
Bugün 15 Ağustos, kiliseye gitmeyeceğim…
Sabahın erken saatinde bile tüm bedenimde hissediyorum İstanbul’un yoğun nemini. Mutfaktaki bakır tencereden dün akşam ıslattığım nohutların sesi geliyor; çıt çıt çıt… Kendime gelmek için sabah kahvemi yudumlarken, sayfaları çevrilmekten dağılmaya yüz tutmuş, eski bir kitabı kucağımda evirip çeviriyorum, Mutfak Çıkmazı’nı…
Bugün Verapokhum Surp Asdvadzadzni, diğer adıyla Üzüm Bayramı, Meryem Ana’nın Göğe Alınışı’nın kutlandığı gün. Yayam* Tamar’ın en sevdiği bayram, aynı zamanda onun ölüm yıldönümü. Her 15 Ağustos haftası iki kızını ve torunlarını arar, “Verapokhum Surp Asdvadzadzni günü yemeğe geliyorsunuz değil mi?” diye sorardı, sanki hayır cevabını kabul edecekmiş gibi. “Tabii ki geliyoruz yaya,” derdim, “Her zamanki saatte sende olacağız.” Geçen yıl da telefon ve hazırlık ritüelleri şaşmadı; artık ezberlediğimiz bütün o konuşmalar yapıldı, istediği her şey alınıp eve bırakıldı, temizlik için yardımcı çağrıldı. Tatlı bir telaş sardı yayamı. O telaşının keyfini çıkarırken nereden bilecekti ki bayram yemeğine katılamayacağını. Günler öncesinde hazırlıklarına başladığı ziyafeti tamamlayamadan, hiç olmayacak bir günde, ölmemesi gereken bir şekilde öldü. Halbuki bir sabah yatağında sonsuz uykusunu huzurla uyurken bulmalıydık onu. Pamuklu pijamaları üzerinde, kar beyaz saçları yastığa dağılmış, o gün uyanmamaya karar vermiş olmalıydı. Bayram sabahı erkenden gittiğimiz kilisede, gözleri, yazın gelmesiyle iştahını kabartan üzüm salkımlarını artık sofraya koyabilecek olmanın mutluluğuyla nasıl da ışıldıyordu oysaki. Ayin sonrası, “Akşam yemekte görüşmek üzere,” diyerek tek başına döndü evine. Ben onun yüzündeki o saf mutluluğu ve heyecanı görmek için yıllarca hiçbir ayini kaçırmadım. Büyük amaçların, insanı yiyip bitiren hırsların ve ideallerin at koşturduğu dünyada, akşam sofraya koyacağı üzüme neşelenen o kadın, insanın varoluşuna anlam katan şeylerin küçük anlardan, olaylardan oluştuğunu hatırlatırdı insana. Minik ve özenli o anlar, biriktikçe bütün hayata yayılırdı.
Akşama doğru annem ve teyzem, masanın hazırlanması için yardıma gittiklerinde, önce zili çalmış, kapı açılmayınca yanlarında bulunan yedek anahtarla kapıyı açmışlar. İçeri girdiklerinde yayam mutfakta kafası kanlar içinde uzanıyormuş. Kiliseden getirdiği üzümler, kana bulanmış şekilde yanında duruyormuş. Bembeyaz saçları kırmızıya boyanmış. Muhtemelen ayağı kaymış, düşme esnasında kafası mutfak tezgâhının köşesine çarpınca hayata veda etmiş. Annem ve teyzem gördükleri manzara karşısında ambulansı aradıktan sonra birbirlerine sarılıp uzun uzun ağlamışlar. Ağlamış beklemişler, beklemiş ağlamışlar.
