Sanki dünyada değil, dünyayı paylaşmış gibi yaşıyor onlar.[1]
Edip Cansever
Zihinde devinimi henüz bitmeyenler, yarının başlanmamışları üzerinde dolanan toz bulutları gibidir. Hangi uçsuz genişliklere konacağı, kimlere nasıl diz çöktüreceği bilinmez onların. Sadece olanlar değil, olmayanlar da burkar kişinin yüreğini. Kendince ağırlıkları vardır, göçüp gitmişlerin de. Bu belirsizlik halini, örtülmüşlüğü, bu dirilim yoksunluğunu, renk kaybını en güzel ifade eden kişi Walter Benjamin’di kuşkusuz. Düşünür, haklı bir üne kavuşan tarih tezlerinin ikincisinde “Kulak verdiğimiz sesler içerisinde, artık susmuş olanların yankısı da yok mudur?”[2] diye sormuştu. Toprağın ıssız derinliğine çekilen kuvvetleri selamlamak, kutsamak; onlara tinsel bir işlev yüklemek, nitelik atfetmek… Benjamin’e göre bizler modern çağın tutkulu gezginleriydik. Sistemler, kavramlar ve formüller yardımıyla reddedilmez bir egemenlik kurmuştuk dünya üzerinde. Zekâmız ve teknik becerilerimiz her şeye hükmetme olanağı vermişti türdeşlerimize. Ne var ki bu üstünlük, bilgi denen şeyin olumlu manada yaşamsallaşmasını ve yeryüzü sakinlerinin uyumlu bir varoluş çizgisi yakalamasını sağlamamıştı. Hayatın başka bir dokunuşa, ilişkisel bütünlüğe, kavrayış mantığına ihtiyacı vardı. Bu da kuşkusuz başka tür bir görüyü mümkün kılan eleştirel bir düşünüm tarzının inşasıyla mümkündü.

Uygarlığın rasyonalite tarafından gökleşen imgesi, bulaşıcı kesinliğiyle oldukça katı güzergâhlar oluşturdu dünyada. Aklın hükmü, sezgisel duyumu ve pratiği, dinsel ve tutucu kategorilerin içine tıkmayı becerdi. Bu yönelimdeki kurucu unsurun Batı kökenli ekonomi-politik dönüşümlere dayandığı ve oradan çıkıp tüm uygarlığa ihraç edildiği rahatlıkla söylenebilir. Yaşamın nesnesi, kendi has rengine kavuşmazdan önce birtakım muhafazakâr değerlerin eleştirisine duran fakat ortaya koyduğu yeni yaklaşımlarla başka tür bir totaliterlik icat etmenin ötesine geçemeyen kuvvetlerin tezgâhında dokunmaktadır sanki. Mesele gerçek anlamda, özgürlük problemi etrafında şekillenmiş değildir. Daha ziyade içtihat, sınıfsal kutuplaşma, hukukî mutabakat ve yüzey hâkimiyetidir belirleyici olan. Bizleri koltuk değnekleriyle maratona çağıran bir ilksel örgütlenmenin, bir söylem düzeninin, bilişsel alt yapının nasıl yaratıldığını görürüz tarihe döndüğümüzde. Bu örgütlenme yalnızca maddi güçlerin semiyolojisine ait değildir. Aynı zamanda, özne olarak var kalabilmenin, öncelikle türlü ideolojik zırhları kuşanmakla, olumluya ve özgürleşme potansiyeli taşıyana karşı körleşmekle, oyuna katılmakla mümkün olduğunu bildiren bir söylem altı düzeyle ilişkilidir. Bilgi uygarlığının görkemli araçları, büyük bir gayretle kalabalıklaştırmaya çalıştığımız yaratıcı haneyi işgal edebiliyorsa ve diplerin kudretli titreşimlerini susturabiliyorsa bunun nedeni, sistem fikri karşısındaki basit geri çekilmeler, insan ilişkilerindeki yoz ritim ve konformizm eğilimidir hiç şüphesiz.
