
Sevgili Sevan,
Erik ağacının anlattığı bir hikâye okudum dün akşam. “Ben bir erik ağacıyım, Uludağ’ın yamaçlarında.” Sanki sen bana okuyormuşsun gibi, senin sesindi o ağaç. Uyanır uyanmaz ilk işim kâğıt kaleme sarılmak oldu. Duygularım tazeyken hemen seninle paylaşmak istedim. Her güzel şeyi önce sana anlatıyorum. Sonra yine sana.
Hikâyenin kahramanı küçük bir kız çocuğu. Yaşamak için çalışmak zorunda. “Dünya adaletsiz çocuk, dünya zorba.” mısralarını henüz bilmiyor. Bahçelerinde yetişen erikleri toplayıp pazarda satıyor. Dünyanın bir erik ağacından ibaret olduğunu sanıyor. Minik ayaklarıyla ip cambazı misali bastığı dallarda, en uca kadar korkarak ilerleyip, ellerini eriklere uzatıyor. Bazen ayaklarına küçük ama sivri dallar batıyor, bazen kafası kanıyor. Yine de aldırmıyor, sepetine doldurduğu erikleri pazara götürüyor. Yükü az olsa yolun uzunluğu mesele değil, güle oynar gider. Ama yol uzun, yük fazla. Ufak, tefek, çelimsiz bir çocuk. Ama cüssesinin aksine azimli, marifetli. Düşündüğü tek şey erikler satılacak, eve ekmek alınacak, kardeşlerinin karnı doyacak.
Çocuk, pazara varıyor. Pazar dediğin yer büyük bir cümbüş. Sesler, sözler birbirine karışmış. Her kafadan bir ses yükselirken dinleyenin olmadığı bir pazar bu. Kimin sesi daha güçlüyse onun duyulduğu bir yer. Bizimki, daha pazara giderken yorulmuş. Bağırmaya hali yok. Üstelik zihninden şöyle geçiriyor: Ben eriklerimi sabah dalından topladım. Sepetim de temiz, üstüm başım da. Neden bağırmam gerek? Çocuk, saf aklıyla doğru düşünüyor. Bir yerden bir yere ulaşmanın en kolay yolu, iki nokta arasına çizilen düz çizgi. Ne derdik biz düz çizginin çizilmesine engel olan şeylere? “Modern insan.” Çocuk henüz sadece “insan.” Sessiz, sedasız sepeti önünde bekliyor.
Yandaki tezgâhta bir karpuzcu var. Adam işi çözmüş. Hiç susmadan mallarını övüyor. “Ağzının kirine pasına, hayat yorgunluğuna, cehennem sıcağına, kaynana dırdırına, rakı yanına…” Ve elbette tezgâhının önü hep kalabalık. Ufaklık bunun farkında. “Erik, taze erik, sabah topladım, çok güzel…” diyecek oluyor. İlk kelime ağzından çıkıp sese bürünüyor lakin kendi sesi ona yabancı. Sus pus oluyor. Bekliyor. Zaman ona öğretecek: yeteri kadar beklersen ve olduğu kadarına kanaat edersen senin sepetin de azalır. Azalıyor da.
Zaman geçiyor. Bizim çocuk kalan erikleri sepetiyle birlikte omuzuna alıyor. Düşünceli biraz. Evdekiler onu bekler. Para lazım. Karpuzcu diyor ki, “Dök onları benim tezgâhın kenarına.” Önlüğün cebindeki buruşuk paralardan birini uzatıyor. “Şimdi biraz daha az yükle ve biraz daha fazla parayla dön evine.”
