Durmaksızın okumaya, yazmaya, üretmeye sevdalı bir yazar Erendiz Atasü; yeni kitabı “Bir Başka Düğün Gecesi” Can Yayınları tarafından Eylül 2021’de yayımlandı. Kitap kapağında dün ve bugünün bir arada temsil edildiği sepya fotoğraftaki genç kadın, sanki romanın ilk cümlelerine el uzatmaya hazırlanıyor, öyle bir havası, bize anlatacakları var. Kitabın ana karakteri, yirmi yaşındaki Menekşe üzerinden kaleme alınan roman; uzak bir özlem gibi duran dünün, insana güven dolu sonsuzluk duygusu veren bir kentin, betonsu bir labirentin kargaşasının kapladığı yabanıl görüntülere nasıl dönüştüğü ile açılıyor. Yazar, Orta Anadolu’nun kadim topraklarında boy atan başkentin, şehre yeni katılmış bir mahallesine konuk ediyor okurunu ve fakat her şeyi bilen, gören anlatıcı ses, o başkalaşım karşısında insanın ürkmesi hatta temkinli olması gerektiğini söylemeyi ihmal etmiyor. Şehrin eteklerinde yükselen tuhafsı beton yaratıklar, eski mahalleliye yeni ve farklı yaşama biçimleri getiriyor ancak yaşam kalitesi denen şey refaha, feraha doğru aynı ölçüde yükselmiyor.

Okuruna bu sorgulamayı yaptıran yazar, gerçek bir polisiye olaydan hareketle bedenin ve ruhun ıstırabı çevresinde kurguladığı romanıyla eril zorbalıklara, sınıf farkına, siyaset içerisinde sol hareketin kendine yönelttiği eleştiriye çoğunca değiniyor. Özellikle Hıdır karakteri için yazılmış cümleler dikkatimizi çekiyor: “Hıdır’ı anlamak zor. Eli kalem tutan birinin Hıdırla içli dışlı olması pek mümkün değil. Hıdır’ı hücrelerine dek tanıyacak kadar ona yakın olmuşların da elinin kalem tutması pek olası değil.” Eril dilin ve davranışın kadın üzerindeki tahakkümünün sınıf, yaş, statü, eğitim, ehliyet, okumuş yazmışlık derecesi gözetmediği günümüzde Atasü, kadınların maruz kaldıkları haksızlıklar, aşağılanmalar, dışlanmalar ve şiddeti şu sözleriyle değerlendiriyor: “Erkeğin cinsel dürtülerini, öfke ve saldırganlık dürtülerini ona hak sayan, eskiden sözsüz olan ve şimdilerde artık yüksek sesle dile getirilebilen toplumsal onay!”

Sevgili Erendiz Atasü ile son kitabı “Bir Başka Düğün Gecesi” üzerine konuştuk.

Esme Aras

Erendiz Atasü

Oğuz karakterinin de dile getirdiği gibi, “21. yüzyılda Türkiye panoraması”nın analiz edildiği romanın ilk sayfalarında “olay ve sanığın beraatı gerçek, kişiler, yan olaylar ve mekânlar kurgudur” diyorsunuz. Menekşe’nin nasıl solduğu, soldurulduğu ne yazık ki bu coğrafyadaki tek gerçek değildir; belli ki bu örnek olay üzerinden varmak istediğiniz bir yer var. Edebiyatın elbette ki ilk amacı öğretmek değil ama siz, okurlarınıza bir dönem romanı ile seslenirken ilkin neyi amaçladınız?