Teselli çoğunlukla sanatta, göçebe tekilliklerde, mizahta ya da ihlalde aranır. Kişi algısının kaynağı olan dünya, yeni anlam formlarına taşınır ve derinlerdeki bir yaranın acısı başka hayatlardan çıkarılır. Varoluşumuz, bizleri ikircikli kesinliklere iten sistemler içinde gedikler açabildiğimiz oranda bir yetkinliği imliyordur sanki. Zekânın manevralarından, fiiliyattaki tekdüzelikten, hayat ustalığı türündeki cambazlıklardan bıkmışızdır. Zaman zaman, öldürücü darbeler almak pahasına ufka doğru yürümek isteriz. Çünkü “Sınırlardan azade hayat ile sınırların teminat altına aldığı form arasında bölünmüş değilizdir. Kısmen süreklilik içinde, kısmen bireysellik içinde yaşıyor değilizdir. Hayat bir ve aynı eylemle, hayat akışının kendisinden öte bir şeyi –bireysel yapıyı– yaratır ve sonra da bu akış içinde bir set oluşturan ürünü yıkıp geçer.”[3] Demek ki hayatın temel karakteri, Georg Simmel’in ‘kendi ötesine uzanmak’ dediği şeyde kavramsallaşır. Büyüyüp genişlemek, var kalınabilecek yeni uğraklar bulmak/yaratmak eğilimi taşıyan kuvvetler…

Hangi maddi düzeyde gerçekleşirse gerçekleşsin, kişi, öz ‘ben’ine ivme kazandırmak için bir kavrayış farklılığına, duyusal kırılmaya, doğurgan bir alt üst oluşa ihtiyaç duyar. Kendi mutlağından kurtulmanın yollarını araştırır ve kızgın topraklara sürüklenir. “Artık harekete geçmenin vakti geldi.” Alışkanlıkların, sosyal yükümlülüklerin, temsillerin, bilişsel dayatmaların ve en geniş anlamıyla tekrarın ağırlığı taşınamamaktadır. Böyle süreçlerde fikirlerin sağlamlığı, yaşantıların gücü karşısında sönüp gider. Yolda olmak, bir hedefe dönüşür ve yaşamda esaslı parıltılar oluşturabilen şeyler, yalnızca kendi mevcudiyetlerini doğrulamak isterler. En azından terk edilen uzama/nesneye yeni bir perspektiften bakmaya izin veren belli bir mesafe kat edilene dek. Kuşkusuz ıssız toprakta bir başına süzülen göçebenin tatlı imgesi değildir bu. Kendi kabuğunu kırmanın nesnel olanaksızlığının bilincine varan ama yine de yeryüzündeki varlığını etkin, üretken ve sevinçli bir boyuta taşıma arzusuyla yanıp tutuşan öznenin çilesidir. Oruç Aruoba’nın güzel ifadesiyle, yaşamayı sürdürebilmesi için, belki de, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan bir düşe ihtiyacı vardır onun.[4] Susmuş olanların yankısını mümkün’ün haznesinde biriktirmeye ve zamana teğellenen bölük pörçük imleri büyütmeye izin veren bir tür imkânsızlığa… Geride bırakmak zorunda olduğumuz yurtlar, yarasını taşımaya durduğumuz halklar, gecikmiş bir dil izi gibi ben’imize karışan dalgalanışlar hep bu belirsizliğin uçlarında görünürleşmiş değil midir?