Büyükbabamı hiç görmedim, ben doğmadan çok önce ölmüştü. Yayam gibi o da Gaziantepli bir aileden geliyordu. Makine mühendisliği okumak için İstanbul’a gelmiş. Üniversiteyi bitirdikten sonra da yüksek lisans yapmak için Almanya’ya gitmiş ama birkaç yıl kaldıktan sonra ülkesine geri dönmüş. Almanya’dayken kurduğu ilişkiler, açtığı küçük yazıhanenin şirkete dönüşmesini sağlarken; kendisiyle aynı köklerden gelen biriyle evlenme konusundaki ısrarı sonucu, görücü usulü ile yayamla evlenmiş. Annem ortaokula, teyzem ilkokula giderken büyükbabam bir trafik kazasında hayatını kaybedince, yayam genç yaşta iki çocuğu ile dul kalmış. Tekrar evlenmemiş. Kocasından kalan para iki çocuğunu büyütüp okutmasına yetmiş.
Annem, mutfaktan hiç çıkmayan bir annesi olduğundan yakınırdı her zaman. Büyükbabam öldükten sonra, teyzem ve annem vaktinin çoğunu aynı evin içinde yayamdan ayrı bir dünyada geçirmiş, yayamsa mutfakta, kendi yarattığı dünyasında… Sanki mutfakta doğmuş, orada büyümüş ve genç bir kadın olmuş, çocuklarını orada doğurmuş, orada yaşlanmıştı. Bizim için yıllarca olağan olan bu durumun altında yatan sebebi hayatın benim için hazırladığı bir tesadüf sonucunda öğrenecektim.
Yayamı görmek isteyen evinde ziyaret ederdi; evinin, özellikle mutfağının dışında, sudan çıkınca oksijensizlikten ölen balıklar gibiydi. Çocukluğumdan bu yana, onun, zihnimdeki görüntüsü hep aynıdır. Tezgâhın önünde sürekli bir şeyler yıkar, doğrar, pişirirdi. Yiyeceklerle uğraşmadığı zamanlar dolapların içini düzenler, buzdolabını siler, yemek kitaplarını karıştırır, laboratuvarda deney yapan bir bilim insanı titizliğinde yeni tarifler denerdi. Ara sıra dünyasına dahil ettiği romanlarını da mutfak penceresinin önüne koyduğu gül kurusu rengindeki kadife kaplı berjerinde okurdu. Ermenice tuttuğu defterine yeni tarifler yazar, eski tarifleri zaman zaman temize çekerdi. Ermenice, yayamdan mütevellit, benim için hâlâ soğanı ve tarçını bol mutfak kokar. Farklı bir tarifle karşılaştığında, saçları dökülmesin diye küçük bir eşarpla kapattığı başını incelediği yemek kitabından kaldırır, gözlerini kısar, kafasında bir şeyleri evirip çevirdiğini ele veren bir yüz ifadesiyle bakardı. Böyle zamanlarda bilirdik ki birkaç gün içinde daha önce hiç tatmadığımız bir lezzetle tanışacaktık. Heyecanlı bekleyiş başlardı.
Çocukken, anne ve babamın yoğun iş temposu yüzünden, kız kardeşim ve ben okul sonrası yayamın evine gider, onlar gelip bizi alana kadar ödevlerimizi yapar, televizyon izler, oyunlar oynardık. Salondaki ceviz büfede kristal bardakların, fincanların önünde duran irili ufaklı gümüş çerçevelerden gülümseyen çocuk annem, çocuk teyzem, genç yayam hakkında hikâyeler uydururduk. Ada vapurunu beklerken, Beyoğlu’nda sinema önünde, deniz kenarında bile bize gülümseyerek bakan, gözleri hâlâ aynı bu kadın bana yabancı gelirdi çünkü yayam o fotoğraflardaki dünyaya ait değildi. O, kardeşimle ben havidzi iştahla midemize indirirken sevgi dolu bakışlarıyla bizi izlediği evin dünyasına aitti. Bir oyunun içine girmekti o dünyaya dahil olmak, sevimsiz okul ödevlerinden ve anne babamın emir komuta zincirinden özgürleşmekti. O evde pek çok şey oyuna dahildi: Tarama yapacağı pazar yemekleri için cumartesi geceden buzdolabına koyduğu balık yumurtalarına bakıp kendimi onları patlatırken hayal etmek, yaramazlık yaptığımızda ceza olarak verdiği haşlanmış nohutları kabuğundan ayırmak, Aziz Sarkis Yortusu harici zamanlarda da içine para koyduğu kumbunun sırayla biz iki kardeşe de çıkmasını şaşkınlıkla izlemek gibi… Hafta sonu da orada kalalım diye yalvarırdım anne babama. Yayam; kardeşimle beni uyutmadan uyumaz, sabah bizden önce uyanmış, kahvaltımızı hazırlamış olurdu. Onda kaldığımız bir gece meraktan uyumamış, ev sessizliğe büründüğünde sessizce yataktan çıkıp odasına girmiştik; onu yatakta ipek saçları yastığa dağılmış, derin bir uykuda horuldarken bulunca çok şaşırmıştık. Yayam yatağındaydı; demek ki kardeşimle gizli gizli konuştuğumuz gibi gecelerini de mutfakta geçiren, uykusuzluğun onu etkilemediği, olağanüstü yemekler yapan bir büyücü değil, bizim gibi uykuya ihtiyaç duyan bir ölümlüydü!