Söylene söylene anlamını yitirmiş bir deyiştir: “Edebiyat çağına tanıklık etmelidir.” Bu tanıklık siyasal otoritenin, hatta kişinin kendi vicdanının buyruğu ile yapılıyorsa, ortaya –pek çok örnekte görüldüğü üzere– yavan yapıtlar çıkıyor. Nitelikli edebiyat ancak, yazarın kendi derdi, kendi açmazı, kendi yarası gibi derinden hissettiği bir olgunun tanıklığından yola çıkılarak yaratılabiliyor. “Yazar” illa toplumsal duyarlık taşımalıdır, diye bir kural koyamayız, yazarı kısıtlayamayız; ancak kendiliğinden toplumsal duyarlık taşıyorsa yazar, yaşadığı tarihsel zamanı anlatmak ister, tarih kitaplarının yazmadığı bir özü kayda geçirmek ister. Nedir o öz? Belli tarihsel koşulları, bireyler kendi yaşam serüvenlerinde nasıl deneyimliyorlar? O öz, işte bu soruya verilen yanıttadır. Günümüzde toplumsal gerçeklik o kadar parçalanmış, dolayısıyla öyle çeşitlenmiş ki, bir kişinin yani yazarın tek bir eserinde, bu kopuk parçaların birbirleriyle girdikleri çoğu çatışmalı ilişkilerin tamamını yansıtması imkânsız. Hayatın bu kadar parçalanmadığı dönemlerde bu –elbette büyük– yazarlar için mümkündü. Tolstoy’u ya da Dostoyevski’yi analım. Bugün için çok zor. Ancak bir bölüm yansıtılabilir. Benim içimde en fazla hissedebildiğim toplumsal yara kadınların maruz kaldıkları haksızlıklar, aşağılanmalar, dışlanmalar ve şiddet. “Kadın” her zaman ait olduğu toplumsal grubun içinde erkeğe göre şanssız durumdadır. Bu romanın baş kişisi, maddi refaha ve eğitime uzak kalmış bir kesimden; geleneksel halk kültürüne yabancılaşmış; yüksek kültürle hiç tanışmamış, dolayısıyla neyin ne olduğunun farkına varamadan yaşayıp giden bir genç kadın. Oysa aileden gelen bir şair damarı var. Başka bir ortamda doğsaydı, neoliberalizme esir düşmüş bir toplumda ve dönemde yaşamasaydı, hayatta ilerleyebilirdi. Oysa bahtına kaçırılıp satılmak düştü. Şanssız kesimin en dibine itildi. Onun durumunu yansıtan mercek, haliyle bir ülkedeki pek çok kötü gidişten yansıyan habis ışınları bünyesinde toplayacaktır.

Gerçek bir olaydan yola çıkan kurgusal metinlerdeki en büyük güçlük ya da düşülmesi muhtemel tuzak nedir? Yazar kişi, gerçekliği doğru yerde konumlamaya çalışırken hayal gücünü nasıl işletmelidir? Gerçeğin ve düşün sınırları ne derece geçirimli ne derece tutarlı olmalıdır sizce?

Bu sorunuzun hazır bir yanıtı yok. Her yapıta, olay örgüsüne ve yaratılan kişiliklere göre değişir, kanımca. Sanıyorum hayat tecrübesi gerekli, bir de kültür birikimi. Yani belli kişiliklerin hangi olaylara nasıl tepki verdikleriyle ilgili hayli gözlemi olmalı yazarın ki yarattığı kişilere, tarihsel zamanla ve yaşanılan coğrafya ile doğru ilişkilendirilmiş tepkiler verdirtebilsin. Hayata yönelik içten bir merak gerekli yazara. Çıkarsız, hesapsız bir merak, saf hatta çocuksu diyebileceğim bir merak. Bunun öğretilebileceğini sanmıyorum. Dedikodu yapma merakından söz etmiyorum, insan denen varlığın hallerini, hayatın düğümlerini çözmeye yönelik bir merak. Böyle bir merak kişide ya vardır ya yoktur, öğretilebileceğini, ya da sonradan edinilebileceğini sanmıyorum.

Bir söyleşinizde, “Başkalarının dertleriyle dertlenebilen marazi bir tarafım var, bu yüzden roman yazıyorum,” demiştiniz. Olayları kurgular, karakterleri yaratırken, –burada Menekşe’nin bedensel ve ruhsal ıstırabı özelinde düşünecek olursak onun iç dünyasını yazarken– zorlandığınız bölümler oldu mu? Olduysa bunun üstesinden nasıl geldiğinizi merak ediyorum.

