Teju Cole’un “Açık Şehir” adlı romanı Monokl Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabı, çevirmeni Deniz Koç ile konuştuk.

“Açık Şehir”i çevirmeye nasıl karar verdiniz?
Monokl Yayınları’ndan Volkan Çelebi bana ulaştı. Cole’un iki romanının da telif haklarını almışlardı, karşılıklı görüştükten sonra önce ilk romanı Hırsıza Her Gün Bayram, ardından da Açık Şehir’i çevirmem üzerinde anlaştık.
Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?
Ankara’da Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okumuştum, 1999’da mezun olduktan sonra İstanbul’a taşındım ve çok geçmeden üniversiteden değerli hocam Yusuf Eradam’ın yönlendirmesiyle o sıralar yeni kurulmuş bir yayınevinde editör olarak iş buldum. Uzun süre kitap çevirmeye ne vaktim ne cesaretim vardı, ama, sanırım 2007’ydi, Açık Radyo’da Osman Akınhay’ın konuk olduğu bir programa denk geldim. Bir yayınevi kurmuştu ve çevirmen arıyordu. Böylece ona yazdım, tanıştık, sonucunda ilk çevirim sinema üzerine bir kitap oldu ve Agora Kitaplığı’ndan çıktı. O sıralarda Çevbir kuruluyordu, bundan da Akınhay sayesinde haberim olmuştur, ilk çevirimle beraber örgütün ilk üyelerinden biri olma şansı buldum. Çevirilerim arasında kurmaca dışı kitaplar da var, kurmaca kitaplar da. Eserlerini çevirdiğim kurmaca dışı yazarlar arasında en tanınmış olanlar Oliver Sacks ve David Harvey. Son zamanlarda ağırlık edebi eserlerde oldu; Bruce Chatwin, Philip Roth, Bob Dylan, Ocean Vuong ve tabii Teju Cole çevirdiğim edebiyatçılardan bazıları.
Bir çeviri rutininden bahsetmem pek mümkün değil, çünkü genellikle tam zamanlı çalıştığım işlerden fırsat buldukça oturabildim çevirilerimin başına.

“Açık Şehir”in çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Uzun ve zorlu bir süreçti, çünkü gündüzleri yoğun bir şekilde çalışıyordum ve kalan zamanımda metne konsantre olmam gerekiyordu. Açık Şehir’de süslü cümleler, metaforlar, söz oyunları yer almıyor ve Cole’un her cümlesi kristal berraklığında, ama konuşma çizgisi ya da tırnak gibi noktalama işaretlerinin kullanılmadığı metnin sıkı bir dokusu var. Sık sık tarihi mekanlardan, sanat eserlerinden, önemli olaylardan söz edildiği için de bolca araştırma yapmayı gerektirdi.
Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı Teju Cole? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?
İsmini duymuş ama okumamıştım. Çevirmeye başladıktan sonra tanıdım, ilk kitabını çevirdiğim sırada yüz yüze tanışma imkanı da buldum.
Teju Cole orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?
Nijerya asıllı Amerikalı Cole, romancı olmasının yanı sıra sanat tarihi uzmanı, eleştirmen, fotoğrafçı, küratör ve akademisyen. Uzun yıllar New York Times Dergisi’nin fotoğraf eleştirmeniydi ve fotoğraf üzerine yazdığı bir köşesi vardı. Şu an Harvard’da yazarlık dersleri veriyor. Kurmaca eserlerinin kendi hayatından izler taşıdığını ve entelektüel kişiliğini yansıttığını düşünüyorum. İki romanı da, Nijerya asıllı olup Amerika’da yaşayan anlatıcıların ağzından okuyoruz. Bir başka ilginç benzerlik, bu karakterlerin ikisinin de tıp okumuş ama Cole gibi fakülteyi bırakmayıp psikiyatri dalında eğitime devam etmiş olması. Uzun yürüyüşlere çıkıp gördükleri her şeye kafa yoran, her olaya eleştirel yaklaşan, insanlara mesafeli bu karakterlerin gözünden bakıyoruz dünyaya bu romanlarda. Sosyal ve eleştirel teorilere hakim, edebiyatla, sanatla, müzikle yakından ilgili bu karakterler en basit gündelik olayları bile analitik bir süzgeçten geçiriyor, Cole da bu düşünce yapısını metnin dili ve üslubuna yansıtıyor.
Bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim: Bu iki kitabı birer kurmaca eser olarak okuyabileceğiniz gibi şehir rehberi olarak da kullanmak mümkün. Hırsıza Her Gün Bayram’ı çevirirken Lagos’u gezmiş kadar olmuştum; metne Cole’un Lagos’tayken çektiği fotoğraf kareleri de eşlik ediyordu. Ve bir gün tekrar New York’a gidersem, şehri adım adım dolaştıran Açık Şehir sayesinde mekanlara farklı bir gözle bakacağım. Mesela Wall Street metro durağını neredeyse bir sayfa boyunca tasvir ediyor ve gidip kendi gözlerimle görmeyi isterim. Ya da Moby Dick romanının Amerikan edebiyatı üzerindeki etkisini bilen biri olarak, balina avcılarının sefer öncesi cemaatin duasını almak için New York’ta Trinity Kilisesi’ne gittiğini bu kitapta gördüğüm için orası da gezilecek alelade bir kilise değil artık. Sanırım en etkileyici yerlerden biri 11 Eylül’de yıkılan kulelerin bulunduğu alan olacak. Cole bu romanı yazarken orada devasa bir boşluk vardı. Kitabın anlatıcısı Julius yürüyerek buradan geçerken, yolu oradan geçen ya da özellikle bu felaket alanını ziyarete gelen kimsenin aklına gelmeyen bir şeyi düşünüyor: Şehrin tamamı gibi bu alanın da yazılıp silinen ve üzerine tekrar yazılan bir palimpsest olduğunu:
“Bu, alandaki ilk silme harekâtı değildi. Kuleler dikilmeden önce, şehrin bu kısmını bir baştan öbür başa kateden hareketli dar sokaklar bulunuyordu. Robinson Sokağı, Laurens Sokağı, College Meydanı… Bunların hepsi 1960’larda Dünya Ticaret Merkezi binalarına yer açmak için yıkılmış ve çoktan unutulup gitmişti. Washington Pazarı, çalışır durumdaki iskeleleri, balık satan kadınlar, tam burada 1800’lerin sonunda kurulmuş Hristiyan Suriyeli mahallesi de gitmişti. Suriyeliler, Lübnanlılar ve Levant’tan gelmiş diğer herkes nehrin öteki yakasına, Brooklyn’e itilmiş, burada Atlantic Caddesi ve Brooklyn Heights civarına yerleşmişti. Ya bunlardan da öncesi? Bu enkazın altında hangi Lenape yolları kaldı acaba?”
Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?
Yukarıda sözü geçen yazıp silme, üstüne tekrar yazma durumu, Julius’un yaptığı gözlemlerde çokça üzerinde durduğu bir şey. Bu mekanlar için de geçerli, tarihi olaylar için de. Fakat kitabın sonunda anlıyoruz ki aynı durum kendini didik didik edip geçmişini ve kim olduğunu sorgulayan Julius’un kişisel tarihi için de geçerli. Kitap çok yeni ve sonunu söyleyip kimsenin okuma zevkini bozmak istemediğimden detaylarına girmeyeceğim ama Julius’un roman boyunca kendini iyi kötü öngörülebilir bir karakter olarak tesis ettiğini düşünürken, hafızamızın da ne kadar silinip üstüne yazılabilir bir şey olduğunu bir kez daha fark etmek bu kitabın en vurucu tarafı bana kalırsa.