Bütün acıların ve hastalıkların şifasının topraktan geldiğini söylerdi yayam. “İnsanın ilacı da zehri de yediğidir,” der, ilaç kullanmaktan hiç hoşlanmazdı. “İnsan su ve topraktan gelmiştir, tekrar toprak olana kadar topraktan çıkanları yemek zorundadır. Bu bilgi de size yayanızın mirası olsun,” derdi. Mutfaktaki berjerine kurulur, fokurdayan çay suyunun eşliğinde gözlerini kapatır, “Yaya, uyuyor musun?” diye sorduğumuzda uyumadığını, ruhunu dinlendirdiğini söylerdi. “Biz de ruhumuzu dinlendirebilir miyiz” diye sorunca, ikimizi de dizlerine oturtur, başımızı omuzlarına yaslar, “Hadi hiç konuşmadan, gözlerimizi kapatıp biraz dinlenelim,” derdi. Huzur, fokurdayan su eşliğinde yaya kokusuyla birlikte gelirdi.
Onu izlerken hayranlıkla karışık bir şaşkınlık sarardı beni. Yemek yaparken radyo dinlemez, kimse ile sohbet etmezdi. İbadet eder gibi huşu içinde mutfakta devinen bu kadının dikkatini başka yöne çekmeye çalışmak, bir günah kadar korkutucuydu. Meyve ve sebzeleri sanki onun için yağmur sular, güneş olgunlaştırır, toprak verirdi. Bütün evren yayama hizmet etmek için çalışırdı. Sebzeleri yıkar, doğrar, pişirirken evrenle arasında bizim bilmediğimiz bir anlaşmaya hizmet eder gibiydi. Ya da sonradan öğreneceğim gibi, bu hizmeti karşılığında hayat ona unutmak istediği anılardan kaçma fırsatı veriyordu. Mutfak kapısına dayanıp onu izlediğim çocukluk yıllarımda içinde yer almadığım o dünyanın parçası olmayı ölesiye arzulardım. Bilmediğim bir dilde yazılmış, kutsal bir metin gibi özenle sakladığı tarif defterini elime alacağım günü yıllarca sabırsızlıkla bekledim.
Yetişkin biri olup kendi evime taşındığımda onu daha az ziyaret etmeye başladım. Ne de olsa yapılacak çok fazla önemli işim vardı. Bir sivil toplum kuruluşunda uluslararası projeler yürütüyor, işten arta kalan zamanlarımı çok sevdiğim kitaplarımın arasında ya da yurt içi ve yurt dışına yaptığım seyahatlerle geçiriyordum. Farklı insanlık hallerine tanıklık etmek, insanların hikâyelerini okumak ve dinlemek tek tutkum haline gelmişti. Kuzguncuk’tan Bakırköy’e yayama giden yol; bir süredir, Küba’ya, İspanya’ya, Arjantin’e giden yollardan daha uzun geliyordu. Yine de elimden geldiğince ziyaretine gitmeye çalışıyordum. Bazen de telefonla arar, “Yaya, canım dalak dolması çekti” derdim, “Benden daha iyisini yapanı nerede bulacaksın ki” derdi. Sesindeki haklı gururu sezerdim.