Elbette oldu. Romanın en büyük işlevi, okura, yaşamadığı deneyimleri sanki kendisi yaşamış gibi hissettirebilmesi, böylece okurun dünyasını genişletebilmesidir. Erich Fromm şöyle der: Akıl sağlığı yerinde kişi, gülü görür; onu koklar, kokusundan hoşlanır ve bu nesnenin gül olduğunu bilir; deli, gülü görür ve alev sanır; “şair” ise (elbette “şair” bir simge, bütün sanatçılar kastediliyor) gülü görür, ne olduğunu bilir ve onu okura alev gibi hissettirebilir. Çünkü diye ekliyorum, kendisi de güle dair ikili bir algı taşır, hem gülün gül olduğunu bilir hem de onu alev olarak hissedebilir. Kanımca, yazar, yaşamadığı deneyimleri aktarırken, onları yaşadığı bir deneyime tercüme ederek önce kendisi kavrar ve ancak ondan sonra okurun algılayabilmesini sağlar. Menekşe’nin tecavüz anında –bu hem bir aşağılanma ve manevi ıstırap ânı hem de yoğun bir fiziksel acı ânı– hissettiklerini yazarken, gençliğimde uğradığım sarkıntılıkların acı ve öfke veren hatıralarına başvurdum; hiç hoş bir anımsayış değildi bu ama dişimi sıktım ve hatırladım. Öte yandan yoğun fiziksel acıya dair de anım var: Koşulların zorlaması yüzünden, yeterince narkoz verilemeden bedenime yapılan bir cerrahi müdahale sırasında fiziksel acının benlik algısını nasıl da böldüğünü fiilen yaşamıştım. Menekşe’nin psikolojisini işte böyle yazdım.

Kitap boyunca anlatıcı odağının ustalıkla yer değiştirdiğini görüyoruz. Bazen epik, bazen iç odaklı bir anlatı, bazen de klasik roman anlatısı çıkıyor karşımıza. Yer yer de haber dili sahiciliğiyle gerçeği önceden bilen, sezen bir sese sahip roman. Yazarın ya da kurgusal bir metnin kehanet gücü olduğunu düşünüyor musunuz?

Evet, anlatı yer yer değişmeliydi, çünkü tecavüzcü Hıdır karakterini bir roman kişisi olarak yaratabilecek deneyimim yoktu. Onun eylemlerini de kendi deneyimime tercüme edebilmem olanaksızdı. Dolayısıyla onu sadece dıştan gözlemleyen yansız, soğuk bir anlatımla verebilirdim. Sadece Hıdır böyle verilseydi, o sayfalar romanda yama gibi durabilirdi. Dolayısıyla Menekşe’nin kaderinde rol oynayan üç erkeği, Hıdır’ı, Hıdır’ı beraat ettiren Hâkim’i ve evleneceği Haydar’ı aynı tarzda anlatmaya başladım. Hâkim örneğinde bu dıştan bakan, soğuk gözlemci anlatım, yavaş yavaş iç dünyayı dile getiren söyleme kayar; Haydar örneğinde iyice kayar ve roman söylemiyle bütünleşir. Sanılmasın ki, bu karmaşık roman dilini hesaplayarak kurdum; her gün muntazam saatlerle çalışma alışkanlığım yoktur, (olamazdı, yazıya başladığımda, ekmeğini kazandığım ağır sorumluluk talep eden bir işim, küçük bir çocuğum, sorunlu bir evliliğim ve hasta bir annem vardı) çoğu kez bırakırım, roman ya da öykü zihnimde yavaş yavaş oluşsun, fermantasyondaki kendiliğinden oluşum gibi. Sonra metin beni fazla zorlamadan kalemimden dökülür.

E.M. Forster, söz eder bu kehanet gücünden. Kanımca kehanet olarak da adlandırılabilen bu özelik, yazarın gerçeğe ulaşma çabasıdır, yaklaşan tehlikeyi yazar görebilir, çünkü iyimser yorumlarla kendini afyonlayamaz. Pınar Kür’ün “Asılacak Kadın”ında, sonradan, hele son dönemde iyice rastladığımız hukukun ruhundan uzak hâkim tipinin ilk örneklerinden birini görürüz. Kadın düşmanıdır bu adam. Romanın basılmasından epey sonra, gazete sayfalarına düşecektir, “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin,” diyebilen hâkimler! Truva efsanesinde, Kral Priam’ın kızı Kasandra, “Tahta atın” bir düzen olduğunu sezmiştir ve yurttaşlarını uyarır, bu at tehlikeli içeri almayalım der, ama ganimet hırsıyla gözü dönmüşler, atın karnında hazine olduğu hayaliyle uyarıya kulak asmaz, Kasandra’nın aslında kehanet filan olmayıp, “Düşman ne diye hediye göndersin?” diye soran çıkarsız saf aklının dile gelişini küçümser, kendi felaketlerine yürürler. Sadece kendi felaketlerine yürüseler gene iyi; tüm sitenin mahvına sebep olurlar. Aldatıldık diye feryat etmenin yararı yoktur. Tarihte ve günümüzde bu acıklı güldürünün gerçek hayattaki sahnelenişlerini görebiliriz.

