Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):

4 milyar 540 milyon 874 bin 673. yıl, 212. Gün:

İPEK VE BAKIR

Bir yazar olarak öykünün anlatımında kendinin farkında olmak ve bunu okura alttan alta duyumsatmak: Tomris Uyar’ın Aramızdaki Şey kitabındaki öyküleri okurken edindiğim izlenimdi. Hani, öykülerde, yazar araya girip bir düşüncesini ileri sürer veya bariz biçimde kahramana bunu söyletir. Okur da bunu ayan beyan duyumsar. Öyle değil. Kastettiğim: Okurun, yazarın varlığını öykünün dokusunda ve kurgusunda (hikayenin gelişimi, öykünün kaderiyle ilintisi içinde) algılayabilmesi. Bu duygum, tuhaf şekilde Uyar’ın öyküleriyle aramı açtı ve öykülerle ‘aramdaki şey’i –ona çarparak dağılan ilgimi hesaba katarsam– adeta duvarlaştırdı.

Bunun üzerine, yazarın yazı macerasını anlamak için, onun öykü tarihinin başlangıcına giden ilk kitabı İpek ve Bakır’ı okumaya karar verdim. Kitap, Tomris Uyar’ın 24 yaşındayken yazdığı bir öyküyle başlayıp, 1970’e kadarki beş yıllık öykücülüğünü kapsıyor. Kendisi, çok sonra “o yaşlarda” yazdıklarını aynı kefeye koyarak onları acemice bulsa bile sahiplenir. Gerçekten de, bu beş yıllık sürenin ilk yıllarındaki acemilik, kendisinin olduğu kadar, deneyimli bir okurun da gözünden kaçacak gibi değildir (örn. karakterlerin düşünemeyeceği şeyler, söyleyemeyeceği sözler, yazarın seçimine ait görünen ve devamlılığı olmayan gerekli gereksiz italikler, karakterlerin kurguyu taşıyamayan bahaneli konuşmaları). 

Yıllar ve sayfalar ilerledikçe, şimdide başlayıp geçmişi kurcalayan, olaysızlığın sürdüğü ve hikayesi olmayan insanlı fotoğraflara benzeyen bu öyküler, kısalıklarına karşın çok karakter barındıran bir kurmacadan ve şaşırtıcılığı inandırıcılığa yeğleyen bir anlatımdan kopmadan daha bir derlenip toparlanır, kurgu ve anlatımda tutarlılık kazanarak okura zevk vermeye başlar. 

1980 Darbesi öncesi, Karma ekonomi döneminin gelenekçi ilişkileri içinde yaşayan –çoklukla– kadın karakterleri içine alan bu kısa öykülerde sıradan insanların içine gömüldükleri günlük dertlerine tanık oluruz. Öykülerde cinsellik izlekte değil, imâlardadır; bir ensest şüphesinde, bir ergen kızın safiyane sorusunda veya düşlerinde gizlenir.

O dönemdeki öykülerinde, Tomris Uyar, hayatı simgeleyen renkli bir mozaik yaratma peşindedir ve üslubunu bu amaca yöneltir: Ayrıntıda kalan her mozaik taşının görünür olmasını ister. Dikeyden çok yatayla ilgilenir. Anlatı tarzının okurlar tarafından açıklıkla bilinmesini arzulayan yazar, daha da ileri giderek, 1969’da yazdığı “Evin Sonu” adlı öyküde, satır arasında kendi öyküleme tarzını okura gizlice(!) açıklar:

“O gün bütün ayrıntılarıyla aklındaydı: bir sürü küçük küçük, üstelik hiç bir olayla açıklanamayan, bir olaya hazırlık bile olamayacak yüzlerce ayrıntısıyla. Karın hızlandırdığı rüzgârda dağılıp paralanan bağlantısız incelikler: yolların ıssızlığı, topuklar altında çatırdayan toprak yol, insan soluklarıyla buğulanmış bir vapur camından dışardaki karanlığı (deniz ya da akşam) gözleyiş, içerinin güven veren kargaşası (çay fincanları, kaşıklar, ocağa koşuşturan garsonlar), sonra Çamlıca’ya çıkarken şoförün kulağındaki fiyakalı cigara.” 

Kitabın 1988’de yazılan “Sonsöz”ünde Tomris Uyar, ilk kitabı İpek ve Bakır‘ın adını savunma gereksinimi duysa da, ben bir okur olarak kitaba ‘Kırmızı’ adını çok yakıştırıyorum. Nedeni de, kırmızının hemen her öyküde bir kez geçmesi yanında; öykülerde yalnızca domatesin, ibriğin değil, garsonların ve hatta baş ağrısının bile kırmızı olmasındandır. Belki de yazar, kitabının adında bakır kırmızısını düşlemiştir, kim bilir?

219. Gün:

ESKİ BİR ARKADAŞ GİBİ

Eğer bir anket yapılsa, acaba kaç kişi arabalarıyla olan ilişkilerinin duygusal bir bağ olduğunu itiraf etmek cesaretini gösterirdi? Arabamıza bir kişilik yükleyerek, onu bizimle birlikte yaşayan insanlar gibi, evcil hayvanımız gibi canlıymışçasına görmeye başlarsak onunla aramızda duygusal bir bağ kurulması kaçınılmaz.

İkinci el araba satıcıları dünyanın hemen her yerinde sözlerine en güvenilmeyen insanların başında anılırlar. Bu pekişmiş önyargının dünyada ikinci el bir arabanın, aynı lambalı eski radyolar veya tüplü televizyonlar gibi asla satıl(a)mayacağı yeni bir çağa kadar süreceği ortada ise de, günümüzde geçerliğini koruyan mesleklerinin tadını çıkaran deneyimli satıcılara bir an için önyargısız kulak verdiğimizde, onlardan, insanların çoğunun arabalarına “çok bağlı” ve bunların büyük bir kısmının da arabalarını “eski bir arkadaş gibi” gördüklerini öğrenmekteyiz.

Bir İlişki Uzmanı’na göre ise, insanın arabasıyla duygusal bağı olması aslında çok şaşırtıcı değil: Bunun nedenini de, arabamızla hayatımızın önemli evrelerini (mezuniyet, evlilik, doğum) onun fiziksel varlığıyla birlikte geçirmiş oluşumuzla açıklıyor. 

Arabamıza ne kadar bağlıysak, o gittiğinde o kadar üzüleceğimiz kesin. Arkadaşlıkta olduğu gibi. Bir sır vereyim: Yurt dışındayken on yıldan fazla severek kullandığım 80’lerin Datsun Stanza’sını ne zaman bir dönem filminde görsem, artık yaşamayan “eski bir arkadaşımın” fotoğrafını görmüş gibi duygulanırım.

225. Gün:

YERÇEKİMİ

— Futbolda, her topa vuruşta top dümdüz bir doğru boyunca gitmek zorunda kalsaydı, bu, yalnız futbolun gerçekliğini değiştirmez, yaşamımızın gerçekliğini de değiştirirdi. Yerçekimi olmasaydı… Aaaa! Gene geldi bak! O kuş, hani havalanırken zil çalanı.

230. Gün:

EYVAH! EYVAH!

Borges, bir İngiliz rahibin yazdığı bir kitaptan söz eder. Kitapta cennette çok fazla keder olduğu söylenmektedir. Borges buna inanmaktadır, çünkü neşe ve mutluluğun devam ettiği takdirde dayanılmaz bir şey olduğunu düşünür. 

233. Gün:

Araf’ın kum tepeleri sizin olsun, cennetin bal ve şerbet şelalelerinden de vazgeçtim, bari öldüğümde rüya görmeye devam etsem.