
Kimi kitaplar ve filmler vardır. Onlar ilk çıktıklarında genel okuyucu kitlesi tarafından okunmaz veya seyredilmez ama fakat kimi okur yahut seyirci ile özel bir bağ kurarlar. Zamanla bu bağ büyür ve yapıt büyük bir sanat eseri olarak tarihe adını yazdırır. Bu tarz yapıtlar genellikle “kült” olarak değerlendirilir. Engin Ergönültaş’ın 2013 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı da bence bu minvalde bir yapıt. Nedenine geçmeden önce biraz yazarı tanıyalım.
1951 yılında İstanbul’da doğan Engin Ergönültaş, ‘70’li yıllarda Gırgır’da Zalim Şevki ve Kelek Osman adlı tiplerin hikayelerini yazıp çizdi. Mikrop dergisinde yönetici olarak yer aldı. Politika ve Milliyet gazetelerinde çizer olarak çalıştı. Atıf Yılmaz için yazdığı Terso adlı senaryoyu daha sonra çizgi roman olarak yayımladı. Yazarın ilk romanı Minare Gölgesi ise senaryo olarak tasarlanmış fakat sonradan romana dönüştürülmüş beş yıllık uzun bir çalışmanın ürünü. Kitabın en ilgi çekici özelliği belki de yazılış biçimi. Yazar evinin pencerelerini kapatarak gün içinde bile gece atmosferi sağlamayı hedeflemiş ve kitabı tamamen mum ışığında yazmıştır.
Romanın geçtiği muhit İstanbul’un kenar mahallesi olan Zengüle Hacı Mahallesi’dir. Burası Haliç’in kenarında yoksul bir semttir. Roman boyunca bir sefalet panoramasını seyrederiz. Seçilen mekan harap ve perişandır ve karakterler küçük insanlardır. Fakat yazarın, karakterlerin düşkünlüklerini ve sefalet dolu yaşamlarını istismar eden bir tutumu yoktur; ideolojik bir sava arka plan oluşturmak için de seçmez bu mekanı. Bu seçimin tek sebebi yazarın mahalleye ve oranın insanlarına duyduğu merhamet ve sevgi bağıdır. Bu sevgi sayesinde karakterlerin ruhu roman boyunca okura aksedebiliyor. Engin Ergönültaş’ın romandaki sesi, Umberto Eco’dan ödünç alırsak, bizimle sevgi dolu bir biçimde konuşan ve bizi yanında isteyen bir sestir.
Yazar uzun tasvirler kullanmış ve bu tasvirler sayesinde evler, sokaklar, bacalar müşahhas bir hale gelip tüm karakterlerle karışıyor, dumanı tüten bir duvar dibinin nefesini hissedilebilir hale geliyorsunuz. Sayfalar çevrildikçe her eşya madde kimliğinden soyunup ruhu olan bir karakter olarak romana katılıyor. Bu sayede okuyucu olarak mahallenin harap halini, kedisini, yağan karını, duvarını sevebilme imkanına kavuşuyoruz.
Zengüle Hacı Mahallesinin böylesine karanlık bir yer olması boşuna değildir; çünkü mahalle, iki küçük çocuğun kaçtığı minarenin gölgesi olarak temsil edilmiştir. İşte bu gölgeyi fark eden tek kişi, anasıyla bir apartmanın bodrum katında yalnız yaşayan, uyuyan adam Abdülkadir’dir.
Abdülkadir’in yaşadığı bodrum katı bir nevi Platon’un mağarasıdır. Roman da seyrettiğimiz sahneler de kapıdan giren ışıkla aydınlanan duvara yansıyan gölgeleri anımsatır. Kitap boyunca gölge misali olan Zengüle Hacı Mahallesi’ni seyrederken, Abdülkadir yüzünü mağaranın kapısına döner ve ışığın asıl kaynağını gören bir azize dönüşür. Artık hiç uyanmayan Abdülkadir’in uyku ile uyanıklık arasındaki konuşmaları, o kasvet ve sefalet dolu mahalle yaşamının kendisinin bir rüyası olduğunu düşündürtür okuyucuya.
Romanda buna dair birkaç atıf da mevcuttur. İlki Abdülkadir’in uyur halde mahallede olan olaylardan haber vermesi; ikincisi ise günlerce aralıksız olarak uyuyan Abdülkadir’in dokuzuncu günün sonunda annesine “Ana ben artık uyuycam… beni uyandırma…” deyip başına bir mum yakmasını istemesidir. Ve daha sonra annesi, oğluna başka bir şey söylemesi umuduyla bakar. Oğlu, “Ana, ben hakikati görüyorum” der. Abdülkadir’in hakikati görmesi gözlerini kapatması ile mümkün olur. Bu bakımdan romanın sonunda Mahmure hanımın ağzından duyduğumuz “İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar” hadisinin peşine düşüyor diyebiliriz.
Romandaki minare, hakikatin ve ışığın kaynağı olarak sembolize edilmiştir. Bu hakikati romanda iki kişi mesken edinir: Evden kaçan küçük çocuk Atilla ve annesinin sevgilisinin tecavüz ettiği küçük kız.
Zengüle Hacı Mahallesi hakkında edindiğimiz tüm bilgiler gerçekçidir. Fakat çeşitli ve olağanüstü teşbihlerle eşyaya yüklenen mana ve Uyuyan Adam Abdülkadir’in olağan dışı öyküsü gerçeklerin madde seviyesine indirgenmesini engeller.
Baştan sona bir sevgi ve aşk romanı da diyebiliriz Minare Gölgesi için. Fakat bu, romanın sadece cinsiyet üzerine kurgulanmış bir aşk romanı olduğu anlamına gelmiyor. Yazar bu aşkı cennet köşklerinde görmüyor. Aksine sefilliğin, delirmenin eşiğindeki insanların, travestilerin, işsizlerin içinden damıttığı bir aşkın varlığını hissediyoruz.
Karamsarlığın, kasvetin, umutsuzluğun, yoksulluğun, yıkıntıların arasında bulduğumuz her insana ve her mekana sirayet etmiş aşkın güç bizi Joseph Campbell’ın kahramanın değişmeyen macerasıyla ilgili dediklerine götürüyor:
“Ve nerede bir nefret bulacağımızı düşünsek orada bir tanrı bulacağız; nerede bir başkasını öldürmeyi düşünsek orada kendimizi öldüreceğiz; nerede dışarı doğru yol almayı umsak orada kendi varlığımızın merkezine geleceğiz; nerede yalnız olduğumuzu sansak orada bütün dünya ile birlikte olacağız.”
Hüseyin Safa Ak