Karpuzcu malını satmak için çığırtkanlık yaptı. Yolun buradan geçtiğini anlamış. Ama bunu anlaması diğerlerini görmesine engel değil. Karpuzcu hâlâ insan. Kendi tezgâhını boşaltmanın onu mutlu etmeye yetmeyeceğinin farkında. Biliyor ki karpuzun ağız tadıyla yenmesi için erik de satılmalı. Hele de onu satan, sesi kendine yabancı gelen, henüz bu dünyanın kurallarını anlamayan bir çocuksa. Kavradığına direnen, direndikçe yalnızlaşan, yalnızlaştıkça umutsuzlaşan. Umutsuzlaştıkça anlamı yitiren, anlam yiterse erik dalı olmak isteyen. Bir erik dalı olmanın dünyaya insan olmaktan daha fazla faydası olacağına inanan. İnsana inancını yitirdikçe erik dalı olmak isteyen…
Sevan… Bir kitabın satırlarının altını çizerken, aynı yerlerde durup düşünüyoruz, biliyorum. Dağlara bakıyorum, sen. Sakalların bembeyazdır diye hayal ediyorum. Fotoğraf istemem. Aklımda çizdim yüzünü. Anılar bize ait. İçimde hâlâ bizi taşıyorum. Unuttum bütün kırgınlıkları. Geçti, gitti. Sadece yorgunluğu kaldı yüreğimde. Onun yükünü de şiirler sırtlanıyor benim yerime.
Sana buralardan bir erik yapracığı gönderiyorum. Mektubumun arasına koydum. Dalından elimle topladım, yeşil erik. Bir zamanlar birlikte tırmandığımız o ağaçtan. Altında yüksek sesle okuduğumuz çok sevdiğimiz şiirlerden birinin sayfaları arasına koy. Başka yaşamları da kendine dert edinen tüm güzel insanların hatırına sakla. Bir ucu da bizi yüklensin sırtına. Bize ait tüm güzel anların anısına… Zeliha, Bursa 1992
***
6 Mart 2009, Flam Treni-Norveç. Hava eksi 6 derece. İkindi vakti. Yeşil tren Oslo’dan kalktı. Bergen’e doğru yol alıyor. Kompartımanlardan birinde genç bir adam var. Henüz otuzlu yaşlara varmamış. Kafasını kaldırmaksızın önündeki deftere bir şeyler yazıyor. Biraz önce yiyecek, içecek satışı yapan servis arabası geçti koridordan. Adam bir kahve satın aldı. Sonra çantasından çıkarttığı konyak şişesini dikkatlice açtı. Kahvesinden büyük bir yudum içti ve bardakta boşalan kısmı konyakla doldurdu. Bunu yaparken, onu izleyen ufak kıza göz kırptı.
Flam trenindeyim. Bir görevi yerine getirmenin huzuru var içimde. Penceremden dağlar, buzlar, fiyortlar, ağaçlar birbiri ardına akıyor. Bu kadar hızlı akmaları başımı döndürdü. Sanki tüm dağlar Uludağ.
Hayatımda ilk defa doğru zamanda bir şey yaptım. Dedemin mektubunu, yazılışının üstünden yıllar geçmiş de olsa, alıcısı henüz hayattayken ona teslim edebildim. Hissettiğim huzur bu yüzden olmalı. Sanki ömrüm boyunca tanıyor gibiydim hepsini. Ne sıcakkanlı insanlar. Dün gece yemekten sonra, biletimi ötelemeyi ciddi ciddi düşündüm. Ama annemin tepkisi ne olurdu, emin olamadığım için bunu yapmadım. Dedemin yokluğuna alışıncaya kadar annemin yanında kalıp ona destek olmalıyım.
Her şey olduğu kadarıyla güzeldi. Tıpkı dedemin hatıraları gibi. Mektubu okuduktan sonra bana geri verip, saklamamı istemesi, aralarındaki güçlü bağa beni de dâhil etme arzusuydu sanki. Zeliha hanım, o mektupların cümleleri gibi: sade, sakin, özenli. Annemin korkularının aksine, bu ziyaretimle anneannemin ruhunun incindiğini hiç sanmam. Böyle naif bir sevginin inciteceği bir şey olabilir mi?
Karşımdaki koltukta ufak bir kız çocuğu oturuyor. Gözünü dikmiş bana bakıyor. Bazen başımı defterden kaldırıp göz kırpıyorum. Utanarak gözlerini kaçırıyor. Onun bu meraklı bakışları düşüncelerime yoğunlaşmama engel oluyor. Şimdi, şu trende, kalemimin defterde gidip gelirken çıkarttığı sesler ve rayların sesi dışında bir ses duymak istemiyorum. Sadece dedemi ve Zeliha Hanım’ı düşünmek istiyorum.