Romanın adından itibaren metinlerarasılığın yoğun kullanıldığı katmanlı bir yapıyla karşılaşıyor okur. Adalet Ağaoğlu’nun 1970’ler Türkiye’sini işlediği Bir Düğün Gecesi, Pınar Kür’ün Asılacak Kadın’ı, Aziz Nesin’in Zübük’ü ve Halide Edip Adıvar’ın Handan’ına doğrudan göndermeler var. Bir okur olarak benim göremediğim ya da aşırı yorum getirdiğim etkileşimler de söz konusu olabilir. Bu noktada bilinçaltı ve sezgiler bir yazarı ne derece etkiler, sizin yazarlığınızda bunun bir karşılığı var mı?

“Asılacak Kadın”, kadın karşıtı bir hukuksuzluğun hikâyesidir. O açıdan iki romanın arasında akrabalık bağı var. “Zübük”de Aziz Nesin’in ana fikri, etraf küçük zübüklerle kaynamasa, büyük Zübük var olamaz şeklinde özetlenebilir. Bugün ülkemiz, uç örneğini romandaki Hıdır’da bulan eril zorbalıkla dolup taşmasa, gazetelerde, Reality Show denen acayipliklerde karşımıza bu kadar sık çıkamazdı böyle olaylar. Romanı yazarken, “Bir Düğün Gecesi”ne atıfta bulunmak, arada bir koşutluk kurmak hiç aklımda yoktu. Bir bitiş düşünmemiştim çünkü. Kurgudaki olaylar gelip düğüne dayanınca hâliyle Ağaoğlu’nun romanıyla –ki tüm roman düğünde geçer– benim bitiş sahnesi arasında kendiliğinden bir koşutluk oluştu. Çünkü hemen her düğünde olası ki muhtelif toplum tabakalarından kişiler iç içe değilse de yan yana bulunabilir ve ortaya toplumun bir fotoğrafı çıkar. Halide Edip’in “Handan”ına gelince, kanımca dönem için çok cesur bir kitaptır ve erkek egemen ahlâkın altında ezilen kadınlığın ıstıraplarını dile getirir. Menekşe bu romanı okurken, yaşadığı korkunç deneyimden sonra içini kavuran acı ile Halide Edip’in bambaşka bir dönemde yaşamış, üst sınıftan kadın kahramanının ıstıraplarındaki benzerliği hayretle saptayacaktır.

Kitap boyunca rüşvet, usulsüzlük, yolsuzluk, görevi kötüye kullanmadan tutun da taciz, kaçırma, zorla alıkoyma ve tecavüz suçuna kadar her türlü kötülüğün yapıldığı bir atmosferde gelişen olaylara ürpererek tanık oluyoruz. Sevgili Erendiz Hocam, özellikle erkek cinsi tarafından işlenen bu suçların ve hatta saldırganlıkların altında yatan asıl neden nedir sizce? Örneğin günümüz erkeğini temsil eden Cenk karakterinin öfkesi nereden besleniyor?

Tek bir kaynaktan değil, kuşkusuz. Yoksulluk ve kültürsüzlük, insanları dar hayatlara mahkûm ediyor, o dar çerçevede boza gibi ekşiyip taşıyorlar. Gücü gücü yetene. Buraya kadar kadınlar için de durum aynı. Ancak erkekler için çok önemli bir fark var. Nedir o? Erkeğin cinsel dürtülerini, öfke ve saldırganlık dürtülerini ona hak sayan, eskiden sözsüz olan ve şimdilerde artık yüksek sesle dile getirilebilen toplumsal onay! Ülkenin kimi yöneticileri tarafından da dile getirilen bu onay, insan sayılmanın ilk koşulunun güdü kontrolü olduğunu tamamen unutmuş görünür. Ayrıca yeni Türkiye’de, gene yöneticilerin teşvik ve onayıyla bu seslendirilişler sık sık dinsel referanslara da başvurmaktadır. Yani eril saldırganlığa toplumun verdiği onay yetmedi, Tanrı’nın da onayının olduğuna dair bir söylem çıktı karşımıza. Bundan büyük suça teşvik olur mu?

