Enrique Vila-Matas, “küçük olanı sevmek çocukça bir duygudur”[1] diyordu. Buradaki küçük kullanımını etrafımızdaki şeylerle ilişkili olarak düşünebiliriz ve onların yaşamımızda ne kadar yer ettiğinin farkına varabiliriz. Gündelik hayatın ayrıntısında her gün elimizin altında olmasına rağmen, haklarında pek konuşmadığımız şeylerden bahsediyorum. Örneğin, masada duran bir kahve kupasını düşünelim, onu elimize alıp ağzımıza götürür, alacağımızı alır ilişkimizi ritmik hareketlerle devam ettirirken, o şeyin hayatımız için bir anlamı olup olmadığının farkında bile olmayız, bir yabancılık ilişkisi vardır aramızda. Oysa ona farkına vararak baktığımızda, o gündelik ânın içinden sıyırarak hakkında kafa yorduğumuzda kafamızda birçok şey belirebilir. O kupa belki hediyedir ve bize hediye edeni hatırlatarak bir duygulanım oluşturabilir ya da onu aldığımız güne gideriz, pek çok farklı şeyi, o günkü ruh halimizi, nereye gittiğimizi, o gün kimlerle karşılaştığımızı hatırlayabiliriz. Küçük şeyler genellikle metaforlar aracılığıyla zihnimizde fikirler uyandırarak yaşamımızda yer ederler. Hayatımızda yer eden küçük bir nesne hem kişisel tarihimize hem de dünya tarihine dokunabilir; bizde şaşkınlık, umut, nostalji, özlem gibi pek çok duyguyu uyandırabilir. Örneğin, Benjamin’in “Berlin Oyuncak Turu” adlı radyo programında, müzik kutularından, artık yok olan oyuncaklardan bahsederken ilk kez karşılaştığı bir oyuncağın heyecanını duyurması gibi: “Aritmetiğin dört işlemini yeni öğrenmeye başlayan altı yaşındaki çocuklar için düşünülmüş çok yeni bir oyuncak benim özellikle hoşuma gitti. Bu olağanüstü güzellikte, cilalı bir tahta elma, üstelik mis gibi de kokuyor; tabii bir Borsdorf ya da Reinette elması gibi değil, tahta gibi kokuyor…”[2] İlk kez karşılaşılan “cilalı bir tahta elma”nın yarattığı hoşa gitme duygusu, çağırdığı tahta kokusu gibi gündelik yaşamın her ayrıntısında var olan ama görülmek, haklarında bir şeyler düşünmek için farkına varılmayı bekleyen onca “küçük şey” aslında ne çok hikâye anlatır.

Buradan varmaya çalıştığım yer, Francesca Rigotti’nin, “Küçük Şeylerin Felsefesi” adlı, Meryem Mine Çilingiroğlu tarafından çevrilen ve Notos Kitap tarafından basılan metni. Rigotti gündelik yaşamda yer eden “küçük şeyler” hakkında düşünürken, konunun felsefenin, edebiyatın, toplumsal cinsiyet rollerinin ve sanatın alanına nasıl yansıdığını tartışıyor. Küçük, minör, güzel veya büyük, yüce olarak kurulanın zihinsel yansımasını, düşünce dünyasında çağrışan anlamını ve kültürel kodlar tarafından nasıl belirlendiğinin izini sürüyor. Yazar, özellikle toplumsal cinsiyet normlarının getirisiyle ev içi özel alana ve kadın kimliğine sabitlenen “küçük şeylerin” bambaşka dünyasına bizi ulaştırma çabası veriyor. Bunu yaparken yöntem olarak metaforlara başvuruyor ve bundan şöyle söz ediyor:
“Bu çalışmada nesneler ve şeyler özel bir felsefi bakışla ortaya konacak; şeyleri, nesneleri, dünyaları çağrıştıran metaforlara eğilen bir bakışla. Şeylere belli bir mesafeden ve önyargıya kapılmadan bakan bir yaklaşım bu, hani neredeyse şeylerin asli, hakiki ve saf boyutunu yakalayan bir bakış…”
Şeylerin zihnimizdeki yerini belirlemenin, onları ulaşılır kılmanın aracıdır metaforlar çünkü Draaisma’nın hatırlattığı gibi: “Metaforların en önemli işlevi, hatırlananın nesneye odaklı olarak sabitlenmesini sağlamasıdır. Metaforlar edebi-bilimsel inşalar olarak bir çağın, bir kültürün, bir ortamın yansımalarıdır. Bu bakımdan onları kullananların faaliyetlerini ve düşüncelerini ifade ederler.”[3] Bu durum aslında tam da Rigotti’nin yapmaya çalıştığına denk geliyor bana kalırsa, şeyleri metaforlarla düşündüğümüzde ona yapışmış anlamın altında yatan kültürel ve ahlaksal normlara, felsefi ve tarihi tahayyüllere ulaşmanın yolunu bulmuş oluyoruz ki yazarın metin boyunca yapmaya çalıştığını anlatabileceğimiz bir yorum bu.