Genç adam koltuğundan kalktı ve sallanan trende dengesini zorlukla koruyarak yemekli vagona doğru yürüdü. Yemekli vagonda pencere kenarında bir masaya oturmak istedi. Boş bir cam kenarını gözüne kestirdi. Oturdu. Defterini yeniden açtı. Kahvesi tamamen bitmişti ve bardağı konyakla doldurup bir yudum içti. Kalemin cızırtısı yeniden başladı.
Zeliha Hanım bu yaşa rağmen dinç bir dimağa sahipti. Dedemle geçirdikleri Bursa günlerini çiçek isimlerine varan bir ayrıntı bolluğuyla bana anlattı. O an kokusunu alıyordu, buna eminim. On yedi yaşındaki gencecik bir kızın anılarını, şimdi yetmiş yedi yaşına varmış, aynı gencecik kız anlatıyordu sanki.
Bu cümleden sonra sırtını koltuğa yasladı. Raylara paralel süzülen akarsuya bakarak düşündü. Dedesinin hiç kavuşamadığı bu kadını, Zeliha Hanım’ı düşündü. Kendini dedesinin yerine koydu. Ben olsam sevdiğim kadını arkamda bırakıp gider miydim, sorusuna net bir cevap veremedi. Bu düşünce yerini hızlıca, dedem Norveç yerine Ermenistan’a göç etmiş olsaydı bizlerin hayatı kim bilir nasıl değişirdi, sorusuna bıraktı. Ve kaldığı yerden yazmaya devam etti.
Hayatın bizim için planladıkları, her şeyin önüne geçiyor. Tabii tüm bu düşünceler kendi yaşam koşullarım içinde şekilleniyor zihnimde. Kendi durduğum yerden, “Ben olsaydım” demek kolay. Oysa göçe zorlanmış bir ailenin, korkuyla büyümüş çocuğu olmak nasıl bir şey bunu anlamam zor. Kim bilir bu korku nasıl siner her duyguya, her karara. Bunları düşünmeye çalıştıkça bir adım yaklaşıyorum dedeme. Fakat yaklaştıkça görüyorum ki hiçbir korku, yaşanamamış bir hayata değmez galiba. Seni sarmalayan bir düşün içine hapsoluyorsun. Ne düşte yaşadığın şey gerçek; ne de evinde yaşayan sen. Gerçeği çarpıtan bir ayna bu. Lunaparkta, kendin diye gördüğün ama sen olmayan binlerce parçan sanki. Hayalinde yaşattığın o kadınsa hep iyi. Çünkü bütün iyilikleri ona atfediyorsun. Belki yaşayabilseydin sonuna kadar, kanlı canlı onunla, etiyle kanıyla gerçeğin olsaydı, o zaman sırça köşkünden inerdi Zeliha Hanım. Ama sen dedeciğim, hep iyi kalmasını istedin. Korkularını da bu ayrılığa sebep gösterdin. Bilmiyorum… Geriye doğru bakarak ancak kendi doğrularımı kurabilirim. Sen de bunu kendi hayatın için yaptın mutlaka.
Anonsu duyduğunda inmesine bir durak kaldığını fark etti. Kompartımana geçti. Çok fazla eşyası yoktu. Defterinin arasından çıkarttığı, kendisine emanet edilen mektubu bir kere daha okumak istedi.
