Deniz Poyraz’la 2018 yılında Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler adlı öykü kitabı ile tanışmıştık. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan bu ilk kitabı ile 2020 yılında da Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun düzenlediği Umut Ödülleri’nde “Yılın Umut Veren Edebiyat Ödülü”ne lâyık görülmüştü. Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler türlü konulardan fazlaca öykünün yer aldığı bir kitaptı ve bir ilk kitaba göre yazarın dili oldukça yetkindi. Bu sebeple de oldukça ses getirmişti. Yazar üç yıl aranın ardından, yine aynı yayınevinden ve yine bir öykü kitabı ile okurlarının karşısına çıktı: Dünya Unutana Kalır. Bu kitap ise dört uzun öyküden oluşuyor. Öykülerin her birinin teması farklı da olsa ortak bir dert üzerinde temelleniyorlar: Bu dünya unutana kalıyor. Unutmayan, devam edemiyor. Hayatı sorgulamayla bir ömür geçmiyor. “Nasip’in Günahı” adlı öyküde Umut’un dedesi “çok düşünen erken ölür, dünya unutana kalır” diyor mesela ama bu öyküler kanımca tam da unutmamak için kaleme alınmışlar. Nitekim öyle de oluyor. Yirmi otuz yıl öncesine gidiyoruz bu öyküler aracılığıyla.
Buna yazının devamında detaylı değineceğim fakat önce yazara odaklanalım.
Deniz Poyraz genç bir yazar; 1991 doğumlu. Lülerburgaz’da doğan yazarın öykülerinde buranın etkisini bolca görüyoruz. Lise sonrasında hayatının İstanbul’da devam etmiş olduğunu görsek de Lüleburgaz ve beraberinde çocukluğundaki Trakya’ya bir özlem ve saygı ibaresi olarak görebiliriz bu öyküleri. Kitaptaki öykülerde de karşımıza Trakya’dan ayrılmış ama oraya dönen birilerinin çıkması boşuna değil. 1990’ların sonu, 2000’lerin başında Türkiye’nin nasıl olduğunu ve bunun Trakya’daki yansımalarını okuyoruz kitap boyunca. Örneğin “İstila” adlı öyküde 99 Depremi’ni, “Nasip’in Günahı”nda Eurovision’da Sertab Erener’in başarısını hatırlıyoruz.

Dünya Unutana Kalır, içindeki dört öyküde bahsettiklerinin dışında satır arası okumalar da yapmamızı sağlıyor. Kurmaca dünyanın içine saklanmış ikinci bir katman hâlinde gerçek dünya parçaları… Öyküler biraz önce bahsettiğim gibi Trakya dolaylarında ve benzer bir zaman diliminde geçiyor. Sanki dünya Poyraz’ın kaleminde orada takılıp kalmış, hiç ilerlememiş. “90’larda çocuk olmak” kavramının hakkını vererek yazmış. Benzer yılları, yazarla akran olarak Trakya yerine Ege’de geçiren biri olarak kıyaslama yapma imkânım oldukça fazla oldu. Öykülerde bahsedilen birbirine yakın ekonomik durumdaki insanların yaşadığı “aynılık” hissini okurken ben de hissettim:
“Dip dibe apartmanların aynı boşluğa bakan mutfaklarında yemek kokuları birbirine karışır. Kokuya kediler, kuşlar üşüşür. Her daireyi çekip çeviren aynı fabrikanın maaşı olduğundan, mutfak masasına aşağı yukarı aynı çorba konur, farklı tencerelerde hep aynı yemekler pişer. Hâl böyleyken kaygılar, öfkeler, sevinçler de birbiriyle benzeşir.” (s. 119)
Bu satırlardan hareketle, o yıllarda birçoğumuzun mutfağının aynı apartman boşluğuna baktığı hissine kapıldım.

Yazar, 1990’ların sonu ve 2000’lerin başına dair çeşitli ekonomik ve sosyal veriler serpiştiriyor satır aralarına. Biz de hangi tarihlerdeyiz, o ara Türkiye’de ve dünyada neler oluyor, anlayabiliyoruz. Böylece o yılları yaşamamış olan genç okurlara da kurmaca dünyanın içinde tarihî bir yol haritası çiziyor. Dönemin eğlence anlayışını öğreniyoruz örneğin. Yeni yıla girerken olmazsa olmaz televizyon programları açık televizyonlarda. İbo Show’un yılbaşı özel programını izleyen evlerde Asena’nın dansını bekleyen insanların arasına karışıveriyoruz bir anda. Poyraz’ın karakterleri genellikle sobayla ısınan, çay bahçelerine giden, en fazla Ericsson T10’ları olan insanlar. Birkaç da zengin olanlar var aralarda. Altına 98 model Tempra çekiyor öyleleri de o yıllarda. Çeşitli ekonomik değerlere de değiniliyor öykülerde: düşen borsa, katlanan döviz… Şöyle anlatıyor yazar:
“O yıl döviz rekor üstüne rekor kırdı. Faizler yüzde dört bine, beş bine vurdu. Memlekette iki yüz elli kişiye bir doktor düşüyordu. Komşular üç kuruş ucuzluyor diye gece on ikiden sonra bayat ekmek kuyruğuna giriyorlardı mahalledeki tarihi fırının kapısı önünde.” (s. 37)
O yıllarda dünyada da çok şey oluyordu. Amerika’nın yeni başkanı George W. Bush’un konuşması veriliyordu televizyonlarda misal. Hayatlarda hep futbol var yine bunca derdin içinde. Bağlıyor insanları birbirine ya da ayırıyor birbirinden tamamen. Tartışılır. Sözün özü, nefes alacak küçücük bir fırsat kollayan insanların hayatları bu öykülerde anlatılanlar. Onların dünyasından çok daha hızlı döndüğü, onların da yetişmeye çalıştığı bir ortak mekân bu dünya. “Bu dünyayı, dört katlı apartmanların taşıdığı koca bir mahalle olarak farz etmekte bir sakınca yoktur.” (s. 118) diyor “Canavarın Günü” adlı öyküde. Öyle gerçekten de. Bu ifadeler bana Eyüp Aygün Tayşir’in Sabitâlem Mahallesi’ni hatırlattı. Mekânsal benzerlikler yok fakat anlatılan dünya neticede aynı. 1990’ların sonunda her mahalle birbirine komşuymuş sanki. Sofralara aynı yemekler, yanında da benzer dertler gelmiş. O yıllara göz atmak isteyenlerin Deniz Poyraz’ın öykülerine şans vermesi gerektiğini düşünüyorum.
Nagihan Kahraman