Çan kulesinin ahşap kapısı gıcırdayarak açıldı. Zangoç tokmağı tuttuğu elini görünce duraksadı. Eprimiş keten elbisesinin yenini elinin üzerine çekti. Her zamanki merdivenlerdi işte. Soğuk, nemli, yer yer yosun tutmuş kesme taştan basamaklara ilk adımını attı. Başarmak istiyordu. Zihninden geçen görüntülerle kelimeleri bir arada tutmaya çalışıyordu. Taşın görüntüsü “taş” kelimesine denk gelmeliydi. Gelmeli miydi? Kil gibi şekil değiştirip duruyordu suretler. Birkaç merdiven çıkınca durdu. Mumu kendine yaklaştırdı. Işığın yansımasında duvara baktı. Parmaklarını sürüdüğü çizgiler sıvada yol yapmıştı. Belki de ondan önceki zangoç da aynı yerlere tutunmuş, parmakları aynı sivri taşa temas edip derisi sıyrılmıştı. Ondan önceki zangoç ve ondan da önceki zangoç da aynı yeri aşındırmış olabilirdi. Papaz Georgi geldi aklına. Yetim bir çocukken tanımıştı onu. Georgi o zamanlar genç olmasa da diriydi. Sakallarına aklar düşmüştü, ama şimdiki gibi kül rengini almamıştı. Yüzündeki çizgilere gölgeler dolmuyordu o zamanlar. Kamburu daha az belirgindi. Ne kaldığını düşündü o yıllardan geri. Nefesi hırıltılıydı. Bir merdiven daha çıkıp duvara dayadı sırtını. Son kez de olsa çıkmak istiyordu. Yürümek. Hiç bitmeyen bir vazifeydi. Sahi vazifesi neydi? Kiliseye göz kulak olmak, yılda iki kez akan damı tamir etmek, çürüyen tırabzanları değiştirmek, atriumu temizlemek, apsisin boyası dökülmüş yerlerini sıvamak. Bir de mumlar vardı tabii. Mumlar sürekli değiştirmek isterdi. Yüzlerce, binlerce mum eriyip bitiyor, havuzda birikiyor, tekrar muma çevrilip satılıyordu. Tırnaklarının içine dolardı. Çıkarması zahmetli. Hele ispermeçet mumu. Yine de kadın tuzluğuyla şapı karıştırıp mumları boyamayı severdi. Rengarenk olsun isterdi. İsa’yı memnun etmek değildi derdi. Mum yakanların yüzlerini ezberlemişti artık. Öylesine yakıp geçenleri değil. Gerçekten derdi ya da dileği olanları, durmadan mum yakanları, cemaat naosta toplandığında bile mumların başından ayrılamayanları tanırdı. Çocukluğundan beri gelenleri. Hep aynı kişilerdi, ama yıllar yüzlerini değiştiriyordu. Gözlerini de. Yıllar yılı aynı tanrıya yakarıp aynı dileğe, duaya, arzuya tutunan inançlı insanların gözlerindeki ferin sönmesine de şahitlik etmişti. Son kez de olsa çıkmak istiyordu. Birkaç merdiven daha adımladı. Kasıklarındaki çıbanlar bacaklarına sürtününce acıdan durdu. Bir fikir oluşmuştu aklında. Ya da bir arzu. Bir dilek de olabilir. “Bugün yukarı çıkıp çanı çalabilirsem” diye düşündü.

Papaz Georgi’yi özlemeyecekti. Aslında bu illet kendisine değil, ona bulaşmalıydı. Üstelik o bir din adamıydı. Kendisi ne yapmıştı ki. Ufak bir merakla başlayan kıvılcımı harlamanın günahı neydi? Belki çoktu, ama hangi tanrıya göre? Bacaklarını ayırarak tırmanmayı denedi tekrar. Gitmenin ne demek olduğunu yeni yeni kavrıyordu. Çocukken babası da gitmişti, ama geleceğini ümit etmişti. Gitmiş olmak öyle bir şey değildi ki. Bir noktadan uzaklaşmak mıydı gitmek? Kendinden uzağa düşen hiçbir şey gitmiş değildi. Yakınında olanların gitmesini, yanı başında duranların tek bir adım atmadan gitmesini bir yere koyamazdı o zaman, sahi kardeşi gitmişti. Ne çabuk unuttu. Gece olup uykuya dalmaya çalışınca, kulaklarında uğuldayıp duran hırıltılarını nasıl unutuvermişti şimdi? Sıska bedenini, sararmış tenini, incelmiş yağlı saçlarını yıllar yılı rüyalarında taşımıştı. Onunki de gitmek değildi belki. Gitmek istiyordu. Bu bedenden gitmek. Çana ulaşırsa n’olacaktı? Ulaştı diyelim. Urganı kazıktan çekip çıkarabilecek miydi? Ellerinde yeterince derman var mıydı? Papaz Georgi, cemaatin karşısına çıkıp nutuklar atmayı pek severdi. Sakalları kırlaşınca cennetlik bir keşiş görüntüsü daha da belirginleşti. Halk severdi onu. Uzamış sakallarına aklar düştükçe daha da sevildi sanki. Beyazlık içinde beliren buz mavisi gözlerine bakarak onunla konuşamıyordu zangoç son zamanlarda. Çanı boş verecekti. Şifacıya gidebilirdi. Ama o zaman kilisenin duası ne olacaktı? Şifayı burada bulamadığını anlarlarsa. İsteyen istediğini düşünsün. Şifacıya gidecekti, ama çanı bırakamazdı. Onun en mühim görevi. İçinde biraz tanrı kalmıştı. Hiç yoktan iyidir. İyi değildir belki de. Her yerde olan hiçbir yerdedir. Az olanın çok olanı, çoğun hiçi de vardır. Agustus üzülürdü belki gitmesine. Sahi Agustus da ortalarda görünmüyordu. Lanet ona da bulaşmış olabilirdi. Tanrının gazabını hak edecek bir şey illaki yapmıştır.