Yayam Tamar, sakin ve ketum bir kadındı. Onu sadece bir kez şiddetli bir öfkeye kapılmış gördüm. Bir paskalya yemeği için masanın etrafına çocuklarını ve torunlarını toplamıştı yine. Beyaz porselen tabağımdaki nakışlı topik bezini heyecanla açarken, “Yaya, Ermeni topiği diye ballandıra ballandıra meyhanelerde servis ediyorlar ama senin yapmış olduğun topikleri yeseler, onların yüzüne bakmazlardı,” dedim. Korkunç bir haber duymuş gibi irkildi.
“Topiği rakı sofralarına meze mi yaptılar?” dedi.
“Ne var ki bunda yaya?” dedim, “Ne güzel işte, böylece kadim soframızı tanıyor herkes.”
“Kutsalın mezesi mi olurmuş! Topik, ana yemektir. Biz kimsenin masasının mezesi değiliz, bilinmeyi hak eden bir tarihimiz var bizim.”
Sesi titriyor, gözlerinden sicim gibi yaş döküyordu. Sofradaki herkes sandalyesine gömüldü; o an yayamdan yayılan derin bir keder masayı, odayı, evi, bütün dünyayı içine çekti. Bizi yutan o karanlık sadece bize mi aitti?
O gün aile tarihimizde ilk defa yemekler bitirilmeden bırakıldı. Böylece yayam kendi koyduğu kuralı çiğneyen ilk ve tek kişi oldu.
Tamar’ın sofrasında yer almak sıkı kurallara tabiydi. O nasıl büyük bir özenle yemekleri hazırlıyorsa, masadakiler de aynı özenle o yemekleri yemekle mükellefti. Sofrada yer alan yemekler haricinde başka bir konu hakkında konuşamazdık, büyük bir saygısızlık olarak nitelendirirdi bunu. Sofrada konuşulacak konular, yemeklerle sınırlıydı. “Bir yemek sadece iştahla yenilerek değil, onun hakkında yapılacak keyifli ve neşeli bir sohbetle de şereflendirilir.” Yayamın kutsal sözü! Parfüm sıkamazdık, hiçbir koku yemeğin kokusunu bastırmamalıydı. Rujlu dudaklarla masasına oturamazdı hiçbir kadın, dudaklarla yemeğin arasına başka bir şeyin girmesine izin vermezdi. Börek ve dolma gibi yemekler için çatal bıçak kullanmazdık, bir yemeğin sadece dille değil elle de tadılabileceğini söylerdi. Kurallarını çiğneyen olursa bir daha asla o sofrada yer alamazdı. Aileye sonradan katılan kadın ve erkekler de dahil olmak üzere kimse kurallarını çiğnemeye cesaret edememiştir. Bir tür saygı duruşuydu ona yaklaşımımız. Dışarıda hayat bütün yoruculuğu ve karmaşasıyla akıp giderken bir akşam yemeği esnasında dünyanın keşmekeşinden uzaklaşıp toplu olarak gerçekleştirilen bir ritüelin parçası olmak haz verirdi insana. Onun evinden çıkınca dünya bütün özensizliğiyle çirkinleşirdi gözümde ama yine de her seferinde arkamda bıraktığım o esriklik halinin huzurunu unutur, kendimi kaptırırdım dışarıya, ta ki bir sonraki aile yemeğine kadar…
Yıllarca Tamar’ın sofralarının baş konukları olarak ne kadar ayrıcalıklı olduğumuzu tam olarak bilmeden yaşadık. Ölümü ve sofralarının yok olmasıyla birlikte büyük bir oyuk açıldı hayatımızda. Bir yıldır zor zoruna toplandığımız akşam yemekleri, toplanmış olsak da aynı iştahla yemediğimiz yemekler, yayamın kurallarını sürdürsek de peşimizi bırakmayan olmamışlık hissi tatsız gerçeğimiz olmaya başladı. Masada bir sandalye, ailede bir büyük, nüfus kayıtlarında bir kişi değildi eksilen. Yitip giden, çok daha büyük, yeri doldurulamaz bir şeydi. Köksüz kalmıştık biz, onsuz tarihsiz ve coğrafyasız kalmıştık.
