Adania Shibli’nin “Küçük Bir Ayrıntı” adlı romanı Can Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabı, çevirmeni Mehmet Hakkı Suçin ile konuştuk.

“Küçük Bir Ayrıntı”yı çevirmeye nasıl karar verdiniz?
Kitabın çevrilmesini, Can Yayınları’ndan Cem Alpan teklif etti. Aslında çok meşgul olduğum bir süreçte gelmişti teklif. Fakat kitabı okuyunca ne kadar doğru bir seçim olduğunu gördüm ve kendi kendime, “Böyle bir kitap, okura en iyi en anlaşılır şekilde ulaşmalı ve ben yoğun da olsam bu kitabı çevirmeliyim” diyerek kabul ettim.
Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?
Arap Dili ve Edebiyatı anabilim dalında lisans eğitimimi sürdürürken Halil Cibran’dan kendim için çeviriler yapıyordum. Kütüphanemizde Goethe Enstitüsü tarafından Arapça yayımlanan Fikrun wa Fann [Düşünce ve Sanat] dergisinin bazı sayıları da bulunuyordu. İnternet imkânlarının olmadığı doksanlı yıllarda bu dergi benim için önemli bir kaynak oldu. Çağdaş Arap edebiyatına ilişkin yazıları, yarım yamalak Arapçamla bu dergiden takip ediyordum. Bazen dergide çıkan kısa yazıları, şiirleri çevirmeye kalkışıyordum. Çeviriyle ilişkim böyle başladı. Adonis’ten, İslam öncesi Arap şiirinden çeviri denemeleri yaptığımı, ev taşırken tesadüfen gördüğüm defterlerden, kâğıtlardan anlıyorum. Lisansı bitirdiğim sıralarda Ankara’da yayımlanan Son Duvar dergisi vardı. Zaman zaman bu dergi için Arap edebiyatından çeviriler yapıyordum. O sıralarda yüksek lisansta öykülerini incelediğim Yahya Hakkı’nın bir novellasını da Türkçeye çevirdim. Geçimimi sağlamak için piyasaya yaptığım yoğun edebiyat dışı çevirilerin yanı sıra bazen de kendim için ya da talep üzerine yaptığım edebi çevirilerle kendimi bu işin içinde buldum. Ne tür kitaplar çevirdiğime gelince, tür ayrımı yapmadığımı söyleyebilirim. Şiir, öykü, roman, kurgu dışı vs. okumaktan zevk aldığım ve okura bir şeyler kattığını düşündüğüm her tür eseri çevirebilirim. Klasik ya da modern olması da fark etmez. Nitekim çevirdiğim külliyata bakıldığında İslam öncesi şiir ve Kur’an-ı Kerim de olduğu görülecektir. Endülüs çağlarından Güvercin Gerdanlığı (İbn Hazm), Hayy bin Yakzan (İbn Tufeyl), çağdaş Arap şiirinden Adonis, Mahmud Derviş, Nizar Kabbani şiirlerini de çevirdim. Öte yandan günümüz yazarlarından çevirip dergilerde yayımladığım onlarca şiir, öykü de var. Yahya Hakkı ve Adania Shibli’de olduğu gibi roman da. Fakat dönüp geriye baktığımda en çok şiir kitabı çevirdiğimi fark ediyorum.
Yine de bir çeviri rutinim olamıyor maalesef çünkü zamanımı bütünüyle çeviriye ayırabilmek gibi bir lüksüm yok ne yazık ki. Üniversitedeki akademik ve idari işler, pek çok lisansüstü tez danışmanlığı yapmak çok zaman alıyor. Bundan, akademisyenliği sevmediğim anlamı çıkmasın. Sürekli öğrendiğim, öğrenirken öğrettiğim bir işim olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum. Fakat öğrenme-öğretme dışındaki faaliyetler olmasa telife ve çeviriye daha fazla zaman ayırabilirdim.

“Küçük Bir Ayrıntı”nın çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Daha önce de söylediğim gibi Can Yayınları çağdaş dizi editörü Cem Alpan’dan gelmişti teklif. O sıralar da çok yoğundum. İslam öncesi muallaka şiirlerini yani Yedi Askı Şiirleri’ni çeviriyordum. Bu yoğunluğuma rağmen romanı okuyunca “Bu kitabı çevirmeliyim” dedim ve teklifi kabul ettim. Çeviri yaklaşık iki ay sürdü. Pandemi süreci olduğu için esere zaman ayırma fırsatım da oldu, bu nedenle de çabuk bitirebildim.
Roman iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde üçüncü şahıs bakış açısından oldukça “mesafeli” bir anlatımla, kahramanın hareketlerine tekrarın hâkim olduğu bir üslûp var. Burada “öteki”, soğukkanlı bir şekilde “sinematografik” bir yöntemle anlatılıyor. İkinci bölümde ise birinci tekil şahıs ağzından çoğunlukla şimdiki zaman kipi hâkim. Bu bölümde birinci bölümün aksine, gelgitlerin, tereddütlerin olduğu bir üslûp var. Birbirinden tamamen farklı iki bakış açısıyla anlatılan iki ayrı hikâyeden, güçlü bir dokuyla tek bir hikâyenin yaratıldığı bir metnin bu özelliğini çeviriye başarılı bir şekilde yansıtmak çok önemliydi. Öte yandan Arapça sözdizimi öne doğru gelişirken Türkçe sözdizimi geriye doğru gelişir. Bundan dolayı Türkçe çeviri dengeli kurulmadığında, okumayı zorlaştıracak şekilde hantallaşabiliyor. Arapça ile Türkçe arasındaki yapısal farklılığın sonucudur bu. Bunun dışında çok fazla zorlandığımı söyleyemem.
Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı Adania Shibli? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?
Yıllar önce bir konferansta İtalyan bir meslektaşımla konuşurken Adania Shibli’den bazı öyküler çevirdiğini söylemişti. Bundan sonra bazı edebiyat dergilerinde yayımlanan öykülerini okudum. Hatta bir öyküsünü çevirmiştim fakat o sıralarda bilgisayarım çöktüğü için maalesef yayımlayamadım. Yıllar sonra yine çıktı karşıma Adeniyye. Ama bu sefer bir romanla.
Adania Shibli orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?
Bence Arapçayı çok başarılı kullanıyor. Okuyucuyu etkileyen, sarsan bir üslûbu var. Bunu yaparken duygu sömürüsüne tenezzül etmez. Yazarın kelime seçimleri, bunları kullanma biçimleri, kelimeler arasında kurduğu çağrışımsal ilişkiler, bunları kurgu ve karakterlerle birlikte bir atmosfer yaratacak kıvamda harmanlaması onun detaycı titizliğini gösterir. Romandaki her bileşeni dengeli bir şekilde “tadında bırakarak” yapılandırır. Dahası samimi bir dili var ve bu, metnin sahiciliğini artırdıkça artırıyor.
Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?
İzin verirseniz birinci ve ikinci bölümlerden iki seçme yapayım. Birinci bölümden şunu seçeyim:
“Askerler önce birbirlerine sonra da kumun üzerinde süklüm püklüm titreyerek beklemekte olan kıza baktılar. Bir süre sonra getirilen sabun, askerin elinden adamın eline, onun elinden de kızın ayaklarına yakın kumun üzerine kayıverdi. Hortum tutan sağ eliyle sabunu işaret ederken sol eliyle de kafası ve göğsü üzerinde daireler çizdi. Kız kaskatı kesilmişti. Askerlerin bastırmaya çalıştıkları gülüşmeleri duyuldu. Bakışlarını kızın gözlerine dikti ve sert bir ses tonuyla bağırıp sabunu almasını emretti. Askerlerin mırıldanmaları ve gülüşmeleri bıçak gibi kesildi. Şimdi sadece dilini dışarı çıkaran köpeğin nefes sesleri duyuluyordu. Genç kız elini yavaşça sabuna götürüp onu aldı. Biraz doğrulunca bedeninden sular sızdı, sabunu kafasının üzerinde dolaştırdı, sonra göğsünü sabunladı, beyaz köpükler yavaş yavaş teninde ince bir tabaka oluşturdu ve bir süre sonra esmer tenini tamamen örttü. Adam, bakışlarını kızın etrafında halka oluşturan ıslak kumlara çevirdi. Sular kızın olduğu yerden uzağa gidemiyor, etrafındaki kumlar tarafından hemen emiliyordu. Kafasını yeniden kıza çevirdiğinde başta ön tarafları olmak üzere bedeninin büyük bir kısmını sabunladığını gördü. Suyun yeniden fışkırması için başparmağını hortumun ağzından çekti fakat başparmağı ve işaretparmağıyla hortumun ağzını daraltarak suyun daha tazyikli ve daha uzağa akmasını sağladı. Sonra da hortumu kıza doğrulttu.” (s. 31-32)
İkinci bölümden de şunları:
“Benim durumum daha farklı. Daha ziyade, şeyler arasındaki sınırları ayırt etmekten, olayları mantıklı ve rasyonel bir şekilde değerlendirmekten âciz olmamla ilişkili. Öyle ki çoğu zaman, tablonun kendisini değil de tablodaki sinek bokunu görüyorum. Yeni işyerinin hemen yanındaki bina patlatıldığında binaya sığınan üç gencin durumuyla değil de binanın havaya uçurulmasından kaynaklanan toz ve tozun masalara inip yerleşmesiyle ilgilenen bu eğilim ilk bakışta normal gelmeyebilir. Bununla birlikte mesela masadaki toz ya da tablodaki sinek boku gibi küçük, gereksiz ayrıntılarda kaybolan bu görme biçimini, hakikate ulaşmanın nihai delili değilse de tek yolu olarak görenler de var. Dahası bunu kendileri için iddia eden sanat uzmanları var. Doğrusu onların görmemizi istediği şey, tam olarak tablodaki sinek boku değil de mesela tablonun orijinal mi taklit mi olduğunu kararlaştırmak gibi daha az öneme sahip ayrıntılardır. Bu uzmanlara göre taklitçiler, bir tabloyu taklit ettiklerinde tablodaki nesnenin yüz yuvarlaklığı ya da beden pozisyonu gibi temel ve önemli ayrıntılara dikkat ederler; fakat kulak memesi, parmak ve ayak tırnağı gibi küçük ve tali ayrıntılarla nadiren ilgilenirler. Bu da eseri kusursuz bir şekilde taklit etmelerini engeller. Hatta bazıları, aynı düşünceden yola çıkarak herkesin önemsiz bulduğu küçük detayları fark eden kişilerin daha önce tanık olmadıkları bir olay ya da nesne hakkında bir imge oluşturabileceklerini iddia ederler.” (s. 58-59)