Francesca Ricotti, her alanda oluşan büyük-küçük, majör-minör, yüksek-düşük gibi hiyerarşik kategorilerin tarihsel, kültürel ve felsefi anlamlarını tartışırken bu ikilikler üzerinden kurulan kategorileri aşındırma uğraşı veriyor. Mesela, bazı sanat eleştirmenlerine göre; meyvenin, çiçeğin, istiridye kabuğunun, tabağın, sürahinin ve genel olarak ev eşyalarının betimlendiği resimler Kitabı Mukaddes’ten, klasik mitolojiden ve tarihteki büyük olaylardan esinlenerek yapılmış anlatı içerikli resimlerden aşağı kabul ediliyor. Hatta Fransız sanat eleştirmeni Jean François Félibien Seicento diye adlandırılan barok çağın sonlarına doğru şöyle yazmış: “Mükemmel manzara resimleri yapan birisi meyveden, çiçekten ve istiridye kabuklarından başka bir şey resmetmeyen kişiden daha üstündür.” Bu üstünlüğü belirleyen, şeylerin kategorik ayrımıyla ilişkileniyor. Örneğin, genellikle toplumsal cinsiyet rolleriyle biçimlenen, kadınlar tarafından yapılan işler olarak görülen ev işleri, önemsiz, anlamsız ve küçük görülüp özel alan olarak işaretlenirken kamusal işler büyük anlatıların parçası olarak karşımıza çıkabiliyor. Burada devreye pek çok norm ve felsefi tahayyül giriyor. Rigotti bunları tersine çevirmeyi denerken, tarafını minör olandan yana koyuyor. Francis Ponge’un şu şiirini alıntılıyor: “Krallar kapılara dokunmaz.” Çünkü onun yerine bunu başkası yapar, kapıları açanlar hizmetçilerdir, kölelerdir yani tarihin ayaklarını oluşturanlar, masanın görünmeyen tarafında kalanlardır. Yazar bu nedenle kapılara dokunuyor ve yapmaya çalıştığını şöyle özetliyor:
Ben kral ya da toplantıdan ayrıldığında ışığı söndürmeyen bir yönetim kurulu başkanı olmadığım için iyi bilirim elektrik düğmesine basmanın heyecanını ya da “o gayet bilindik kapı kanatlarını tatlılıkla ya da hoyratça öne itmeyi…”
Böylece, minimalizmin “küçük güzeldir” anlayışından yola çıkarak hayatımızdaki şeylerin ve nesnelerin dünyası üzerine bir kazı başlatıyor.
Ütüden bahsedelim, hani pek de yapmaktan hoşlanmadığımız, elbiselerimiz üzerinde dolaştırarak kırışıklarını giderdiğimiz şu aletten. Ütünün nasıl bir felsefi bağlamı olabilir? Yazar bu ilişkiyi kurabilmek için Grazia Livi’nin “Recluso” (Mahkûm) adlı öyküsünü devreye sokuyor. Bu öyküde gününü odasında oğluyla birlikte kapatılmış gibi geçiren bir kadının hikâyesi anlatılıyor. Kadın eşinden ayrılmıştır ve oğlu da dilsizdir, bu nedenle derdini ütüyle paylaşır:
“Oysa ben onu diyalog kurma konusunda eğittim” Ütü oflayıp puflayarak onayladı. “Sen benden iyi bilirsin, diyalog ip gibidir. Ben aramızdaki bu ipi ta en başından beri çektim. En önemli görevim olarak yaptım bunu. Ama maalesef bu yıl, sen de biliyorsun, aramızda ip mip kalmadı… Bu sene ip daimi olarak koptu.”
Yazara göre ütünün el tarafından gerçekleştirilen ileri geri hareketi Platon’un diyaloglarını hatırlatıyor. “Bu diyaloglarda katılımcılar konuşmada adeta birbirlerine ip uzatır, herkes bu ipe bir şeyler ekler, ipi konuştuğu kişiye geri uzatır ve hep birlikte ‘olay örgüsü’nü dokurlar.” Şeylerle gündelik yaşam içerisinde diyalog başlatırız, onlarla birlikte ortaya bir şey çıkarırız. Bu ip metaforunun bir bakıma gerçekliği de vardır. Çileyi yumak hâline getirme işlemini düşünelim, birine onu tutması için uzatmak zorundayızdır genellikle, başkasına ihtiyaç gerektirir çileyi yumak hâline getirmek, çile ve iki insanın birlikte oluşturduğu yumaktaki ortaklaşma, şeyin başka bir şeye dönüştüğü bir ilişkilenme ortaya çıkarır. Bir anlamda ipin başkasına uzatılmasının başlattığı diyalogun eseridir bu. Bahsedilen öyküde ütüyle başlatılan, yalnızlığı, tüm gün bir odada sıkışıp kalmışlığı aşmak için ütüyle kurulan ilişkisellik, hayatla diyalog kurmayı, sözü devam ettirmeyi imler. Bu nedenle ev içi emeğin öznesi olan kadınların şeylerle kurduğu ilişki önemlidir, “küçük işler” olarak görülür oysa, bir menekşenin dilinden anlayabilmek gibi büyülü ve güzeldir.

