İyi ve değerli olanı, gözümüzün önünde duranı bir başkası işaret edince veya farklı koşullarda kendiliğimizden fark etme özelliğimiz bazen hayat kurtarır. Kimi zaman durum gereği ihtiyaç hasıl olunca eski okuduklarımız gelip önümüze dikilir. Aklıma düştükçe açıp okuduğum Anton Çehov’un “Acı” ve Erdal Öz’ün “Sevgili Acı” öykülerini Çaprast Okumalar’da anma isteğini doğuran böyle bir işaret oldu. Ayvalık İlçe Halk Kütüphanesi’nde üç günlük bir programda yazma ve öykü üzerine birkaç söz etme fırsatı buldum. Bu üç saatte öykü üzerine söyleyebileceklerime kafa yorarken iyi öykünün özelliklerini maddeler halinde sıralamanın anlamsızlığını, zaten meraklısının bu bilgilere kolaylıkla ulaşabileceğini düşünmekle zihnimde iki öykü belirdi. “Acı” ve “Sevgili Acı” üzerinden pek çok şeyi konuşabilirdik. Konuştuk da. Oldukça ilgili ve birikimli okur-yazar grubuyla tanışmak, söyleşmek olanağı buldum. Ardından bu ay yazacağım yazının öykülerini de bulmuş oldum.

Anton Çehov’un “Acı” öyküsüyle Erdal Öz’ün bu öyküden esinlenip yazdığı “Sevgili Acı” arasında ilk başta görünenden daha fazlası var. Erdal Öz “Sevgili Acı”yı Çehov’un öyküsünden etkilendiği için yazmışsa da “Sevgili Acı” Çehov’a öykünen bir öykü değildir. Erdal Öz Çehov’a olan hayranlığını açık açık ifade ederken öyküsünden aldığı esinle bambaşka bir öykü yazmıştır. Gerçek yaratıcı yazarlar böyledir. Etkilendikleri edebi eserleri yüksek sesle ilân etmekten çekinmezler. Çekinmezler çünkü her yaratıcı edimin kaynağı coşkudur nihayetinde. O coşkuyla edebiyatın hazinesinde bulduklarının yanına kendi eserlerini yine hepimizin göreceği biçimde oraya, o dibi görünmeyen hazine sandığına bırakıverirler. Erdal Öz, “Acı”nın can alıcı bölümlerini kendi öyküsüne ustalıkla yerleştirmiştir ama “Sevgili Acı”yı okuduktan sonra Çehov’un öyküsünü mutlaka okumak isteriz. “Sevgili Acı” yalnızca iyi öykünün bütün özelliklerini barındırdığı için değil, bir öykünün içinde öykü türüne ilişkin yaptığı saptamalarla bize öğrettikleri için de unutulmazdır.
Öykücülüğümüzün en verimli dönemi diyebileceğimiz “1950 kuşağı”ndan söz etmek bu yazının sınırlarını aşar. Her biri kendine özgü öykü anlayışı geliştiren, kendilerinden sonra gelecek kuşakları etkileyen eserler vermiş dönem yazarları arasındadır Erdal Öz. Hem yayıncılığı hem de sade ve abartısız diliyle yazdığı öyküleri unutulmazdır.
2004 yılında Can Yayınları’nın düzenlediği, üç gün süren “Çehov’u Anma Günleri”nde Erdal Öz’ün yaptığı konuşma metni daha sonra İmge Öyküler dergisinin ikinci sayısında yayımlanmıştır. Erdal Öz’ün Çehov’a ilişkin düşünceleri, Çehov’un öykülerinden neler öğrendiğini göstermesi bakımından da önemlidir.
Şöyle der Erdal Öz:
Öykülerinde müthiş bir yalınlık vardır. Bu yalınlık seçtiği sözcüklerde, kurduğu cümlelerde, çizdiği tiplerde, oluşturduğu kurguda açıkça görülür. “Olay” onun da öykülerinde vardır. Ama olayda da anlatımda da hiçbir abartıya rastlayamazsınız. Deneme türü öyküden alabildiğine uzak bir yazardır Çehov. Bu yüzden onun öykülerinde öğüt verme gibi bir eğilim bulamazsınız. O çok alçakgönüllü bir anlatımla geliştirir öyküsünü, öyle bir atmosfer yaratır ki, okuruna aktarmak istediğini, bütün boyutlarıyla hissettirir. Çehov kuru bir anlatıcı değil, bir hissettirici öykücüdür. Bir atmosfer öykücüsüdür. Bu yüzden de kendinden önceki öykü yazarlarının üstüne çıkmış, modern öykünün ilk büyük öncüsü olmuştur.
