Jorge Luis Borges’in “Sonsuzluğun Tarihi” adlı kitabının tekrar baskısı Can Yayınları tarafından yapıldı. Kitabı, çevirmeni Saliha Nilüfer ile konuştuk.

“Sonsuzluğun Tarihi”ni çevirmeye nasıl karar verdiniz?

Sonsuzluğun Tarihi’ni çevirmemi 2012’de, İletişim Yayınları’nın o zamanki genel yayın yönetmeni rahmetli Nihat Tuna teklif etmişti. Borges’in nispeten daha zor, ağırlıklı olarak felsefi denemelerinden oluşan bu metnini almakta kararsız kalmış, Nihat’ın her zamanki son derece teşvik edici, yüreklendiren sözleriyle kabul etmiştim. Dolayısıyla bu kitabı çevirmeyi daima sevgiyle ve özlemle yâd edeceğim, benim için yeri asla dolmayacak Nihat Tuna’ya borçluyum.

Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?

Çocuk ya da yetişkin edebiyatı diye ayırmadan tercihim öncelikle İspanyolca edebiyattan yana, Katalancadan şimdilik çocuk edebiyatı çeviriyorum. Geçim kaygısıyla karşıma ne çıksa kabul ettiğim bir dönem oldu, şimdi biz bunları konuşurken kriz hızla derinleşti, yarın ne getirir bilmiyorum ama son birkaç yıldır tekrar baskılar bana nefes aldırıyor; bazen kitaba bazen yazara, bazen birlikte çalışacağım editöre göre tercih yapıyorum. Yeri gelmişken bu ve başka pek çok kitapta Emrah İmre’yle çalışmanın benim için büyük mutluluk olduğunu belirtmek isterim. Karşılıklı güven ve uyumlu çalışma pratiği bence ortaya konan her işe muhakkak yansıyor.

Çevirmenlikte yirmi yılı tamamladım, on beş yıldır Çevbir üyesiyim, bu süre boyunca tek rutinim düzenli çalışmak oldu galiba. Ara ara yaptığım ek işler sayılmazsa, çoğunlukla telifle geçindiğimden teslim sürelerine uymaya çalışıyorum. Sıradışı koşullar hariç ortalama 7-8 saat çalışıyorum, son birkaç yıldır genellikle aynı anda iki kitap çeviriyorum. Çocuk küçükken ister istemez mesaimi onun düzenine, ihtiyaçlarına göre ayarlıyordum, beş-altı yıldır günlük çalışma düzenim daha kesintisiz ve verimli diyebilirim.

Çevireceğim metni başından sonundan biraz okuyup çevirene kadar bir daha elime almıyorum. Cümlelerin/kurgunun ilk anda çevirirken karşıma çıkması bana daha doğal bir sonuç verir gibime geliyor. Çeviriyi genellikle kararsızlıklarıma takılmadan, hızlıca bitirmeye gayret edip üç dört sefer –ilkinde kaynak metinle karşılaştırarak sonra Türkçesinden– okumayı tercih ediyorum.

İlle bir rutinden söz etmem gerekirse, her çeviriye eşlik eden bir müzik albümü benim için değişmez alışkanlık. Fazla dikkat dağıtmayan, metnin sesiyle/atmosferiyle uyumlu bulduğum bir albüm anlatıyı zihnimde daha rahat canlandırmamı sağlıyor. Elbette aşırı dikkat, yoğunlaşma gerektiren kurgudışı eserler çeviriyor olsam bunu yapamazdım – kurgudışı çevirmeni/editörü meslektaşlarıma o yüzden saygım sonsuz.

Bir de gündelik dilden kopmamak, zihnimi de çeviriden uzaklaştırmak için mutlaka her gün bir iki saat İspanyolca aktüel programlar dinliyorum.

“Sonsuzluğun Tarihi”nin çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Çeviriyi ilk aldığım sene bir şirketin çalışanlarına İngilizce ders veriyordum, güya yarı zamanlı ama neredeyse tüm zamanımı alan bir işti. Derken araya başka kitaplar girdi, kitabı parça parça çevirip bir buçuk yıldan uzun sürede epey gecikmeli teslim ettim. Özellikle felsefe konularına bolca değinen ilk bölümünde epey zorlanmıştım. İki satır çevirip üçüncü satırda dakikalarca ekrana baktığım, bazı paragrafları tam anlamıyla sindirmek için defalarca okuduğum oldu. O yüzden aralıklarla çevirmek iyi gelmişti. İlk baskıda kitabın editörlüğünü Barış Özkul yapmış, yayına Emrah Serdan hazırlamıştı. Geçen yıl Can Yayınları’nın Borges’leri tekrar basacağını öğrenince Emrah Serdan ve editörüm Emrah İmre’yle konuştuk. Aradan epey zaman geçmiş, metin zaten yeterince zor, çeviriyi sıfırdan yapar gibi gözden geçirmenin iyi olacağında karar kıldık. Takvim biraz sıkışıktı, bu sefer geceli gündüzlü çalışarak bir ayda tamamladım, Emrah redaksiyonunu yaptı. Dönüp dönüp kafa yorduğumuz epey yer oldu. Bütün bu çabaların neticesinde okunaklı, temiz bir metin ortaya çıkarabildiğimizi umuyorum, emeği geçen herkese teşekkür ederim.

Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı Borges? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?

İlk çıktıklarında Dost yayınlarının Babil Kitaplığından birkaç kitap, İspanyolca öğrendiğimde dağınık dağınık öykülerini okumuştum. Hakkını vererek okumayı hep ertelediğim bir yazardı. Alef ve Kum Kitabı’nı bile çok yakın zamanda okudum. Esas olarak Sonsuzluğun Tarihi’ni çevirirken daha derinlemesine tanıdım dersem yanlış olmaz.

Borges orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?

Bütün Borges okurlarının az çok hemfikir olacağı şeyler söyleyebilirim sanırım: Borges bir röportajında soyunun hem İspanyol fatihlere hem de sonrasında onlara karşı savaşan Arjantin bağımsızlık yanlılarına dayandığını belirtir. Savaşçı ve Tutsağın Öyküsü’nde -başka pek çoklarında da- bu karşıtlığın izini sürmüşe benzer. Böyle sayısız zıtlık bana kalırsa metinlerindeki en çarpıcı özellik. Bir eli karanlıkta diğeri aydınlıkta, bir kulağı varlıkta diğeri yoklukta – Borges’in kendisi bir dil aslında; mütevazı ve bilge. Belki uzun paragraflardan oluşan, çevirirken sözdizimi kıvraklığı isteyen ağdalı cümleler tercih etmemiştir – süs toyluktur, kibirdir, diyor ya zaten. Kendisine sorarsanız gayet alışıldık bir dille anlatır en karmaşık şeyi. Ama bazen kullandığı alelade bir sıfatın hakkını vermek için bir sayfa metne yorduğunuzdan daha çok kafa yorarsınız: “yıpranmış-yorgun” mu diyor, “sıkıcı-yorucu” mu? Arka plandaki hikâye hepsine birden işaret ediyorsa hele, işiniz iyice zor. Dolayısıyla her kelimesi özenle seçilmiş, yoğun, fazlalıkları olmayan, “laf kalabalığına gelmeyen”, hem fizikten hem metafizikten, hem akıldan hem sezgiden beslenen, tartısı hassas/nüansların had safhada önem kazandığı, zıtlıkların birliği üzerine kurulmuş, tek tuğlasını yerinden oynatamayacağın bir dili var bence – ki bu, “tuğlaların yerinden oynamadığı dil” iyi şiir için kullanılan alışıldık tanımdır, malum. O yüzden herkese hitap ediyor, yazmaya heves eden herkese esin veriyor; herhalde İspanyolca yazıp ona bir şekilde atıfta bulunmayan yazar yoktur. Daima kapalı, esrarengiz bir yanı var. Göndermelerinin hepsini anlamak, adını andığı filozofların, yazarların, kitapların hepsini bilmek mümkün değil de bağlamı yakalamak için gerekeni bize yeter. Hem sağlam bilgiye/muhakeme becerisine ihtiyaç var hem de “bildiklerini unutmanı sağlayacak” metafizik bir sezgiye. Herkesin herkesle, her şeyin her şeyle, bütün metinlerin, mekânların, anların birbiriyle akraba olduğu, bizim de parçasını oluşturduğumuz, ilk metinden beri soydaş metaforları kullanarak döne döne yinelediğimiz o dev kurmacanın içinde hangi dilde okunduğunun o yüzden belki de pek önemi yok. İspanyolca kaderim, İngilizce soyumdan getirdiğim, Fransızca tesadüfi karşılaşmam, Almanca gönülden peşinde olduğum… dediği için belki de.

Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?

Binbir Gece Masalları’nın muhtelif çevirilerini incelediği bölüm ve Nietzsche’nin bengi dönüşüyle ilgili kısa bölüm epey ilgimi çekmişti. Fakat birinci anlatının sonunda, normalde basit bir tasvir deyip geçeceğim, görselliği çok güçlü bir kısım ilk günden aklıma kazındı.

Borges bir akşam, uzun yıllardır uğramadığı mahallesinde dolaşırken beklenmedik bir görüntüyle karşılaşır. Otuz yıl önceye, 1800’lere, hatta fethedilmemiş Amerika’ya has denebilecek o görüntüde adeta “bir sonsuzluk iması” sezer:

“…Evlerin hiçbirinin ön cephesi sokağa bakmıyordu ve bir incir ağacı, kör köşe başını karartıyordu, duvarların çizdiği yükseklikten daha yukarı uzanan giriş kapıları geceyi yıpratan aynı sonsuz maddeyle örselenmiş gibiydi. Kaldırım bildiğimiz çamur yolun kenarlara doğru tümseklendirilmesiyle yapılmıştı; henüz fethedilmemiş Amerika’ya has çamur yoldu bu… Yolun bitiminde artık bir kırsal alan yolu haline gelen patika Maldonado Nehri’ne doğru gidiyordu ufalana ufalana. Puslu ve karmakarışık toprağın üstünde pembemsi alçak bir duvar adeta ay ışığını misafir etmiyor da geceye kendi içinden bir ışık boca ediyor gibi görünüyordu…”

Bu bölümü her okuduğumda ben de hayal meyal şöyle hissediyorum; orada herhangi bir zamanda eve bakan, evin içinde oturan ve bu satırları okuyan da benim aslında.