Bu yazıda Juan Rulfo’nun Macario ile Onat Kutlar’ın Kül Kuşları öykülerini çaprast okuyacağız. Öykülerinden söz edeceğimiz yazarlar az ürün vermiş ama yapıtları zamanın karşısında dayanıklılığıyla sınanmış edebiyatçılar arasındadır.
Juan Rulfo’yu 1953’de yayımlanan Kızgın Ova adlı öykü kitabı ve Pedro Paramo romanıyla tanırız. 1917 Meksika doğumlu yazar, aralarında Federico Garcia Lorca ve Gabriel Garcia Marquez’in de bulunduğu sanatçıları, dolayısıyla Latin Amerika edebiyatını derinden etkilemiştir. 1986 yılında öldüğünde Meksika’da Ulusal Edebiyat Ödülü ve İspanya’da Cervantes ödülüne değer görülmüştür. Rulfo yaşadığı coğrafyayı, oradaki insanların meselelerini anlatır. Öykü ve roman kişileri doğanın kurallarıyla yaşayan sert, cahil köylülerdir. Yoksulluk, baskı ve güçlüklerle boğuşurlar. Bu koşulların şekillendirdiği iç yaşantılarında acımasızlık ve tutku dikkat çekicidir. Rulfo’nun öyküleri çıplak gerçekliği dile getirir. Yazar da karakterleri gibi olup biteni açıkça ortaya koymak dışında fazladan çaba göstermez.

Kızgın Ova kitabının ilk öyküsü Macario, “Lağım çukurunun başına oturmuş kurbağaların çıkmasını bekleyen” kaç yaşında olduğunu bilmediğimiz çocuğun ağzından anlatılır. Şimdiyle geçmiş zamanın anlatıcının zihninde birbirine karıştığı öyküde, öykü zamanı oldukça kısadır. Anlatıcı öykü süresince elinde bir tahta parçasıyla lağım çukurunun başında vıraklayacak kurbağaları parçalamak için bekler. Analığı kurbağa sesinden rahatsız olduğu için çocuğa bu görevi vermiştir. Öykünün sonunda Macario hâlâ lağım çukurunun başındadır.
Çocuk muhtemelen ergenlik yaşında, belki de biraz daha büyüktür. Felipa’nın memelerini emip açlığını giderdiğini söyler ama Felipa’yla yaşadıkları aslında bir cinsel deneyimi andırmaktadır, bu yüzden anlatıcının yaşının çocuk değil de ergen olabileceğini düşünürüz.
Macario’nun aklı kıt bir genç olduğu açıktır. Analığıyla ve evin hizmetçisi Felipa’yla yoksulluk içinde yaşarlar. Çocuğun en büyük derdi karnını doyurabilmektir:
“Felipa’yı analığımdan daha fazla severim. Ama analığım kesesinden para çıkarır, yiyecek alsın diye Felipa’ya verir. Mutfakta tekbaşına oturur, üçümüze aş pişirir Felipa. Onu bildim bileli budur bütün yaptığı. Bulaşıkları yıkamak bana düşer. Odunu da ben taşırım. Yemeğiyse analığım dağıtır. Kendi yemeğini yer bitirir, sonra biri bana bir Felipa’ya olmak üzere iki ufak parça koparır elleriyle. Bazan Felipa’nın canı yemek yemek istemez, o zaman iki ufak parça da benim olur. Bu yüzden severim Felipa’yı, çünkü hep açımdır ben, karnım hiçbir zaman doymak bilmez, hiçbir zaman, onun payını yediğim zaman bile. Yemek yiyenin karnı doyar derler, bir de bana sorun, ne var ne yoksa hepsini silip süpürüyorum da gene doymuyorum.”
Macario’nun yaşamı açlık, ne olduğunu tam kestiremediği cinsellik ve cehennem korkusundan oluşmuş gibidir:
“Felipa da bana çok iyi davranır. Ebegümeci çiçeği tadı vardır Felipa’nın sütünde. Keçi sütü içtim, yeni yavrulamış domuz sütü içtim, ama hiçbiri Felipa’nın sütü kadar güzel değildi. Onun memelerinin bulunduğu yerde bizim kaburgalarımızdan başka bir şeyimiz yok, analığımın pazarları öğleyin önümüze koyduğu sütten on kat daha güzel süt veren memelerini emdirmeyeli epey oluyor. Her gece odama gelir, yatağıma uzanır, bana iyice sokulurdu Felipa. Dilimin üzerinde bir dere gibi akıp giden, tatlı, ılık sütünü emeyim diye memelerini uzatırdı sonra. Kimbilir kaç kere açlığımı unutmak için ebegümeci çiçeği yemişimdir. Felipa’nın sütüyle ebegümeci çiçeği aynı tadı veriyordu gerçi, ama memelerini emdirirken elleriyle de gövdemi okşayan Felipa’nın sütü daha fazla hoşuma giderdi. Hemen her gece yanımda yatar, gün ağarana dek kalkıp gitmezdi.”