Peki, büyük suçlar ilk başta küçük küçük kötülüklerle, önemsiz gibi duran iltimaslarla, ufak tefek günahlarla başlamaz mı? Elbette herkes suça itilebilir ama yazdığınız türden kötülükleri yapabilenlerin yüreğindeki merhamet, vefa, şefkat, minnet gibi duyguların uyuşturulması süreci nerede ve nasıl başlamış olabilir?

Bence romanı okuyanlar, Hıdır’ın da Cenk’in de suça kayma süreçlerinin nerede başlayıp hangi yollardan geçtiğini açıklıkla kavrayacaklar. Bırakalım herkes, kendi izlenimini oluştursun.

Önceki iki soruyla bağlantılı olarak, kitapta yoksulluk değil özellikle “yoksunluk” sözcüğünü kullanıyorsunuz. Elbette yetersiz ekonomik koşullar, dünya nimetlerinin eşit bölüşülmesindeki adaletsizlik söz konusu ama sonradan kentli olan bu sınıf nelerden yoksun kalmış ya da bırakılmıştır?

Hem alt yapıdan hem üst yapıdan. Sorumluluk hepimizde.

Yerli-köklü şehirli kadınlar da kadın-erkek ilişkilerinden nasibini almıştır. Belgin-Oğuz ve Yasemin-Erdem çiftlerinin evliliğine odaklandığımızda, eşler arasındaki körelen uyumdan söz edilebilir. Erkekler, miskinleşen ruhlarını Menekşe’nin genç gövdesinde uyandırma, yeniden yeşertmenin peşinde. İlkel içgüdünün ayak sesleri kendini bu şekilde belli ederken, eril zihniyetin sınıfı, sosyal konumu, eğitimi yoktur diyebilir miyiz?

İzninizle kahramanlarımı biraz savunayım. Ne Oğuz ne de Erdem, Menekşe ile bedensel ilişkiye girmek için kumpas kuruyor. Tekdüzeleşmiş evlilik hayatlarında ve bu ülkenin genel bozulma koşullarında bunalmış oldukları için ellerinde olmadan, bu yaralı kızı, bu menekşe gözlü, güzel, üstelik arada sırada ağzından şiir benzeri sözler dökülen gizemli kızı arzuluyorlar. Bunun için suçlanamazlar… Evlilik monoton bir düzendir, mükemmel olduğuna dair kendimizi aldatmayalım. Ne Erdem kötü kocalara örnek ne de Oğuz. Erkeklerin tümünü aynı kaba tabii ki koyamayız. Hangi toplumsal katmandan gelirlerse gelsinler, benzeşen yanları yok mu, elbette var. Nasıl olmasın, kanlarında aynı hormonlar dolaşıyor; bu önemli bir bilgi ama yeterli değil. İnsanları sadece biyolojiye indirgeyemeyiz. Benim burada vurgulamak istediğim bambaşka bir şey. O da şu, yaşadığımız ortamda “Erkek” imgesi kötü örnekler dolayısıyla o kadar kirlenmiş ki, kıza ellerini bile sürmeyen bu adamlar için karıları dahi, “Benim kocam yapmaz böyle şey,” diyemiyor! Bu güvensizlik toplumun fiilen ne kadar kirlendiğinin bir başka göstergesi.

Son olarak, hangi sınıftan olursa olsun kadınların yaşam çizgileri ne yazık ki hiç değişmiyor. Para ve silah yanında erkeklerin “güçlü olma” kavramı hep güçsüz, çaresiz, zavallı kadınlar üzerinden işliyor. Toplumun hastalıklı katmanlarını, bir bozulmuşluğu gösteren romanınızdan hareketle Menekşe’nin başına gelenler ve benzerleri, günümüz adalet ve hukuk sisteminin işleyişinde “ümitsiz davalar” mıdır? Umudu ise Yusuf karakteri temsil ediyor diyebilir miyiz? Ki aslında umudun kendisi de vurulmuş, kötürüm bırakılmıştır…

Yusuf 68 kuşağının temsilcisi. 70 yaşını geçmiş, tekerlekli sandalyeye mahkûm bir insan. O, ancak yakınındakilere ışık tutabilir ki bu da hiç de önemsiz değildir. Haydar’ın yaşamında Yusuf’un rolü olmasaydı, Haydar, Haydar olamazdı. Yusuf’tan ötesini bekleyemeyiz. Bu romandaki umut, Menekşe ile Haydar’ın beraberliğinde, eğer bu beraberlik yürürse. Yürüyebileceğinden emin değiliz, ama bunu umuyor ve diliyoruz.