Nuray Elçin

Sol eli kalbinin birkaç aydır attığı yeni yerde, karnında gezinirken sağ elinde bir A4 sayfası tutuyordu. Sayfanın üstünde, sol köşede adı yazılıydı, bir de yaşı. Adı da yaşı da daha önce bu kadar eğreti durmamıştı hiçbir yerde; bu sefer sevimsiz, sanki onun değil, bir yabancıya aitti. Sayfanın üstünde bir tablo, rakamlar, değerler, olasılıklar sonra da kısacık bir paragraf vardı. Hepsi bu kadardı.

İnsanlar gelip geçerken omuzuna çarpınca koridorun tam ortasında durduğunu fark etti. Yavaşça kenara geçip bir sandalyeye oturdu. Elini karnından çekip kâğıdı iki eliyle sımsıkı tuttu. Nefes nefese kalmıştı. Bir kâğıt parçası ne kadar ağır olabilirdi ki? Ona çok ağır geldi. Sanki dünyanın bütün yükü o kâğıda yüklenmiş, elinden bir bıraksa rahatlayacaktı. Bırakamadı. Önce ikiye katladı kâğıdı, sonra bir daha, bir daha… Kâğıdı avucunun içinde kaybetmek istercesine küçülene kadar katladı. Tam orada, avucunun içinde, bütün yüküyle yok olmasını istedi.

Aklındaki bütün düşünceler birbirine karışmıştı. Korkan, ağlayan, kaçan, saklanan onca düşüncenin arasında tutunacağı bir şey aradı ama yarım saat öncesine kadar günü gününe söyleyebildiği gebelik haftasını bir türlü hatırlayamadı. Panikle, çantasından telefonunu çıkardı. Cevapsız aramaları, whatsapp mesajlarını, bebek alışverişi reklamlarını hızlıca geçip takvimi açtı. Elinde biberon tutan bebek figürlü takvimde “Gebeliğinizin 14. Haftasındasınız. Bebeğiniz şu an 8-9 santim boyutuna ulaşmıştır.” yazıyordu. 8-9 santim ne kadardır, diye geçirdi aklından kısa bir an, sonra “Vücudu ve organları gelişmeye başlamıştır.” yazısını okudu. Gözünün önüne 8-9 santimlik, belki elinde tuttuğu telefon boyutunda, minik bir bebek geldi. “Beklenen doğum tarihi 16 Nisan” yazısını gülümseyerek okudu. Benim gibi Koç burcu olacak, diye geçirdi aklından, baharda doğacak; mevsimlerin en güzelinde, diye düşünmeye devam ederken avucundaki ağırlık kendini yeniden hatırlattı.

Telefonu kucağına bıraktı. Derin bir nefes alıp kâğıdı yavaş yavaş açmaya başladı. Doktor ona uzattığı andan itibaren kaç kez okuduğunu bilmeden bir kere daha okumaya başladı. Ne cümleler tamdı, ne kelimeler doğru. “Genetik” ve “%99 olasılık” kelimeleri gözüne çarpınca donup kaldı. Kâğıdı her okuyuşunda o iki kelimede takılıp kalıyordu, sanki öncesinde ve sonrasında yazan her şey suya yazılmış, bir tek o iki kelime kâğıda kazınmıştı. Boğazını yakan bir tıkanıklık ve acı hissetti. O tıkanıklık ve acı bedenindeki her zerreyi yaka yaka gözlerine yürüdü, orada bekledi. Kâğıdın üst sağ köşesinde yazan “Cinsiyeti” kelimesine kaydı bakışları. Önceki kontrolde doktorun “Büyük ihtimalle erkek” sözünün yerini “Kız” almıştı. Bilmiyorlar işte, kesin değil hiçbir şey, diye düşünüp kısacık bir an rahatladı. Sonra, doktorun gözlüğünü düzeltirken sesine biraz anlayış, biraz üzüntü, biraz da çaresizlik katarak söylediği “Bu testlerde hata payı %1” diyen sesi yankılandı kulaklarında. O an, yüzdelerden, olasılıklardan, rakamlardan nefret ettiğini fark etti.

“Eşinizle konuşup karar vermeniz gerekiyor” demişti doktoru. Nasıl karar vereceklerini düşündü. Hangi arabayı alacaklarına, tatilde nereye gideceklerine, hafta sonu ne yapacaklarına karar vermek gibi bir şey miydi bu? Hadi oturup bir karar verelim, denilecek bir şey miydi? “Ben kararımı verdim” cümlesini kim kuracaktı? “Ne olursa olsun o bizim bebeğimiz” ya da “Ona bu haksızlığı yapamayız” diye iki farklı karar alınırsa ne olacaktı? Bunları düşününce, kararın bir tek ona ait olmaması iyi mi kötü mü bilemedi. Hatta sadece ikisine bile ait değildi. Annesi, “Büyük günah kızım, yapmayın” diyecekti ağlamaklı. Ablası, “Bu testlerde hata payı olmaz, ihtimaller üzerine karar verme” diyecek sonra da “Ne olursa olsun ben senin yanındayım” diye ekleyecekti. Arkadaşları kendilerinden örnekler vereceklerdi, “Bana da öyle demişti doktor ama bak bizim oğlana turp gibi maşallah.” “Bir arkadaşıma da bebek %90 engelli dediler. Aldırmadı bebeği, şimdi kocaman genç kız oldu, bir de akıllı ki görsen şaşırırsın.” Böyle uzayıp gidecekti. Hasta, engelli bebek bakan tanıdıklarını anlatmayacaklardı. Yaşayacakları zorluklardan bahsetmeyecekler, ona da bebeğine de acıyacaklar, arkasından sessizce “Allah yardımcısı olsun, çok zor” diyeceklerdi. Başlarda yanlarında olsalar da sonra yavaş yavaş uzaklaşacaklardı. Hamile kadınlar, kendi bebekleri de öyle olmasın diye bakışlarını çekecekti. Ama karar verirken kimse bunlardan bahsetmeyecekti. “Ona bu haksızlığı yapamam” diye mırıldandı. Tuttuğu gözyaşı en sonunda düşüp kâğıda damladı, kâğıdı yeniden katlayıp çantasına koydu.

Tam kalkacağı sırada telefonu çaldı. Eli aramayı cevapla yazan yerde, ne diyeceğini bilememenin tutukluğuyla, bir süre bekledi. Kocasının baba olacağını öğrendiği an geldi aklına. O zaman da telefonda onlarca cevapsız arama vardı. Sonra iki ay önceki görüntüsü uçuşuverdi zihninde. Mutlu, sıcak, saran, heyecanlı, umutlu düşüncelerin arasından çıkıp geldi. Öğle tatilinde iş yerinden aceleyle çıkıp eczaneye gidişini, test alıp kendini bulduğu ilk kafenin tuvaletine atışını, çift çizgiyi gördüğünde, hayatında ilk kez mutluluktan ağlayışını hatırladı. Yıllarca tek çizgiyle çöpe attığı testleri o an affedip hepsiyle vedalaşmıştı. Kalbi tam da o gün yer değiştirmişti. Bir eli karnında gezinirken diğer eliyle, tıpkı iki ay önce olduğu gibi, elleri de sesi de titreyerek aramayı cevapla simgesine dokundu.

Nuray Elçin