Onat Kutlar, 1950 Kuşağı olarak anılan edebiyatçılarımızdandır. Fethi Naci’ye göre büyülü gerçekçiliğin temsilcilerindendir. Juan Rulfo gibi Onat Kutlar da öykülerinin çoğunda çocukluğunun geçtiği şehrin yerel motiflerini kullanır. Öykü mekânları gibi karakterleri de yereldir. Kutlar’ın yirmili yaşlarında yazdığı öykülerin yer aldığı İshak 1960 yılında TDK Hikâye Ödülünü kazanmıştır.

Onat Kutlar sezdiren, okurunu anlatıya dâhil eden yazarlardandır. Kül Kuşları Kutlar’ın öykü anlayışını gösteren bir öyküdür. Küçük Gazel ve halasının tuhaflıklarla dolu yaşantılarından elde ettiğimiz ipuçlarıyla anlatılanın arka planını oluşturan hikâyeyi sezeriz. Ayrıca, Onat Kutlar’ın öykülerinde görsel öğelerin baskın olduğu saptamasını yaparak bu durumu sinemayla olan ilişkisine bağlayabiliriz.
Yangından sonra ortaya çıkan kuşlara kül kuşları dendiğini biliyoruz. Onat Kutlar’ın yazıp yayımlamadığı romanının adı da “Kül”dür. Hatta ölümünden sonra yayımlanan günlüklerine Kül Günlükleri adı verilmiştir. Kül’ün yazarın imgeleminde bir yeri olduğunu öngörebiliriz. Öyküye dönecek olursak Gazel ve halasının yaşadığı eski ahşap ev ve yoksul yaşantıları yalnızlığıyla, özensizliğiyle hakikaten yangından artakalanları çağrıştırmaktadır.
Öykü, “Kocaman bir anahtar sokak kapısının kilidine girdiğinde, küçük Gazel her zamanki gibi duvarın dibinde, lazımlıklı iskemlesinde oturuyordu.” cümlesiyle başlar. Kül Kuşları tanrı anlatıcının sağladığı olanakla Gazel ve halasının yoksulluğu, giysileri ve evin hali üzerinden anlatılır. “Yüksek duvarlarla çevrili büyük avlu, (…) ahşap evin geniş, çöküntülerle dolu çatısı, bodur incir ağacının çekirgelerden arta kalan kuru dalları…” betimlemeleriyle eski bir Antep evi gözümüzün önünde belirir.
Lazımlıklı iskemlesinden kalkmayan, hatta içeri girmesi gerektiğinde bile iskemleyle hareket eden Gazel’le ilgili pek çok yorum yapılabilir. Lazımlıkta oturduğuna göre en fazla beş yaşlarında olmalıdır diye düşünürüz. Öykü ilerledikçe çocuğun yaşının daha büyük olabileceği, zihinsel bir eksiklik nedeniyle yaşından küçük davrandığı ihtimali de belirir. Örneğin halasının eve girişini, hareketlerini uzak bir anlatıcı gibi kesik cümlelerle anlatır:
“Büyük hala geldi. Kapıyı açıyor,” dedi. (…) “Hala içeri girdi. Sokaktan geliyor,” dedi.