Vefatından sonra mutfağındaki her zaman kilitli olan dolabından tarif defteri ve sayfaları defalarca okunmaktan ve çizilmekten yıpranmış bir kitap çıktı, 1960 basımlı bir Tahsin Yücel romanıydı bu; Mutfak Çıkmazı. Yazarın Peygamber’in Son Beş Günü romanını okumuş ve çok beğenmiştim ama Mutfak Çıkmazı gibi bir romanı olduğundan haberim bile yoktu. Cenaze töreni bitip kalabalık dağıldıktan sonra mutfakta her zaman oturduğu berjerin üzerine kuruldum ve o gece bitirdim kitabı. Altını çizdiği satırları defalarca okudum. Sonraki günlerde kafamı sorular doldurmaya başladı: Romanın ana karakteri İlyas Divitçioğlu ile hayatında bir paralellik mi kurmuştu? Yayam da onun gibi mutsuzluğundan kaçmaya çalışırken kendini başka bir çıkmazda bulmuş olabilir miydi? Eğer öyleyse, neydi onu bu kadar mutsuz eden, kocasının ölümü mü yoksa başka bir şey mi? Yayam kimdi?
Yayamın kader ortağının sadece İlyas Divitçioğlu olmadığını ise dün anladım.
Dün sabah, Kurtuluş’ta, geceyi evinde geçirdiğim arkadaşımdan çıkmış, apartman gölgelerine sığınarak Harbiye’ye doğru yürüyordum, yolda Artin ile karşılaştım. İlkokul birinci sınıftan itibaren üniversiteye kadar sınıf arkadaşı olmuştuk Artin ile. Onun ailesi de Antep Ermenilerindendi. Yıllar olmuştu görmeyeli. Hal hatır sorduktan sonra, “Hadi, sana kahve ısmarlayım,” dedi. Vaktim vardı, eskilerden konuşma fikri hoşuma gitti. Klimalı, ferah bir kafe bulduk kendimize. Geçmişimize, özellikle çocukluğumuza ait kaybettiğimiz birini bulmanın heyecanıyla, birbirimizi görmeden geçirdiğimiz yılları, zaman ve kelimelerle yarışarak, bir saate sığdırdık. Üniversiteden sonra, Amerika’ya gitmiş. Orada mühendislik yapıyormuş ama bir yandan da tekrar ülkesine dönmek istiyormuş. Fakat ne zaman döneceği konusunda kafası karışıkmış. Beni gördüğüne çok mutlu olduğunu söyledi birkaç kez. Birbirlerine taze gülücüklerle bakmalarından yeni sevgili olduklarını düşündüğüm genç çift, yan masamızda iştahla kahvaltı yapıyorlardı. Adam, “Sevgilim ağzını aç” diyerek reçel sürdüğü ekmeği sokuverdi kadının ağzına. “Aşk ne güzel şey, değil mi?” dedi buruk bir gülümsemeyle. Sonra gülümsemesi de gitti, sadece burukluk kaldı yüzünde. Bakışlarını yüzümde gezdirdi. “Yayanı kaybetmişsin, çok üzüldüm,” dedi, “Ben de yakın zamanda büyükbabamı kaybettim.” Bakışlarını yere çevirdi, “Yayanın öldüğünü öğrenince çok yaşamadı. Keşke birbirlerini son kez görselerdi,” dedi. Anlamamıştım. Kim kimi görecekti? “Yayan ve büyükbabam…” dedi. Neden? Artin, beni bilmediğim bir dünyaya fırlatırken çığlık atmak istiyordum. Cüzdanını açtı ve büyükbabasının ölmeden önce kendisine emanet ettiği fotoğrafı uzattı. Siyah beyaz bir fotoğrafta genç bir çift piknik yapıyordu. Yayamın gençliğine çok benzeyen kadın kim olduğunu bilmediğim yakışıklı bir adama kocaman gülümsüyordu. Adam Artin’in büyükbabasıymış, kadın… “Bilmiyor muydun?” diye sordu. Boğazımı sıkan el bırakmıyordu ki konuşabileyim… Kafamı iki yana sallayıp dişlerimi dudaklarıma geçirdim. Kahvemi karıştırırken ne söyleyeceğimi bilmiyor, ağlamamak için kendimi sıkıyordum. O ise konuşmasına devam ediyordu. Çok eskiden tanışıyorlarmış, büyükbabamla evlenmeden önce… Yabancı isimler, karmaşık olaylar… Büyükbabam öldükten sonra bi ara tekrar… Tekrar mı? Kelimeler birbirine karışıyor, çarpıyor, yere düşüyor, anlamını yitirip dağılıyor, kafamın içi uğulduyordu. Gitmem gerekiyordu, nefes alamıyordum. Hızlıca kalktım masadan, Artin’in “Numaranı bari verseydin,” dediğini duydum.