“Acı” Arabacı İona Potapov’un bir gecesini anlatır. İlk paragraf öykü boyunca bizi etkileyecek atmosferi kurar hemen:
“Akşam karanlığı… Sulu, iri iri kar taneleri, henüz yakılmış fenerler etrafında uçuşuyor, ince, yumuşak bir alçı tabakası gibi damları, atların sırtlarını, omuzlarını, başlıklarını kaplıyor. Arabacı İona Potapov, bir hayalet gibi bembeyaz. Canlı bir vücut ne kadar büzülebilirse o kadar büzülmüş, hiç kımıldamadan yerinde oturuyor. Üzerine bir yığın kar düşse bile gene karı silkmek lüzumunu duymayacak. Beygiri de bembeyaz, hareketsizdir. Hareketsizliğiyle, keskin köşeli biçimiyle, ayaklarının sopaya benzeyişiyle o bir kapiğe satılan posta atlara benziyor. Herhalde düşünceye dalmış. Sabandan, alıştığı o rahat manzaralardan alınıp da buraya, korkunç ışıklarıyla, hiç kesilmeyen gürültüleriyle, öteye beriye koşuşan insanlarla dolu bu kargaşalık içine düşen bir mahluk, böyle uzun uzun düşünmez de ne yapar?”
Çehov öykülerinde derin psikolojik değerlendirmeler yapmaz bunun yerine öykü kişilerine çatışma anındaki davranışlarıyla varlık kazandırır. Arabacı İona, Çehov’un çoğu öykü kişisi gibi kenar çizgileri kabaca çizilmiş bir karakterdir. İona’nın oğlu birkaç gün önce ölmüştür ama yoksul adam çalışmak zorundadır. Müşterileri son derece kabadır ve İona’yla dalga geçerler. O buna rağmen alttan alır. Kendisiyle edilen alayları da ensesine inen tokatları da “hi hi” diye gülerek karşılar: “Neşeli baylar. Allah uzun ömür versin.” Arabacı İona atının karnını doyuracak arpayı alabilecek miktarda para kazanabilmek için her türlü aşağılanmaya göz yumar. Büyük ihtimalle kendisi de yarı aç yarı toktur ama o gece ne açlığı ne de yoksulluğu önemlidir. Aklında tek bir şey vardır; birkaç gün önce ölen oğlunun acısını birilerine anlatabilmek. Arabasına binen müşterilere acısını anlatmak ister ama herkes kendi derdindedir ve hiç kimse İona’yı dinlemez.

Öykünün sonunda Arabacı bir hana ulaşır ama arpanın parasını bile çıkaramamıştır. Kederim hep bundan, işini bilen, atını doyuran insan her zaman rahattır, diye düşünür. Handa da kendisini kimse dinlemez ve yoksul adam acısını atına anlatır.
Bu öykü gibi kimi kurmaca eserlerde sonu açık etmekte bir sakınca yoktur bana kalırsa. Çünkü “Acı” sonunu merak ederek okuyacağımız türden bir öykü değildir. Gücünü anlatımından ve yazarın oluşturduğu atmosferden alır. Son derece sıradan bir insanlık durumundan söz edilen öyküyü etkili kılan da bu olmalıdır.
“Sevgili Acı” öyküsünün mekânı İstanbul Üniversitesi’nin büyük kantinidir. Öykünün girişinde kurulan atmosfer, anlatıcı genç adamın umutlu, coşkulu bakışını yansıtır: “O zamanlar tertemizdi Haliç, karşısına oturulup hayaller kurulacak, şiirler yazılacak bir denizdi.” Gencin pırıl pırıl Haliç’ten balık tutması, edebiyat sevgisi ve kızlarla buluşmalarının mekânıdır bu kantin. Beğendiği bir kızla buluşacağı gün yanında tesadüfen Çehov’un kitabı vardır:
“Son günlerde Çehov okuyor, okuduğum öykülerin büyüsüyle dolaşıyordum. Özellikle de bu yanımdan ayırmadığım kitaptaki öykülerden biri allak bullak etmişti beni. Adı Acı’ydı. Bir yaşlı arabacının öyküsü.”
