Geçtiğimiz hafta Bir+Bir’in internet sitesinde (derginin kış sayısında da yer alan) çok çok nitelikli bir vatandaş gazeteciliği örneği okura sunuldu. Terimin unutulan doğru şekliyle tam bir “röportaj”dı bu aslında: “Beyoğlu Kültür Yolu Festivali” kapsamındaki bir serginin izini sürmek üzere sokağa çıkan Nazım Dikbaş, Hansel ve Gratel masalının 21. yüzyılın kötü şöhretine yakışır bir yeniden uyarlamasının kahramanıymışçasına, memleketteki sanat-kültür ve siyaset ilişkisinin sokağa saçtığı “sanat kırıntılarını” toplaya toplaya evine geri dönüyordu.

Yazıda yer alan bu sanat kırıntıları arasında bir tanesi özellikle dikkatimi çekti, bütünün kendisinden daha fazlasını söyleyen bir parçaydı çünkü o: Kintsugi adlı eser.

Kintsugi, aslında üzerinde epey konuşulası bir konu olup da sosyal medyada konuşula konuşula insanın konuşası kaçırılmış onlarca kadersiz kültürel öğeden bir tanesi. Eminim ki twitter’a yalnızca fotoğraflarının altına “Bugün nasıl sın bakalım güzel lik” yazarak genç kadınların ilgisini çekmek için giren (oysa yalnızca saplantılı gramer nazilerinin ilgisini çeken) dayılar bile en az bir kez kintsugi paylaşımına maruz kalmıştır. Şöyle şeyler:

“Bir Japon sanatıymış: Kintsugi…

Kırılmış bir nesneyi kırıldığı yerleri belli ederek altınla onarmak.

Bakış açımıza bağlı her şey aslında: Kırgınlıklarımız, kırılmışlıklarımız bizim için kusur mudur, yoksa bize güzellikler mi katar?”

Bıkkınlığınızın hışmına uğrayıp okunmamayı göze alarak, haberin verdiği ilhamla kintsugi muhabbetini koyulaştıracağım biraz.

Ama önce, söz konusu röportajdaki Kintsugi işine geri dönelim.

Habere göre sergide yer alan sanatçı bu Japon tekniğini Beyoğlu sokaklarının birindeki asfalt ve betona uygulamak istemişti. Fakat görünen o ki tutmamıştı. Onarılan yerler belli olmuyordu. Kırıklar, o her zamanki bayağılıklarıyla kalmıştı.

Hani Edison’a “Ampul yapmanın bin farklı yolunu denediniz de hiçbirinde başarılı olamadınız” demişler de Edison “Ben ampulün nasıl yapılmayacağının bin farklı yolunu keşfettim” demiş –aslında kıvırmış ama kabul edelim ki güzel kıvırmış– ya, ben bu işteki sanatsal ışıltıyı da yaşadığı başarısızlıkta gördüm:

Türk’ün kırığı oyuna gelmemiş, kendisinin aslında kıymetli olabileceğini iddia ederek ortalığı karıştırmak isteyen Japon sanatını kapı dışarı etmişti. Türk’ün kırığı asfalt ve beton üzerinde yer alıyordu tabii – bu da ayrı ironi.

Sanat öyle yüce bir şeydir ki, birbiriyle alabildiğine ilişkisiz görünen şeyler, olaylar, kavramlar arasında aslında sımsıkı bağlar olduğunu yalnızca onun göksel ışığının altında görürüz.

Yine geçtiğimiz hafta haberlerde yer alan şu üç olay arasındaki bağlantı da işte bu Kintsugi başarısızlığı haberini okumamla beraber gözlerimin önünde ışıl ışıl parlayıverdi.

Haber 1: Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülleri sahiplerini bulmuş, vefa ödülü Kemal Tahir’e verilmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı konuşmada Kemal Tahir’i “Türkiye’nin ruhunu arayan adam” olarak nitelendiriyordu.

Haber 2: Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi’nde gerçekleşen Roman Kahramanları Festivali Milli Eğitim Bakanlığına şikâyet edilmişti. Müşteki vatandaş “Milli Eğitim’in amacı ortalama TC vatandaşı yetiştirmektirdiyordu.

Haber 3: Arda Turan’ın eşi yurtdışından siyah tuvalet kâğıdı getirtmişti.

Kemal Tahir Türk fikir dünyasının en tartışmalı figürlerinden biri, Nazım Hikmet’in “Dostumsun, kardeşimsin, oğlumsun” diye seslendiği hapishane arkadaşı. Öte yandan, Marksizmi bir Doğu-Batı karşıtlığı okumasına çekerek, Osmanlı’nın tasfiyesi, Köy Enstitüleri, eşkıyalık gibi birçok konuda memleketin diğer hemen hemen bütün sol aydınlarının tam tersi pozisyonlar alan ve bu yönüyle sınıfsal çelişkileri kültürel çatışmalarla perdelemeyi seven İslamcıların gönlünde gün geçtikçe daha çok yer bulan bir yazar.

Gelgelelim bir roman yazarıydı o, Batılılaşma eleştirisini Batılı bir edebiyat formunu kullanarak yapan. Bu çelişki –oldukça yüzeysel olduğunu kabul etmekle birlikte, neticede bir çelişki– onu ve onu siyasal açıdan işlevselleştirenleri pek rahatsız etmemiş gibi görünse de, iki numaralı haber çelişkiye yer bırakmıyordu. Yalnız da değildi bu vatandaş, sosyal medyada pek çok milliyetçi muhafazakar hesap söz konusu etkinliği kınayan mesajlar paylaşmış, yüzlerce beğeni havada uçuşmuştu.

Fantezilerinde yaktığı kitapların dumanından görüş mesafesi sıfıra inmiş, yerlilik ve millilik saplantılı vatandaşlar evlatlarının romanlarla kurduğu ilişkiden rahatsız olmuştu. Çünkü roman kendini her gün yeniden inşa etmekle mükellef olan insanın kintsugi’si. Kişilikleri bir “birey” olarak bütünlüklü kılarken parçalanabilir doğasını da vurguluyor, üstelik yapıştırıcı maddenin üzerinde altın yaldızlarla yabancı isimler yazıyor çoğu zaman. Ortalama TC vatandaşı, mermerden sandığı Müslüman Türk kimliğinin üzerindeki kırılgan yerlerin ışıl ışıl görünür olmasından korkuyor bu yüzden. Ortalama TC vatandaşı ortalama olarak kalmak istiyor, sergideki Kintsugi’yi üzerinden kovan asfalt ve beton gibi. Ödüllü bir TÜBİTAK projesi adeta: Asfalta ve betona “selamünaleyküm” demeyi öğretmişler, onlar da kendilerini tanıtırken mutlu mesut “Atalarım Afyon mermeri” diyor şimdi.

Kırılganlığı ortaya koyan değil, en evrensel ve en doğal kusurlardan birini obsesifçe gizleyen “siyah tuvalet kâğıdı”nın temsil ettiği sanata meyilli o. Kolu kırıp kabahati yende arayan Türk kintsugisi. “Ama siyah tuvalet kâğıdı ithal, ithal ürünle yerli ve milli sanat mı olur” diye sormayın. Milliyetçilik ve muhafazakârlık da ithal ama siyah zeminin üzerinde hiç belli olmuyor.

Hakan Sipahioğlu