Şu dünyada bizleri, temsiller ve görünüşler alanının altında olup biten şeyleri keşfetmeye ve gardımızı bu örtülü gerçekliğe göre almaya zorlayan bir çift yönlülük, kirlilik, tutarsızlık söz konusudur. İnsan tam manasıyla açık olamaz. Bir tavrı, rolü, söylemi yüklenmek zorunda kalır çoğunlukla. Zira yaşam, açıklığın kaldırılabileceği bir gelişim hattını takip etmemiştir. Ten acıyı yüklenir, acının ten üstündeki gezintisi, mikro çizgilere uzanan kıvrımlar oluşturur. En büyük gerçekleşmeler, en basit yaşam nesnelerine nüfuz etmekte gibidir. Tekil düzeylerde, hayatın bütünlüğünü yakalamak isteyen düşüncenin haklılığı… Bunlar sadece anlamın veçheleri değildir. Bir tür kişisiz öznelliğin titreşimleridir. Veçheyi değiştirmek yeryüzünü temize çekmektir. Yuvadan sınıra, sınırdan karanlığa ve her çeşit aidiyetin reddedildiği duyusal bir yoğunluğa uzanan yol, artık kendisi olarak var kalamayacağını bildiğimiz algılanamaz formlara aittir. İnsanlık tarihindeki büyük farklılaşmaları o dizgeleri icat edenlere borçluyuz. Çağdaş felsefe, söz konusu güzergâhları kültürün alternatif çizgileri olarak belirledi. Tahakküm, yerinden edilme, tektipleşme ve gözetlenme türündeki iktidar müdahalelerine karşı bir direnme seçeneği olarak ön plana çıkardı bunları. Hayatın kurduğu bireysel yapının, aynı hayat tarafından yerle bir edilmesi, yalnızca dönemsel değişimlerle ve paradigma farklılaşmalarıyla ilgili değildi. Canlıların başka iklimlere sıçrama içgüdülerinin onları belli tehlikelerle yüz yüze getirişinde olduğu gibi, varoluşun kimi yönelimlerinin de öngörülemeyen sonuçlar doğurabileceği bilinmekteydi. Yaklaşmayı denediğimiz dünyanın elimizden kayıp gidişi… Georg Simmel bu durumu, bizim olmayan bir gerçeklik tarafından çevrildiğimiz önermesiyle ifade etmişti: “Bilincimiz, sınırlarımızı ölçüsüzlük âlemine doğru zorlarken, böylesi dev mekânlarla ve zamanlarla kurduğu ilişki yüzünden küçücük kalır.”[5] Benliğimizde yer edinemeyen şeylerin yakıcı bir ağırlıkla bize karşı birleştiği histerik bir cehennemde dolanmaktayızdır sanki. Öte yandan, ürkülerimizin kaynağı olan evren, ‘ben’imizdeki tuhaf esintiye karışarak başka bir sınırsızlığın ve içsel gerçekliğin de maddesi haline gelmiştir.
Göksel kuvvetler önündeki çaresizlik, tahripkâr olmayan bir kavrayışa ve yaratıcı terkibe eklemlendiğinde, neşenin ve erincin doygunluğuna ulaştırır kişiyi. Bu içsel yetkinlik durumu olaylara, nesnelere, yeryüzü tınılarına özgün bir varoluş düzlemi açma yeteneğimizle ilişkilidir. Bizler icat eden, kurgulayan, bağıntı noktaları oluşturan, paralel dolaşımlar yaratan dört ayaklılarız. Göstergelerin şiddetini, daima bir yığışım, bir kasıtlı dizge, güç istilası olarak göğüslemek durumunda kalmıyoruz sadece. İktidar çizgilerinin dışına çıkmanın nasıl mümkün olduğunu ve mikro düzeylerde bile bir insanlık parodisinin hangi biçimde yankılandığını sorarak varoluşumuzu tanımlıyoruz.
