Sanat Tarihçisi Özkan Eroğlu’nun sanat teorisi ve kavramlarını okura açan, kendisinin de katkı sunduğu ve hazırladığı Sanat Kitaplarının ikincisi Sanat 2, İzlekler Yayınları’ndan Ekim 2019’da çıktı. Bu yıl da Sanat 5’e ulaştı. Üçüncü kitapta benim de “Sanat ve Teknoloji” başlıklı, konuyu tarihi perspektifi içinde araştıran bir yazım yer almıştı.

Sanat 2’nin dosya konusu “Dışa vurmak ve Dışavurum”du. Eroğlu, “Ekspresyon”dan (dışa vurmadan) ne anlıyoruz?” başlığı altında, sanatta dışa vurma meselesine teorik açıklama getirirken, anlattıklarının öykü yazarlarını yakından ilgilendirdiğini düşündüm. Aslında dışa vurmanın, edebiyatla plastik sanatlar arasında duran şiiri yaratan bir unsur olduğu nerdeyse gözle görülür bir gerçektir. Nitekim, çıkışını Endişe’ye (Angst) borçlu olan Dışavurum (Ekspresyonizm) bir akım olarak şiirde ve resimde başlamış, hızla edebiyatın diğer türlerine, mimariye, tiyatroya, sinemaya, dansa ve müziğe sıçramıştır.

“Dışavurum sözcüğü, 1908’de, Soyutlama ve Duyumsama isimli kitabında ilk defa Wilhelm Worringer tarafından ele alınmıştır.” (Sanat 2, s.104) Dışavurum, “özellikle hızlı kentleşmeye, sanayileşmeye ve toplumsal statüleşmeye karşı durmuş”tur. 20.yy’ın başında modern hayatın, fiziksel gerçekliği öne alıp insan duygularını arka plana itmesine bir tepki olarak Almanya’da ortaya çıkıp gelişen bu akım, her türlü insani duygudan azade olan Nazi’lerin başa geçmesiyle anavatanında sönmüşse de, dünyada savaş sonrası da devam etmiş, etkileri belki bir akım olarak değil, ama bir tarz olarak ve avangartlığını kaybetmeksizin günümüze kadar gelmiştir.

Dışavurumcu anlatım bir yapıtta, dış gerçeklik yerine iç gerçekliği, duygu deneyimi ve aktarımını esas alır. Yazar veya sanatçı, gerçeğin birebir geleneksel temsiliyetini değil, kendi duygu ve düşüncelerini hissedilir kılar; bu amaçla fiziksel gerçeği değiştirir, deforme eder, abartır, sembollerle anlatır veya soyutlama yoluyla ortadan kaldırır. Bu yaklaşım, öznelliğin nesnelliğe, duygunun görünene karşı zaferidir.

Dışavurumun ilk örneklerini Nietzsche’de, şair Walt Whitman’da, Dostoyevski’de, Van Gogh’da, Kandinsky’de görebiliyoruz. En tanınmış dışavurum örneği Norveçli ressam Edvard Munch’un “Çığlık” adlı tablosudur. Ressamın, Peru’lu mumyalardan esinlendiği düşünülen resmindeki yüz, çığlık atan bir insan portresinden çok, deyiş yerindeyse çığlığın kendi portresidir ve izleyiciye çığlığın sadece yüzü değil, tüm resim yüzeyini, dolayısıyla manzarayı da kaplayan gücünü gösterir; duyguyu tuvalin her noktasına taşımayı başarır.

Sanat teorilerinin ve dışavurum kavramlarının edebiyatla, özellikle de öyküyle bağdaşıklığına gelince: Eroğlu, yazısının başında, anlatma ve ifade etme meselesinin bir anlatım aracıyla (tuval, şiir, öykü vb.) gerçekleşen eylemler olduğunu, dışa vurmanın ise çokça kendiliğinden (doğaçlama) gerçekleştiğini belirtir. Yazara göre, -edebiyatta olduğu gibi- “sanatta anlatımı yapılan bir şey, bir konu itibariyle yine bir şeye yaklaşıyor ve ilgi duyuyordur.” Dolayısıyla, “anlatımın din, efsane, psikolojik veya sosyolojik bir boyutu mutlaka vardır.” Bu söylemin edebiyattaki karşılığını izlek (bir yazın ya da sanat yapıtında işlenen, geliştirilen konunun anlamca ortaya koyduğu ana yönelim) olarak anlamak yanlış olmaz.