Rigotti’nin örnekleriyle devam edelim, “metaforların ziyaret ettiği gündelik hayat nesneleri arasında kahveye rastladım” diyor ve Gioachino Belli’nin bir şiirine gözümüzü çeviriyor yazar:
“Bu dünyanın insanları tıpkı
Kahve değirmenindeki kahve çekirdekleri gibidir;
biri önce, biri sonra, bir diğeri onun peşi sıra
hepsi yol alır aynı kadere.”
Şiirde insan biraz bütünsel olarak değerlendiriliyor, bir değirmende öğütülüp aynı şeye dönüşen, aynı kaderi paylaşan bir tür olarak. Yazara göre; “şiir kahve çekirdeklerini/insanları ‘kaderin eliyle’ karıştıran ve onları ardı ardına ‘ölümün boğazına’ düşüren kahve değirmeni fikrini geliştirerek devam eder…” Bir anlamda “kader çarkına” gönderme yapar. Kahveyle ilişki kişiye göre değişir, kimimiz için keyiftir, kimimiz için uzun çalışma saatlerinde, masamızda bir eşlikçi. Rigotti kahveyle duygulanımlar arasında bana kalırsa yerinde bir bağlantı kuruyor: “Gerçekten de kahvenin marifetlerinden biri -gece vakti bile- insanların uyanık kalmasını sağlamaktır; düşünmeleri, acı çekmeleri ya da sevinmeleri için insanları uyanık tutmaktır. Tıpkı duygulanımlar gibi. Duygulanımlar da geceleri uyanık tutar insanı, onlar da tıpkı kahve gibi uyutmayan şeylerdendir.” Yazarın buradaki meselesi duyguların ve duygulanımların da küçük şeyler arasında görülmesi ve özellikle akılcılık felsefesi tarafından anlatının dışında tutulmasıyla birlikte “dişil” olarak kodlanması. Duyguların kadınlara has olduğu hikâyesi o kadar çok anlatıldı ki yazarın da bahsettiği gibi herkes buna inandı, kısacası duygulanımlar da bir şekilde cinsiyetlendirildi ve kadın bedenine sabitlendi. Toplumsal cinsiyetin kurulumunda ve erkeklik inşasında da bunu görürüz. Sanırım en açık örneği de “erkekler ağlamaz” şeklindeki yaygın kullanımda açığa çıkıyor. Neyse ki bunu aşındıran çok fazla çalışmayla karşılaşıyoruz şimdilerde. Duyguların politik anlamlarını tartışabiliyor, bedensel karşılaşmaların yaratacağı duygulanımların devrimci ve dönüştürücü olabileceğini deneyimleyebiliyoruz. Rigotti de bunun aşındırıldığını düşünüyor, ona göre; “Bu küçük görünen büyük devrimi gerçekleştiren filozoflar duygulanımların işimizi kolaylaştırdığını söylüyor, ötelenemeyecek durumlarda, uzun bir değerlendirme sürecinin beklenemeyeceği zamanlarda, hemen alınması gereken kararlarda duygulanımlar erteleme hastalığına kapılmamayı sağlıyor.”
Francesca Rigotti, “Küçük Şeylerin Felsefesi”nde, genellikle ev içi alanda yer eden küçük şeylerin, bellekte ve dilde sürüp giden anlamlarına bakmamızı sağlıyor. İkili toplumsal cinsiyet rolleri tarafından belirlenen anlamların felsefe, edebiyat, sanat gibi disiplinlerin tarihiyle birlikte nasıl ele alındığı hakkında sorular oluşturuyor. Vazo, saksı, sürahi, süpürge, ekmek, önlük, çöp kovası gündelik yaşamın her alanında yanımızda olan şeyler ve nesneler anlamlı hâle geliyor böylece. Yazar felsefenin işinin sadece büyük anlatılar kurmak olmadığını; gündelik yaşantının, deneyimlerin, emek ürünü şeylerin de hayatı, insanı anlamlandırmada önemli olabileceğini hatırlatıyor ve yerleşik bakışı tersine çevirmeye gayret ediyor.
Emek Erez
[1] Vila-Matas, E., (2018), “Portatif Edebiyatın Kısaltılmış Tarihi”, (Çev. Emrah İmre), İstanbul: Can Yayınları.
[2] Benjamin, W., (2018), “Radyo Benjamin”, s. 81, Haz. Lecia Rosenthal, (Çev. Cemal Ener, Elif Okan Gezmiş), İstanbul: Metis Yayınları.
[3] Draaisma, D., (2007), “Bellek Metaforları ‘Zihinle İlgili Fikirlerin Tarihi’”, s. 21, (Çev. Gürol Koca), İstanbul: Metis.
👍👏Harika bir alıntı