Kuşkusuz büyük kırılmalar, kaynamalar ve yapı değişimleri yaşamda başlıyor; felsefede ve sanatta mükemmelleşiyor. Bilginin akademik/özel sınırlara itilmediği ve düşüncenin uzlaşmacı-sistematik yöntemlerin tuzağına düşmediği dönemlerde böyle bir ayrıma gitmek pek kolay değildi. Yaratıcı özne, iktidarın elinden kaçmanın bir yolunu bulmak konusunda daha şanslıydı. Öteki seslerin varlığına dönük hoşgörüyü somutlayan boşluklar, ara güzergâhlar, kaçak patikalar keşfedebiliyordu. Bugünün ‘kontrol’ toplumlarında ise, mümkün’ü yakalamak epey zorlaşmış gibi görünüyor. Muazzam bir hızla ve genişleme potansiyeliyle çalışan aygıtlara karşı felsefî bir suskuya, yılgınlığa, geri çekilmeye yatkın hale geldiğimiz söylenebilir. Akılcı iyimserliğin öznesi, süreçlerin olgunlaşmasını bekleme ve ortaya çıkan yeni yapıların zayıf noktalarını gözleme eğiliminde. Bu sorunun aşılabilmesi için felsefeye düşen görev ne o halde?

Edward Said, “Kültür ile Sistem Arasında Eleştiri” adlı metninde, düşünce insanlarının entelektüel görevleri ve söylemsel iktidar mekanizmalarına karşı almaları gereken tavır hakkında önemli bir çözümlemede bulunmuş ve Michel Foucault’nun yaptığı işi büyük bir saygıyla anmıştı: “Kitaplarını toplumun sessiz kurbanlarıyla dayanışma içinde, söylemin fiili varlığını görünür, söyleme tabi olanların bastırılmış seslerini işitilir kılmak için yazmıştır.”[6] Yeryüzünün hakikatini ortaya koymak ve dilin özel örgütlenişinden kaçmanın yollarını aramak… Entelektüel camiada hiçbir zaman bundan fazlası yapılamadı. Eleştirel düşüncenin özneyi ‘eylem’in sınırına götürdüğü evre… Bu noktadan itibaren, dünyadaki her türlü meşguliyetin anlamı gözden geçirilecektir. Bilgiyle kurulan ilişki, kişilerin düşünüm ufuklarının üstünde bir yerlerde, adlandırılamayan bir yaratığın gezindiğini hissettirecektir. Bir yeryüzü histerisi… Minör edebiyatta bu varoluşsal karanlık; mekânsal daralmalarla, zamanın yitimiyle, görünmez yargı mekanizmalarıyla, dilin kirletilmesiyle ve bedensel aşırılıklarla betimlenmişti. (Kafka, Beckett, Artuad, Celine, Burroughs). Demek ki bizim modernist estetikte bulduğumuz şey, tümelin bilgisinin bizzat ten’e sıçramış olduğu gerçeğidir. Kuvvetler, daha önce görülmeyen bir kurgu tekniğiyle/biçemle ortaya serilir ve organizmayı kuşatmaya başlar.
Oldukça karmaşık bir yapıya sahipmiş gibi duran söz konusu deneyimler, aslında son derece basit bir tercihin –bir aidiyet reddinin, kaybının– dışavurumudur. Büyük düşünürler ve sanatçılar, yaşamı var eden her çeşit dinamiğin ruhunu açığa vuran bedensel genişlikler oluşturmayı becerdi. Modernist literatürde, uygarlığın trajedisini sırtlanmak durumunda kalan, uzağına düştüğü yaşamın imkânsızlığıyla kıvranan, fakat bir türlü ‘o büyük hakikati’ yakalayamayan pek çok kayıp özne vardır. Edward Said’in Foucault örneğiyle vurguladığı gibi, gerekli olan belki de sadece, kuvvetleri dayanak haline getirmek yerine, dayanışma içinde olunabilecek yeni kuvvetler keşfetmektir. Yaşam, tende ele geçirilir. Onun izanımızı aşan ve bizleri ıssız sulara gitme istemiyle dolduran cevherine tenin yarasında, tarihselliğinde, birikmişliğinde yaklaşırız. Çünkü temas içinde olduğumuz şeylerde koca bir evrenin yankılandığını kavramışızdır artık. Bir bireyin, bir söylemin, ele alınan herhangi bir şeyin varlığında ne çok unsur barınır! Kişiler, yaşamda belli bir güce sahip olan kuvvetleri (hastalıklı bir iradeyle) temsil ettiklerine, onlara can verdiklerine ve kendi silinip gidişleri pahasına onları koruduklarına göre, düşünce, bu ‘sarsıcı hakikati’ yok saymak yerine, söz konusu düzeylerdeki daha etkin ve olumlu unsurlarla bağ kurmayı öğrenemez mi? Nietzsche’den Derrida’ya uzanan eleştirel güzergâh, yerleşikliğin memnuniyetiyle yaşamayı sürdüren tüm dinamikleri, yıkıcı cesaretin verdiği güçle topa tuttu. Kuşkulu, tatminsiz, uyuşuk, riyakâr, hınç dolu, zayıf kuvvetlerin karşısına olumlunun ve mümkünün imgesini/fikrini çıkarmaktı amaç.