Nişantaşı’ndan Beşiktaş’a doğru yürürken gözlerimden sicim gibi dökülüyordu yaşlar. Yıllardır görmediğim bir adam cüzdanında yayamın fotoğrafı ile karşıma çıkıyor, bana hiç bilmediğim bir hikâye anlatıyordu. Artin ile paylaşılmış, hatırası ona emanet edilmiş, bildiği için onun da bir parçası olduğu bir hikâye. Benim dışında kaldığım o hikâyenin iki kahramanından biri benim biricik yayamdı, benim yayam!
Eve gitmek yerine bir taksi çevirip “Bakırköy’e” dedim. Mezarına vardığımda üzerine kapanıp sakinleşene kadar ağladım. Yayam beni hikâyesini anlatacak kadar yakın görmemiş miydi kendisine? Neden… Belki de suç bendeydi. Hayatın katmanları arasında sürekli yolculuk edip keşfedilmemiş anlamların izini süren ben, onun dünyasını keşfedilecek nitelikte bulmamıştım demek ki. Hiç soru sormamıştım ona, hiç merak etmemiştim kalbini. Yaşarken çıkmazından kaçmak için sığındığı o mutfağa, hikâyesini hiç merak etmeyerek zihnimde bir kez de ben onu hapsetmiş olduğum için ondan defalarca özür diledim. Yayam beni affetmiş midir?
Bugün 15 Ağustos…
“Asma yaprağında sardalya yemenin tam vakti,” derdi yayam, eğer hayatta olsaydı. Asma yaprağında sardalya yemenin tam vakti, hurma zamanıysa geldi de geçiyor. Güneyde pamuklar toplanmaya başladı bile. Arılar bal yapmaya, yemişler olgunlaşmaya başlamışken, en sıcak günlerin sonunu yaşıyoruz, gözlerimiz artık sonbahara bakıyor. Yeşillenmekten yorgun düşmüş ağaçlar, kışın enerjilerini hayatta kalmak için harcayacaklarından, tek tek vedalaşacaklar yapraklarıyla. Kucağımda Mutfak Çıkmazı, gözlerim balkonumdaki çuha çiçeklerimde. Bu sonbaharda da açacaklar mı rengarenk? Birazdan kiliseleri doldurmaya başlayacak insanlar. Tanrıça Anahit’in Meryem Ana’ya emanet ettiği üzümler için yeme izni çıkacak dualar eşliğinde. Kiliseden alınan üzümler masalara konacak, kalabalık sofralarda toplanacak aileler…
Oysa Üzüm Bayramları, benim için artık tescilli bir hüzün günü. Sadece yayamı kaybettiğim için değil, onunla birlikte gün yüzüne çıkmamış bir hikâyeyi de gömdüğüm, bilmediğim bir dünyayı yakalama şansımı kaybettiğim için…
Gülhan Davarcı
*Yaya, Ermenice anneanne demektir.
Nasıl güzel öykü, nasıl güzel anlatım! Ellerinize, emeğinize sağlık!
Bir çırpıda okuyuveriyor insan;dildeki akıcılık okuyucu duygudan duyguya sürüklüyor.Kimi an “yaya” olurken kimi an da anlatıcının duyguları içinde sizin de boğazınız düğümleniyor.Kaleminize sağlık.
Hüzün…
Gülhan hanım sağolun.