Bir yandan da Onat Kutlar’ın İshak’da yer alan Hadi öyküsünde de bir çocuğun gözlerini kamera gibi kullanarak öyküyü görsel açıdan zenginleştirdiğini anımsamakla Gazel’in garip konuşmasının da benzer bir amaca hizmet ettiğini düşünebiliriz. Gazel sağlıklı, yaşına uygun tepkiler veren bir çocuk olmadığı gibi halası da bu yaşta bir çocuğun ihtiyaçlarını karşılayacak durumda değildir. Gazel’le halası belki geniş bir ailenin geride kalan iki üyesidir. Büyük ev ve çocuğun kadını “büyük hala” diye çağırması bunu gösterir. Bununla beraber oldukça yoksuldurlar. Gazel karnını bir gün önce gelen postacının verdiği kavun çekirdekleriyle doyurmaktadır. Halası da birkaç günlük bir simit parçasını çocuğa vermiş, büyük parçayı kendisine saklamıştır. Gazel ve halanın ilişki kurma şekli oyun aracılığıyladır. Önce “el el üstünde kimin eli var” oyununu oynamayı teklif eder hala. Gazel istemez:
“Benim dün annem ölmüş. Postacı söyledi,” dedi. İnce bacakları titremeye başladı. Midesi açlıktan ağrıyordu. (…) “Hala hiç ağlamıyor,” dedi. Sığırcıklara bakıyordu. Bir kedi duvara sıçradı. Kuşların şamatası arttı.
Hala kızar, daha önce de oynadıkları belli olan bir başka oyunu önerir. “Kepçe Gelin” adlı bu oyunla hikâye içinde hikâye anlatılır. Bir kepçe, birkaç mandal, mendil ve taşlardan oluşan malzemeyle okura, halanın hayatının travması sezdirilir. “Kepçe Gelin” Gazel için neyi ne kadar anladığı belirsiz tuhaf bir oyunsa da hala için kendi travmasıyla yüzleşme ve belki de bir sağalma yöntemidir. Oyun süresince halanın değişen yüz ifadesi, ağlaması, dengesiz davranışları dikkat çekicidir. Hemen arkasından kapı çalınır, gelen postacıdır. Gazel kapıyı açıp postacıyı karşısında görünce “Gene mi öldü?” diye sorar. Belli ki postacıyı annesinin ölüm haberini veren kişi olarak zihnine kaydetmiştir. İlginç olan Gazel’in bu tavrının halası tarafından da paylaşılmasıdır. Halasını çağırır Gazel, ikisi birlikte adamı itip dışarı çıkarırlar. Dün dedikleri ama muhtemelen ne zaman olduğu pek de kesin olmayan bir geçmiş zamanda postacının getirdiği mektuptan aldıkları kötü haberi yeniden almamak için kapıyı kapatırlar. Bu takıntılı davranış yalnızca çocuğa ait olmadığı için halanın ruh sağlığının da yerinde olmadığını gösterir. Kapıyı iterek kapatmaları bir yandan da simgesel olarak Gazel ve halasının dünyadan uzak, yalnız yaşamlarına çekilmelerinin; oyunlar ve geçmiş travmalarıyla yaşamalarının göstergesidir.
Her iki öyküde de çocukları, biri lağım çukurunun başında, diğeri lazımlıklı iskemlede otururken görmemiz bir tesadüftür mutlaka ama öykülerdeki çocukların varlıklarının değersizliğine, hayatlarının zorluğuna bir gönderme olarak düşünmek de mümkündür. Küçük Gazel ve kıt akıllı Macario anne babaları olmayan yetişkinler tarafından büyütülen çocuklardır. Bu kişilerin çocuklara bakmak konusundaki gönülsüzlükleri ve yetersizlikleri çok açıktır. Bu yüzden her iki çocuk yarı aç yarı tok, maddi ve duygusal ihtiyaçları karşılanmaksızın yaşayıp gitmektedir. Belki de bu yüzden iki çocuğun da zihni hastadır.
Bu durum Macario’da zeka geriliği gibi görünürken Gazel’in durumu, çocuğun psikolojik bir travma geçirdiği duygusu uyandırır okurda. Buna karşılık öykülerde bütün bu ihtimalleri kesinleştirecek bilgi verilmez. Her iki öyküde de okur kendisini kaygan bir zeminde hisseder. Juan Rulfo ve Onat Kutlar söz ettiğimiz öykülerine belli dayanak noktalarını yerleştirmekle yetinmiş, bu dayanaklara tutunacak okuru kısmen özgür bırakmışlardır. Bu yüzden Macario ve Kül Kuşları okurun etkin katılımıyla derinleşip dallanıp budaklanan öykülerdendir.
Aysun Kara
“Çaprast” Hulki Aktunç’un sözcüğüdür, yazarın hazinesinden seçtiğimiz bu sözcüğü kullanıyor, kendisini saygıyla anıyoruz.
Kaynakça
İshak, Onat Kutlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005.
Kızgın Ova, Juan Rulfo, Çev. Celâl Üster, Can Yayınları, 1981.