Hayran olmaktan, saygı duymaktan, sevmekten aciz olmak, diyordu Nietzsche.[7]Şu durumda ‘kayboluş’ adını verdiğimiz şey içsel, doğurgan ve birleşmiş bir insanî işlevin yitirilmesinden başka ne olabilir? Hayatın herhangi bir düzeyinde, bir yoğunluğun/bağlamın içinde, ilişki bütünlüğünde ve elbette başka coğrafyalarda, zamansallıklarda, kültürel belirlenimlerde kişinin var oluş yetkinliğinin yok edilmesi değil midir, kaybolma duygusunun ana nedeni? Etkin bir kuvveti, gerçekleşmesinin maddi koşullarından yoksun bırakmak; onu, yapabildiğinden kesin bir biçimde ayırmak.[8] Zihinsel ve bedensel açıdan yükselmeye çabalayan bir varlık, ‘yapabileceğinden’ koparıldığında, artık kederin şerbetini içmiştir ve sahip olduğu enerjiyi içe döndürme, kötü bir biçimde kendisine yöneltme eğilimi taşır. Oysa bir ifade düzlemi yakalayabildiği ölçüde kendi olmaktadır kişi. Bir yitme çizgisindeki renklere uzanabildiğinde… Ayrıca kendiliğinin duyusal bağıntılarını da olumlu bir frekansta kavrayabilmeye ihtiyacı vardır onun. Sinirsel bir bütünlüktür aslında çevresini kuşatan. Göstergeler, algı formaları, nesneler, sosyo-politik etkiler birtakım güç ilişkilerinin kötü kullanımlarına dönüşerek sarmıştır etrafını. Bunlar çoğunlukla kederli yoğunluklardır. Hıncın, kötücül-sırıtkan-bayağı bir mutabakatın, bir dil düzeninin, gerçeklik üstündeki sapkın meşruiyetin; ama yine de zayıf noktalarıyla ve ele geçmez boğumlarıyla bir olanaklar düzleminin mahsulleridir.