Genç adam o gün ilk defa buluştuğu kıza öyküyü anlatmayı düşünse de anlatmakla öykünün bütün büyüsünün kaçacağını düşünüp vazgeçer. Büyü öykünün konusunda değil, Çehov’un anlatımındaydı çünkü, der.
“Okumak gerek,” dedim. “Anlatarak olmuyor. İster misin? Okuyayım mı?”
“Aa, çok sevinirim,” dedi.
Anlatıcı “Acı”yı okur, kız öyküyle ilgilenmez. Kızın kayıtsızlığı delikanlının ona karşı ilgisini yitirmesine sebep olur. Genç adam aynı denemeyi bir başka kızla da yapar ama sonuç değişmez. Öykünün sonunda anlatıcı, Çehov’un “Acı”sından kendisi kadar etkilenen bir kız arkadaş bulur.
“Sevgili Acı” şu sözlerle son bulur:
“Sesim belli belirsiz titremişti.
Başımı kaldırdığımda o güzel gözleri yaş içindeydi.
Onu o anda da, daha sonra da çok sevdim.”
“Acı” sıradan yoksul bir arabacının ölüm karşısındaki acısını hissettirirken “Sevgili Acı” sıcacık bir aşk öyküsüdür. Öykülerin atmosferleri, konuları, anlatım biçimleri benzer değildir ama iki öykü de umut barındırır. İona eninde sonunda oğlunun acısını anlatabileceği birini bulacağından emindir. Acısını bir insanla değilse de atıyla paylaşır. “Sevgili Acı” daki anlatıcıysa sevebileceği birini arar ama sevebileceği kızın yalnız güzel olması yeterli değildir. Çehov’un öyküsünden onun kadar etkilenmelidir. Edebiyat zevkini paylaşabileceği bir sevgili arar. Çok kolay bulamaz ama aramaktan da vazgeçmez. O da İona gibi umutludur.
Yaşadığımız zamanlarda kimsenin kimseyi dinleyecek sabrı gösterememesi, acımızı sevincimizi endişemizi karşımızdakiyle paylaşamamak en önemli sıkıntılarımızdandır. Okuduğumuz bir öyküden, dinlediğimiz bir müzikten, izlediğimiz filmden birine söz etmenin, o eserdeki duyguyu birlikte hissedebilmenin değerini daha iyi anladığımız bir çağın içine düştük. Kendi döneminde uç veren, gelecekte çığ gibi insanlığın önüne düşecek meseleleri önceden görmek ve göstermek büyük yazarlara özgü olmalı.
Aysun Kara
“Çaprast” Hulki Aktunç’un sözcüğüdür, yazarın hazinesinden seçtiğimiz bu sözcüğü kullanıyor, kendisini saygıyla anıyoruz.
Kaynakça
Cam Kırıkları, Erdal Öz, Can Yayınları, 5. Basım (2003).
Seçme Öyküler 1 (Kent Hikâyeleri), Anton Çehov, Çev. Hasan Âli Ediz, Yordam Kitap, Birinci Basım (2017).
Aslında ikisinin de acisini anlatamamasi ,bir muhatap bulamaması acıı içinde acidir.
İki öyküde de işlenen konu basittir fakat anlatım gücü çok kuvvetlidir.Sade ve yalın anlatım,atmosfer ve kişilerin siradanligina karşın öyküyü bu denli güçlü kılabilmek de yazarların edebi gücünden kaynakkiyor..
Aysel Õzkaymak
Ayvalık İlçe Halk Kütüphanesinde bizimle paylaştığınız değerli bilgiler için teşekkür ederiz. Atölye çalışmanız ve paylaştığınız bu iki öykü bizi çok etkiledi ve biz de Ayvalık Kütüphanesi Kitap Kulübü olarak aralık ayı yazarını sayenizde bulmuş olduk:) Çehov’un farklı eselerini okuyarak yazarın çocukluğu, yaşamı, yaşadığı dönem üzerine keyifli bir sohbet ettik..
Funda hanım böyle bir çalışmaya vesile olduğuma sevindim. Teşekkürler, sevgi ve selamlar