***
Dilimdeki türküm, bulutum, yağmurum…
Dün nihayet mektubun geldi. Açmadan okudum, satır satır ezberlediğim mektubunu. Bir cemile yapmış, zarfın içine erik yaprağı koymuşsun. Baharın müjdesi olarak aldım. Toplayan ellerinin kokusu burnumun ucunda. İçime çektim. Öptüm. Dert görmeyesin. Onu en yaraşan yere, “İlkyaz” şiirinin olduğu sayfaya koydum. Yaprak biraz kurusun, üzerine tarihini yazacağım. Bursa’da, dağ yolunda gittiğimiz altı yüz yıllık çınar ağacını hatırlıyor musun? Son görüşmemizde, orada içtiğimiz ıhlamuru? Benim üzerimde yakası kürklü sarı bir gocuk vardı hani. Başını yasladın omuzuma. Sustuk. “Söylenecek yeni bir cümlemiz olursa konuşalım artık,” demiştik. Ve ben, o günden sonra, geri kalan ömrüm boyunca, sana söyleyecek yeni bir cümlem olsun diledim. Her sessizliğimin, her uykumun vardığı yer oldu o çınar. Anıları elle tutulur, çekmecede saklanır halde biriktirmeyi sevmezsin. Hiç fotoğrafımız olmadı bu yüzden. “O anlar hep bizim, başka şeye ihtiyacımız yok” diyen sesin kulağımda.
Anılarımıza benim değil ama hafızamın ihanet edeceği günler artık kapıda. İşte bu yüzden, gönderdiğin yapracık saklanacak. Sana her ihtiyaç duyduğumda mektubunu posta kutumda bulduğum anki mutluluğumu bana anımsatması için saklanacak. Tıpkı Floyen tepesinde şimdi yüzüme vuran yumuşak rüzgârın, Manastır tepesinde neşeyle çiçek topladığımız günleri anımsatması gibi.
Bahar geldi ya ne güzeldir Uludağ’ın mor çiçekli kekikleri. Şairin, “Gemlik’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma!” demesi gibi, sen de bana demiştin ki; “Birazdan Karagöl’ü göreceksin, sakın şaşırma!” Yine de şaşırdım elbet. Bilmek ve görmek aynı şey değil. Görmek ve yaşamak da aynı şey değil. Dipsiz bir göldü sanki. Zirveden eriyen karlar dolmuştu içine. Sonra Kilimli Göl, Buzlu Göl. Diğer gölleri de peş peşe görünce güzellik sıradanlaştı birden gözümde. Bazen bu duyguyu Fiyortlara bakarken de duyumsuyorum. Güzellik ya da zenginlik kanıksandığında, belki de sıradanlaştığında, buna sahip olamayanlara neden şaşırır ki insan? Hep kendi gibileri arar etrafında. Her şey seçimlerimizden oluşuyormuş da sanki! İnanır bu ilaca ve hatta bilirsin ki içine düştüğün durumları kamburun yapar, suçlar. Artık bu bahisleri kapattım. Endişe etme. Haklıydın. Ayrılmak savaşmaktan daha kolay geldi. Çünkü ne kadar farklı olmak için çabalasam da, aynı yerlerden bükülüyorum diğer insanlarla.
Güzel şeylerden konuşalım tamam. Yürüdüğümüz yerlerde, küçük, öbekler halinde yaşayan çiçekler görürdük. Bazılarının ömrü bir ya da birkaç gün. Kışın soğuk, sert rüzgârlı, çetin geçen gecelerinden korunabilmek ve o bir günlük ömürlerince hayata direnebilmek için boyları kısa kalmış, yaprakları küçük, her biri aynı olsa da renkleri farklı, yan yana yaşam bulan çiçekler. Sen her zamanki gibi meraklı, eğildin onlara. Adaçayı, kekik, gelincik, menekşe, orkide, tükrük otu, çiriş otu… Saydın isimlerini tek tek bana. Bu kadar farklı çiçek türü olduğunu bilmezdim.
Bu yaşadığım yerde onca farklı renk yok. Hatta tek bir renge uyanıyorum çoğu sabah: Gri. Kulaklarımı tıkıyorum: Sessiz. Kulaklarımı açıyorum: Sessiz. Pazara çıkan, ekmek kavgasında çocuklar yok burada. Onun yerine Floyen Tepesi’ndeki parkta oyun oynarken erik yiyen çocuklar var. Vatanımın havasını, suyunu, toprağını, taşını özledim. Sen kokulu dağlarını, kahvenin yanına koyduğun iki minik fıstıklı lokumu, baba evimi, beni çağırırken kapıda çaldığın ıslık sesini.