Kirişlerin olduğu kademeye kadar gelebilmişti. Biraz daha ilerlerse kapıya da varacaktı. Yukarı baktı. Ensesinin katları sıkışınca, oradaki çıbanlar da acıdı. Dua etmek için dudaklarını kıpırdattı. Devamını getiremedi. Mumu düşürmek üzereydi. Dizlerini merdivene dayayıp uzanarak yukarıdaki başka bir basamağa bıraktı mumu. Matta’dan Dağdaki Vaaz kısmını bölük pörçük içinden okumaya başladı. Dudakları hâlâ kıpırdamıyordu. Birkaç cümle içinde zihni dağıldı. Onun yerine, şükran günü kiliseye sıcak ekmek getiren kız belirdi. Asma dallarından örme sepetinin içine doldurduğu somunları kırmızı bir bezle örtmüştü. Sırtındaki yün yeterince kalın değildi. Kendi içine gömülmeye çalışıyordu ısınmak için. İki büklüm olmuştu. Somunları uzatırken de titriyordu. Zangoç kızın üşüyen ellerine baktı sepeti alırken. Kız zeminde bir yerlere bakıyordu. “Annem gönderdi,” dedi. “Sepeti geri istiyor.” Zangoç iki eliyle eteğini torba gibi tutarak, somunları içine dökmesini işaret etti. Kız titreyen eliyle kırmızı bezi kaldırdı. Sepeti ters çevirip salladı. Bir somun köşede sıkışmış düşmüyordu. O kızı neden sonra Anita denen kadına benzetmişti ki? İkisi arasında hiçbir alaka yoktu. Biri kart, şişman, memeleri pörsümüş bir günahkardı. Diğeri beyaz, taze, tanrısına titreyerek yardım etmeye çalışan cılız bir hizmetkar. Anita aklına düşünce gözlerini sımsıkı kapadı. Yirmi üç gün olmuştu ona dokunalı. Yoksa yirmi yedi mi? Mum geride kaldı. Parmaklarının boğumlarındaki çıbanlar sancıdı kapının kasnağını kaldırmaya çalışırken. Gün ışığına çıkınca gözleri yandı. Çanın kazığını el yordamıyla buldu. Düğümü çözemeyecek kadar takatsiz kalmıştı parmakları, ama denedi. Son kez olsun görevini tamamlayabileceğini düşündü, ama kalbindeki tanrıyla zihnindeki tanrı başka başka şeyler fısıldıyordu kulağına. Tanrının sesi gök gürültüsü gibi tok değildi. Bir fısıltıydı. Düğümü çözemeyeceğini anlayınca, ağırlığını kullanarak çekmeyi denedi, fakat urgana asılamıyordu. Parmakları pelteleşmişti. Korkuluğun üstüne yasladı kıçını. Oradan oturarak deneyecekti bir de. Göremiyordu ama aşağıdaki kiremitli çatıların kızıllığı gözüne çarpıyordu zihninde. Tekrar asıldı urgana. Elleri kaydı. Elleri tutunacak bir şey arayarak yalpaladı havada. Korkuluğun tekine tutundu acıdan inleyerek. Islak kara düşüp kirlenen kırmızı bezi, bezi almak için uzanan titrek eli gördü. Parmaklarını gevşetti. Gerisin geri yalpalarken ayağı urgana takılınca kazık boşandı. Georgi çocukları severdi. Halk da onun kırlaşmış sakallarını. “Benim beyaz kuğularım” diye seslenirdi onlara. Agustus’un gittiğine kanaat getirdi. Kırmızı bezi yerden aldı. Onu kıza geri verirken buldu kendini. Avuçlarının içine bırakıyordu. Ama kız elini çekti. Bez tekrar düşmesin diye ileri hamle etti. Acılarını unuttuğu tek andı. Çok kısa bir süre havada süzülürken kalbinin hop edişini duydu. Somunlar eteğinden dökülmeden önce de tıpkı böyle olmuştu. Belli belirsiz bir çan sesi duydu.
Bülent Ayyıldız