Yumuşak başlı, kadife sesli bir adamdı. Sorunların şiddet yoluyla çözülmesinden asla hazzetmez, diyaloğa önem verirdi. Gerçek adı Angelo Bruno’ydu ama bu hasletleri nedeniyle ona “Kibar Don” diyorlardı. Philadelphia suç dünyasını yönettiği yirmi yıl boyunca ufak tefek cinayetler dışında kimsenin canına kast etmedi. Yoluna çıkan engelleri, sen sağ, ben selamet, rüşvetle aşmayı tercih ediyordu. Mafyalık müessesesine ipeksi bir dokunuş getirmişti adeta. 21 Mart 1980 günü danışmanlığını (Godfather serisini izleyenlerin hatırlayacağı ifadeyle, consigliere’liğini) yapan Antonio Caponigro’nun ihanetine uğrayacak, kafasına arkadan sıkılan tek kurşunla arabasında öldürülecekti. Fakat Caponigro’nun serencamı daha fena oldu. İhanet cezasız bırakılmayacak, kendilerinden izin alınmadan düzenlenen suikasta kızan üst düzey Cosa Nostra üyelerinin kararıyla consigliere de kısa süre sonra infaz edilecekti. Cesedini Bronx’ta, terk edilmiş bir arabanın bagajında buldular. Ağzına ve anüsüne, yenik düştüğü hırsın simgesi olarak toplam üç yüz dolar sokulmuştu.

Ağzın mevduat hesabı gibi kullanılması uygulaması mafyayla başlamadığı gibi her zaman bir şiddet eylemi de değildi. Sözgelimi Osmanlı ve İran tarihinde de tatlı sözleriyle hünkarı mest etmeyi başaran saray şairlerinin ağzına altın doldurulması geleneğinden söz edilir. “Şiddet eylemi değil” dedik ama tabii şiddeti nasıl yorumladığımıza bağlı olarak değişecek bir şey bu: Ağzına tıkılan altınlar şairin hoşuna gitmektedir muhakkak, ama yine de şairi bizzat şair yapan yerin böylece tıkanmasında tutkulu nargile kafe müdavimlerinin fantezi dünyasından fırlamış gibi duran bir aşağılama hazzı da yok değil.

Mafyadan ve nargile kafelerden söz edince akla ister istemez Kurtlar Vadisi geliyor. Benzer bir sahnenin Kurtlar Vadisi’ndeki varlığını da hatırlayanlar olacaktır: Doksanların derin devlet tetikçilerinden biri olan “Pala” adlı karakterin sorgusuna giren Polat Alemdar cebinden çıkardığı bir tomar parayı Pala’nın ağzına sokuyor, tek bir söz söylemeden çıkıp gidiyordu.

Keskin toplumsal dönüşümlerin arifesinde bazen öyle olaylar gelişir ki, insanın doğaüstü güçlere inanası gelir. Hani sanki “Tanrı” ya da “Zamanın Ruhu” varmış da insanlara önümüzdeki on, yüz ya da bin yıl için hazırladığı onca sürprizi içinde daha fazla tutamayacağını anlayıp en azından önden bir işaret yollamak zorunda kalmıştır. Böylece, kahvenin telvelerinin falcıya kaş göz etmesi gibi, pek yakında yaşanacak olan ne varsa bakmasını bilen gözlerin önünde bir kitap, bir spor müsabakası, bir delirme vakası, bir televizyon dizisi ya da bir felaket cisminde somutlaşıverir. (İnanç Avadit’in Notre Dame yangını okuması bu sonuncusu için epey şahane bir örnektir, okumayanlara şiddetle önerilir.) Olayın aktörleri toplumda gerçekleşen ya da gerçekleşmekte olan dönüşümün farkında bile değildir (zaten önerilen yazıdaki gibi bazen bu aktör cansız bir yapıdan ibarettir) ama olay ve gelecek arasında bir kozmolojik bir “solucan deliği” açılmıştır sanki. Kurtlar Vadisi böyle bir fenomendi, hepimiz biliyoruz. Dizide yaşananların gerçeklikle netameli ilişkisi değil burada söz konusu olan (o ilişki kasıtlı kurulan bir şeydi), toplumsal işleyişteki topyekun mafyalaşmanın ön habercisi olmasından söz ediyorum.

Sokak röportajında ağzına telefon sokulan dayı hadisesinde de (ve bu hadisenin “meclisteki el hareketi” ile eşzamanlılığında) benzer bir tarihsel dönemecin kedigözleri parlıyor.

Konuyu yirmi yıldır (ya da en azından Gezi’den beri) eziklenen muhaliflerin, yaklaşan seçimlerde iktidarın kaybedeceği anlaşıldıkça özgüven bulmasıyla açıklamak mümkün ve elbette ki meşrudur da, ancak eksik olur. Zira bir nesnenin icat sebebine tamamen ters bir işlev kazanmasında sıradan sembolizmin sınırlarını aşan bir kuvvet var gibi görünüyor: Mesafeli diyaloğun başlangıcına imkân veren bir iletişim aracı bu kez “monoloğun sonu”nu ilan ediyor. Sistematik olarak istismar ettikleri sahipsiz çocuğun cebine sussun diye beş on lira sıkıştıran tacizci esnaflar gibi, ifade özgürlüğü başta olmak üzere birçok temel hak ve özgürlüğü sorgusuz sualsiz gasp edilmiş insanlara cebindeki telefonu kendilerinin koyduğunu hatırlatan adamların temsilcisi sadece susturulmuş olmuyor böylece, susturan nesne işledikleri kolektif suçun nişanesi olarak önem kazanıyor. “Telefonum dinleniyor” paranoyasına mahkûm edilmiş, bu yüzden “konuşturan alet”i gerçekten özgür bir konuşma için asla kullanamamış insanlar esas sözlerini ona başka bir işlev kazandırarak söylemiş oluyor. Saray şairlerinin maişet devşirme usulünü tersyüz eden bir ton da var burada: Sözü kirleten birer “anti-şair” olarak sokak dayılarına arzu nesnelerini ağızdan vererek onların yeni sahibi olma iddiası.

Meşhur “faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir” saptaması ile ilk etapta çelişiyor gibi görünse de, bu alıntıya da tarihsel virajın kırılan ışığında yeniden bakılabilir sanki. Bugün bu “mecburiyet” belki de sokaktaki faşistin gevrek monoloğunu bitecek o son “sessiz sözü” söyleme vazifesinin kaçınılmazlığı olarak yeni bir anlam kazanıyor.

Aradığınız tahakküme şu anda ulaşılamıyor.

Hakan Sipahioğlu