Sanat eserinin estetik düşüncesini ortaya koyan ve “Özgül duygusal içerik” olarak tanımlanan “Anlatım Gücü” ise yazın alanında dilin kullanımından, üslup’tan (biçem; bir çağa, bir ülkeye ya da bir sanatçıya özgü teknik, renk, söyleyiş ve biçimlendirme özelliği) başka bir şey değildir.

Eroğlu’nun “anlatı sanatı” ve “anlatımcı soyutlama”ya ait açıklamaları, sanat tarzlarına, figüratife ve soyuta gönderme yapar ki, edebiyatta postmodernizmin soyutlamalarını akla getirir. M. Ş. Esendal’ın modern tarzı ile Oğuz Atay’ın postmodern öykücülüğü anlatım farklarına örnek gösterilebilir.

Aynı yazıda, ifade etme eylemi derinlemesine irdelenir. “İfade etme meselesi için de ‘ifade ortamı’ konusu oldukça önemlidir: Bir düşünce ancak bir ifade ortamının yardımıyla fiziksel olabilir (gerçekleştirilebilir).” Eroğlu’nun, “düşüncenin taşıyıcısı” dediği ifade ortamı öyküde, bir yazarın o öyküyü yazma amacını sarmalayan ve yazar tarafından dikkatle oluşturulan öykü atmosferidir. Bir öyküde zaman, mekân, kurgu ve psikoloji atmosferi kuran öğelerdir. “Aynı düşüncenin farklı ortamlarla ifade edilebilmesi” ise, öyküde aynı yazar düşüncesinin -gene yazar tarafından oluşturulan- farklı öykü atmosferlerine taşınabileceğini öngörmektedir ki bu da yazara ait bir seçim olacaktır. Bir öyküde, öykünün ağırlığını -buna duyguların ağırlığı da diyebiliriz- taşıyacak atmosferi yaratmanın okurun duygu ve heyecanları üzerindeki etkisi bilinmektedir. Bu atmosfer belli bir kültüre değgin olabilir. En iyi örneklerden biri kanımca Sabahattin Ali’nin, taşranın ‘susuk ahlak’ını yansıtan “Gramofon Avrat”ıdır.

Özkan Eroğlu, “ifade etme’nin anlatma ve dışa vurma gibi birçok boyutu vardır” derken, bir sanatçının sanat akımlarından ve başka sanatçılardan etkilenmesinin onun sanatını zenginleştirici yanından söz etmeyi amaçlar. Bu bakış, edebiyatta bir akıma bağlanmaya veya bir yapıtta başka yazarlara göndermelere karşılık gelmektedir. Ki, bu da “ifade etme zenginliği” doğurur.

Eroğlu’na göre, Dışavurum “Sanatçıya (şaire, yazara) özgü zihinselliğin bir eserde somutlaştırılması olayıdır… Öncelikle dışa vuran insan samimi ve doğaldır… Somut ve soyut her türlü duyarlılığa kişi ruhunu ve bedenini açık bırakabilmelidir.” Bilindiği gibi içtenlik bir yazarın en değerli hazinesidir.

Jorge Luis Borges (Düşsel Varlıklar Kitabı) ve Franz Kafka (Dönüşüm) ve yaşayan yaşamayan birçok kısa öykü yazarı dışavurumcu anlatımın dışında kalamamıştır. Bir öykü anlatımı kısmen veya tamamen dışavurumcu olabilir. Roman kahramanları kendilerini dışa vurarak ifade edebilirler. Edebiyatta oyun, mektup ve günlük’ün dışavuruma uygun türler olduğu rahatça söylenebilir. Son analizde Dışavurum; bilinçle bilinç dışının, iç dünyayla dış dünyanın, olması istenenle olanın, gerçekle hayalin, acıyla neşenin karşıtlığından doğan duyguların, yüksek bir duyarlılık ve tutkuyla okura aktarılması demektir.

Nazmi Özüçelik