Öte yandan tüm bu disipliner kirlilik ‘ben’de yok edilemez bir içgüdüyü, küçüldükçe dolulaşmayı sürdüren, başka alanlara sıçrayan, yüzeydeki hükmü acılı bir bağımsızlaşmada sönümleyen bir çeşit içkinliğin de harekete geçmesini sağlar. Büyük savruluşta (sürgünde, katliamda, yok saymada, dağılışta) bir güç birikmekte ve o güç, dünyanın teninde görmezden gelinemeyen yaralar oluşturmaktadır sanki. Yaşamdaki hiçbir unsur ‘yara’nın etrafında düğümlenen anlam kadar ve o mesafeye yayılan, orada anlatısal hale gelen şey kadar sarsıcı değildir. Asıl zorluk, yaranın, yarayı taşımanın ve sessizlikteki diğer gerçekleşmelerin söylemin düzenine taşınmasında yaşanır. Kuşkusuz istismara uğratılmadan, araçsallaştırılmadan ve biçimsel bir bayağılaşmaya maruz bırakılmadan görünür kılınmalıdır tüm bunlar. Tarihsel ve toplumsal ilişkilere göre koşullanmış ben’de bir tür uzlaşının, demek ki organizmayı belli bir sosyal sözleşmeye katıldığı ölçüde anlayışla karşılayan bir toplamın otoritesi yankılanır. Birçok farklı düşünce çizgisinde, bu yapı çözümlendi, parçalarına ayrıldı, teorik formüllere bağlandı. Ancak gerek felsefeye ve entelektüelin toplumsal işlevine gerekse direnen özneye ve onun direnişini bile faydacı bir didaktizme iten politik belirlenime dönük asıl eleştirinin (öyleyse katkının) nereden geldiğini sormak gerekir. Bunun yanıtı basittir. Asla, sadece bir kişi, bir kuram, yapıt, örgütlenme değil. Tam aksine yaşamdaki kötücül ve yaratım yoksunu etkilere karşı, eleştirel bir olumlayıcılığa yönelmiş ve her daim tetikte olmayı iş edinmiş bir kişisizin alımlama biçimi. Başlangıçta soyut bir idealin ifadesiydi bu. Ama insan onu canlandırdı, nesne dünyasına taşıdı, teniyle, kanıyla beslemeye çalıştı. Ona tutkularını bulaştırdı, değer yükledi. Böylece, bir vakitler sadece teorik düzeyde heyecanı duyulan şey dolaşıma girmiş oldu. Kuşkusuz düşüncelerle yaşantılar arasındaki karmaşık ilişkinin de türlü boyutlarını açığa çıkardı bu. Bizler yalnızca, keskin ve ıraksak duyguların-mitlerin ya da analitik-mantıksal önermelerin çeperine hapsolmuş varlıklar değildik. Daha ziyade bir etkiler bütününde, sapmalar ve belirsizlikler örgüsünde belli sonuçlara varmayı deniyorduk yaşam hakkında. O halde tüm bu kendini sürdürme, mevcut bir durumun, kökenin ve ereğin bilgisinden faydalanarak hayatta kalma, fizyolojik devamlılığı pekiştirme işinin insan için belli anlam menzilleri oluşturduğunu ve onun varlığını ürkütücü-kozmik bir belirsizlikten kurtardığını söyleyebiliriz. Ama yine de onu, başka türlü bir sıkışmanın, kayboluşun farklı bir biçiminin içine de çekmiştir bu garip teşebbüs. Yükselen ve yükseldikçe taze bir mutlağın ve yadsımanın çukuruna düşen özne, sadece maddi yaşamdaki trajediyi evetlemez. Onun işaret ettiği asıl şey, varlıkların büyüme gücünün ketlenişiyle ya da varolanların yok sayılmasıyla derinleşen karanlıkta, yeni bir hayat olanağının nasıl filizlendiğidir.
Taner Gülen
[1] Edip Cansever, Çağrılmayan Yakup, YKY, İstanbul, 2018, s.63.
[2] Walter Benjamin, Pasajlar, Çev: Ahmet Cemal, YKY, İstanbul, 2002, s.38.
[3] Georg Simmel, Bireysellik ve Kültür, Çev: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2009, s.291.
[4] Oruç Aruoba, Olmayalı, Metis Yayınları, İstanbul, 2003, s.124.
[5] A.g.e., s.282.
[6] Edward Said, Kış Ruhu, Metis Yayınları, Çev: Tuncay Birkan, İstanbul, 2020, s.269.
[7] Nietzsche’den aktaran Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, Çev: Ferhat Taylan, Norgunk Yayıncılık, İstanbul, 2016, s.146.
[8] A.g.e. s.158.