. Bu olaya şahitlik eden herkes nefes dahi almadan ne olacağını izliyordu. Aynı zamanda şimdiye kadar Ahmet’i polise şikayet etmeyi akıl etmedikleri için kendilerine kızıyorlardı. Ahmet katil yahut teröristse oracıkta yakayı ele verecekti. Polis Ahmet’i durdurdu ve bir şeyler söyledi. Ah keşke dudak okumayı bilselerdi de Ahmet’in ne söyleyeceğini anlayabilselerdi. Ama dudak okumayı bilseler de bir işe yaramayacaktı çünkü Ahmet polise de hiçbir şey söylemedi. Sadece her gün giydiği ceketinin iç cebinden bir poşet dosya çıkardı. Poşet dosya katlanmıştı. Yavaşça poşet dosyayı açtı ve içinden bir kağıt parçası çıkarıp polise verdi. Polis kağıdı aldı inceledi, Ahmet’in yüzüne baktı ve kağıdı geri verdi. Ahmet kağıdı poşet dosyaya koyup katladı ve ceketinin iç cebine geri koyarak polisin yanından uzaklaştı. Bu durum tüm izleyenleri şok etmişti.

Ahmet’in uzaklaşmasının ardından olaya şahitlik edenler polislere doğru yöneldiler. 5-10 kişilik bir kalabalığın üzerlerine doğru geldiğini gören polisler tedirgin olmuştu. Tedbiri elden bırakmadan kalabalığın gelmesini beklediler. Kalabalık yanlarına gelip az önceki adamın kim olduğunu sorduklarında polisler rahatlamış görünüyordu. Az önce kimlik kontrolü yapan polis kaşlarını çattı ve “o adama bulaşmayın” dedi.

Akşam kahvede herkes bu olayı konuşuyordu. “Bu Ahmet var ya kesin derin,” dedi mahallenin kasabı Osman amca. “Baksanıza polise bir kağıt gösterdi ne konuştu ne bir şey polis geçmesine izin verdi. Bir de üstüne ona bulaşmayın dedi. Belli ki bu Ahmet onlardan, derin bu. O yüzden kimseyle konuşmuyor, böyle değişik, gizemli davranıyor.” Kahve ahalisi Osman amcaya hak verdi. “Derin bu Ahmet” cümlesi uğultu halinde mahalleyi sardı.

Akşam babam bize olanı biteni anlatırken “Derin ne demek baba?” dedim. Babam, “Derin yani devlete çalışıyor,” dedi. Demek ki devlete çalışanlara derin deniyordu. O halde babam da derindi çünkü öğretmendi ve devlete çalışıyordu. Okulda herkese babamın derin olduğunu anlattım. Babamın arkadaşlarının bir süre babamla muhabbeti kesmesinin nedeni çok büyük ihtimalle bu olaydı. Biliyorum ama emin değilim. Dedim ya rahmetli yaşıyor olsaydı sorardım.

Bu olaydan sonra Ahmet’in adı Derin Ahmet olmuştu. Biz de ona Derin Ahmet abi diyorduk. Derin Ahmet abinin kimliğinin ortaya çıkmasından kısa bir süre mahallemiz kentsel dönüşüm nedeniyle yıkıldı. Herkes farklı yerlere dağıldı. Aradan yıllar geçti. Babam vefat etti, ben yaklaşık 30 yaşına geldim. Bir gün sabahın 5’inde yıkılan mahallemizin imamı Fuat amca beni aradı. Telefon numaramı babamın cenazesinde almıştı. “Derin Ahmet öldü. Yardım edebilirsen öğleyin gömelim, kimsesi yok sevaptır,” dedi. Fuat amca o gün sabah namazı için camiye geldiğinde Derin Ahmet abiyi caminin kapısında donmuş olarak bulmuş. İlk iş olarak beni aramıştı. Telefonda bana “Devlet kullandı, sonra da bir köşeye attı. Bu işler böyledir,” dedi. Açıkçası bu işler nasıldır bilmiyorum. Tek bildiğim hayatımın küçük bir bölümümde çok önemli bir yer tutan Derin Ahmet abinin hemen önümde yerin iki metre altında yatıyor olduğu. Ne kadar derin olursa olsun herkesin mezarının derinliği aynı. İşte bunu biliyorum. Hemen “bu işler böyledir” diye mırıldandım.

Fuat amca duayı bitirip bana yöneldi. “Derin Ahmet’in ceketinin cebinde bunu buldum,” diyerek bana katlanmış bir poşet dosya uzattı. Hemen tanıdım. Bu Derin Ahmet abinin zamanında polise gösterdiği, devlet adına çalıştığını gösteren belgeydi. Poşet dosyanın içindeki belge yıllar içinde eskimiş, sararmıştı. Poşet dosya da pul pul dökülüyordu. Hemen heyecanla belgeyi dosyadan çıkarıp okumaya başladım. Başladım başlamasına da ortada okunacak bir şey yoktu. Poşet dosyanın içinde Derin Ahmet abinin vesikalık fotoğrafı vardı ama isim olarak Ahmet değil, Cemal yazıyordu. Belge, Ahmet sandığımız Cemal’in akıl sağlığının yerinde olmadığına ilişkin rapordu. Evet, dosyanın içinde deli raporu vardı! O anda başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Geçmişi ve Derin Ahmet abi olarak bildiğimiz adamın hareketlerini düşündükçe her şey yerli yerine oturmaya başladı. Bakışlarımı Fuat amcaya çevirdim.

Fuat amca meraklı bakışlarla bana bakıyor, ne tepki vereceğimi merak ediyordu. Belli ki beni aradıktan sonra belgeyi bulmuş ve gerçeği öğrenmişti. “Derin değil, deliymiş,” dedim şaşkınlık içinde. Bana tebessümle baktı ve ekledi “delilikten daha derin iş mi var evladım?”

Miraç Şamil Pekşen