Bazen balık pazarında öylesine yürüyorum. Gözüm lüfer, hamsi, istavrit arıyor. Pazarcılar kendi halinde. Hiçbiri malını satmak için bağırmıyor. Öğlen saat iki oldu mu tezgâhlar toplanıyor. Yeteri kadar bekledikleri için ya da sattıkları kadarına kanaat ettikleri için değil. Başka coğrafyadaki pazarlardan haberdar olmadıkları için. Hayat onlara böyle geldiği ve hayatı böyle bildikleri ve en nihayet, böyle bilmek huzur verdiği için.
O zaman seni düşünüyorum. Bir ıslık çalıyorum boşluğa. Bir süre bekliyorum, ıslığınla karşılık vermeni. Umut etmek tuhaf bir şey. Mantığı yok. Zihnim cevap veriyor bazen bu sese. Duyuyorum sesini. Kendi kendime, “Hadi!” diyorum. Yaşamak için umut etmeye ihtiyaç var. Ve minik sevinçlere… Floyen ’deki göle bakıyorum. Kilimli Göl’ü görüyorum baktığım yerde. Ve seni, eğilmiş çiçek koklarken buluyorum. Sonra bir çiçek koparıyorum mor renk. İşte şimdi senin elinde. Kokusu yok. Ama rengi canlı. Dağlar aynı. Aynı dünyadan topladık çiçekleri. Evler, çocuklar, mezarlar aynı. Erik ağaçları aynı. İlkyaz çiçekleri aynı.
Mektubunda bahsettiğin karpuzcuyu sevdim. Öyle birini olur da tanırsan, benim için bir şiir oku ona. Norveç’te ya da canım, hasretim güzel ülkemde. Nerde olduğumuz fark etmez. Bir nefes huzur alıp eşitleneceğimiz yer, yaşamın en saf olduğu yer şiirler.
Bu sanırım sana son mektubum. Torun kızıyor bu mektuplara. Dedem bunadı diyor, mektuplarımı atıp atmadığına bile emin değilim. Bu sefer ona teslim etmeyeceğim. Ben götüreceğim postaneye. Sokağa çıkmamı istemiyorlar evi bulamam diye. Korkutuyormuşum onları. Kızım öyle diyor. Ben yine de kimseye görünmeden yarın yanına geleceğim. Hasretle gözlerinden öperim.
Sevan
Floyen Tepesi/Bergen
***
Mektubu itinayla katladı ve günlüğüne son satırları yazdı.
Beni Floyen tepesindeki parka götürür, cebinden bir avuç erik çıkartırdın. Sonra göle doğru bakışlarını çevirir, o pazarcı kız çocuğunun hikâyesini anlatırdın. Anlatırken, sanki koca dalları olan bir erik ağacı olurdun. Her seferinde aynı merakla dinlerdim seni. “Hayat herkese aynı gelmez, eriklerini paylaş” derdin hikâyenin sonunda. Bu sözlerden sıkılır, kaydıraklara kaçardım. En tepeye kadar tırmanıp, sana seslenirdim. Sen bir ıslık çalardın, ben yanına gelirdim. Eve yaklaştım. Bir istasyon kaldı inmeme. Bana düşen son görevi yaptım, mektubunu sahibine ulaştırdım. Artık erik ağacının sendeki kıymetini biliyorum dede. Huzur içinde uyu.
Kirkor
Öznur Unat
“Yaşamak için umut etmeye ihtiyaç var.” Tığ işi, ince ince örülmüş, eskiyi tazecik cümlelerle konu eden güzellikli bir öykü. Kaleminize sağlık.
Çok beğendim, kaleminize sağlık
Duygu yoğunluğu yüksek, okuyucunun hislerine dokunan çok güzel bir öykü.Kaleminize sağlık😊
Floyen’de gölün kenarında bir bank var, çınar ağacının gölgesinde…mektubu orda açıp okudum.. sanki…duyguları , mekanı nasılda güzel aktarmışsınız.Yazın, yazın ki dünyamız büyüsün👏👏