Tom ve Jerry’nin yine birbirlerine akıl almaz eziyetler ederek çocukların ve yüreği hep çocuk kalanların sadistik fantezilerini tatmin ettiği bölümlerden biri. Kafasına yediği levyede suratının resmi çıkan Tom çok sinirlenmiş, intikam arzusuyla Jerry’nin peşinde yaldır Allah koşmaktadır.

Kendini kovalamacanın heyecanına kaptıran Tom, Jerry onu uçurumun kenarına getirdiğinde virajı alamaz. Ne gam, boşluğun üzerinde koşmaya devam eder. Ayaklarının yere basmaması sorun değildir, gözünün önünde işlenen suçu vatandaşlarla beraber izlemeyi seçen polis ekipleri misali yerçekimi de kural ihlalinin gereğini yapmaya üşenmektedir sanki. Ne zaman ki kahramanımız bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünüp aşağı bakar ve altında bir zemin olmadığını görür, ancak o zaman düşmeye başlar.

Slavoj Žižek

Zizek’in çok sevdiği, bıktırıcı derecede çok kereler hatırlattığı bir sahnedir. Tahrir İsyanı sırasında sırasında Hüsnü Mübarek’in, görevi devrettiği esnada Castro’nun durumunu Tom’a benzetmişliği vakidir mesela, Occupy Wall Street protestocularına da “Ayakları boşluğa basan egemenleri aşağı baktırın” diye seslenir. “Gerçek” dediğimiz şeyin son kertede ideolojik olduğunu söyler çünkü bize bu örnek. Çoktan çürütülmüş bir gerçeklik iddiası, taraflarca hakikat olarak kabul edilmeye devam ettiği müddetçe gerçeğin ta kendisidir. Son kullanma tarihi geçti diye “Hadi bana eyvallah” deyip kendini tıpış tıpış çöpe atan ürün görülmemiştir. Çürür, ama hâlâ ilk günkü gibi ışıldayan ambalajının içinde, rafta durur.

Geçen haftaki yazıda Berkeley’in “devrilen ağacın sesi” deneyinden söz etmiştik, kendisinin bu konuyla da ilişkilendirilebilecek çok basit (ama beraberinde getirdiği önermelerin çürütülmesi de bir o kadar zor) bir düşünce deneyi vardır, pek meşhur: İki elinizden birini sıcak suda bir güzel ısıtır, diğerini buzlu suda üşütürsünüz. Sonra her ikisini de oda sıcaklığında bir suya daldırdığınızda ısınmış olan eliniz suyu soğuk, üşüyen eliniz suyu sıcak olarak algılayacaktır. Peki, suyun aslında ılık olduğunu “objektif” olarak kim iddia edebilir ki? Her bakışın farklı hayat tecrübelerinin merceğinde kırıldığı bir dünyada “çıplak gerçeği” kim görebilir?

Fakat dünya sadece pasif olarak algıladığımız değil, aktif olarak kurduğumuz da bir şey olduğuna göre, bu son soruyu şöyle de revize etmek mümkün: Dışarıdaki pratik dünya kimlerin şahsi algılarına göre tasarlanır? Trafik ışıklarının kırmızısı, ambulans sirenin çığlığı, ekmeğin tuzu kimin algılarına göre standartlaştırılır?

Amatör bir felsefe kulübünün sıkıcı bir münazara konusuna benzeyen bu mevzu birbirinden tuhaf hikâyeler üreten verimli topraklara açılır aslında. Birini kendi gözlerimle gördüm.

Haziran 2013, Gezi zamanıydı, o günlerde adet olduğu üzere Beyoğlu’nun o ana değin varlığından haberdar bile olmadığımız yüzlerce ara sokağından birini daha, sırf polisler tutuyor diye zorluyorduk. Evde hangi kapı kapansa açılsın diye tırmalayan kediler gibiydik, derdimiz odaya girmek değildi. Yirmi kişi kadar vardık ve kediden beter kabarmıştık. Yine de ortalama yarım dakikada bir attıkları biber gazıyla iki üç tane polis bizi zapt etmeye yetiyordu. Derken aramızdan orta yaşın hayli ilerisinde, kır saçlı, hani şu adem elması kütür kütür görünen sıska ama atik dayılardan biri ileri doğru yürümeye başlayıverdi. Onu fark etmemiştik bile, belki de aramıza yeni katılmıştı. Yürüdü, yürüdü. Polisler bir fişek daha, derken bir fişek daha sıktı. Sokakta yüksek bütçeli bir Michael Jackson klibi kadar yoğun bir duman bulutu vardı. Biz birkaç adım gerilemek zorunda kalmış safra kusarken dayı ilerlemeye devam etti. Sokağın ortasına, dumanın harman olduğu yere vardı ve durdu. Polisler de gaz atmayı bırakmış, adamın ne yaptığını izliyordu. Dayı kollarını açtı, dumanın ortasında semazen gibi dönmeye başladı. “Hissetmiyoruuuum!” diye bağırıyordu. Yalan olamazdı, çünkü hissetseydi orada duramazdı. Biber gazları bizim için üretilmişti, o ise belli ki biber gazının membaında çor çocuk piknik yapan kuşağın adamlarındandı.

O adamı da, o adam gibisini de bir daha görmedim. Fakat döne döne “Hissetmiyoruuum!” diye bağırması aklımın bir yerinde hep kaldı. Bu hafta okuduğum, ilk etapta birbiriyle çok ama çok alakasız görünen iki haber bana o adamın hikâyesini yeniden hatırlattı.

Birinci haber, çocuklara Noel Baba’nın gerçek olmadığını söyleyen İtalyan bir papazın daha sonra pişman olup özür dilemesi hakkındaydı. Papaz, tüketim kültürünün baskın hale gelmesinden dem vurmak, “vermenin” ve “paylaşmanın” altını çizmek isterken haddini aştığını söylüyordu.

Noel Baba’nın bütün yıl boyunca uslu duran çocuklara hediyeler getirmek üzere bağcıklarını bağladığı Aralık sonlarında, ikinci haber İzmit’ten gelmişti. Biri dükkânın önündeki fırının içinden kızgın tavuğu elleriyle çalmıştı. “İhtiyacı olsa ve bana söylese verirdim,” diyordu dükkân sahibi. “Helali hoş olsun. Ama bu olay beni ürküttü.

Var olsaydı eminim en büyük “hediyesi” dünyanın bir şekilde adil olduğu inancını taze belleklere kazımak olan Noel Baba’nın yüzü de bu haberi duyunca sakalları gibi beyaza dönerdi. İyi bir çocuk olursan hediyeni alırsın, der çünkü Noel Baba, hayat sana hediyeler getirmediyse, belki de iyi bir çocuk değilsin.

İzmit’te, belli ki polislerin de Noel Baba’nın da geceleri girmekten çekindiği mahallelerin birinde doğan bir başka çocuksa bu gerçekliği reddettiğini, bu dünyanın da, öte dünyanın da adaletine inanmadığını ifade ediyordu, hakkı olan tokluğu kimseden hediye olarak beklemeden ve eli yanmadan. Bu dünya başkalarının hissiyatına göre kurulmuş, onun cehennemi olmuştu. Başkalarını yakan sıcak, onun gerçekliğinde yer almıyordu. Uçurumun sınırını çoktan geçmiş, boşlukta yürüyor, inadına aşağıya bakmıyordu.

“Yakarsa dünyayı garipler yakar” demişti Müslüm Gürses malum, İzmitli genç “Çünkü hissetmiyorum!” diye ekliyordu.

Hakan Sipahioğlu