Raftan: “Dünya Unutana Kalır”
Deniz Poyraz, 2018’de yayımlanan ilk öykü kitabı Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler’de yoksulluklarıyla, yoksunluklarıyla, yaşamın baskısıyla savrulan insanları, toplumsal bakış açısını canlı tutan ayrıntılarla, keskin bir gözlem gücüyle, içimizi acıtmaktan çekinmeden getiriyordu okuyucunun karşısına. Anlatımının belirgin yanları hiç düşürmediği anlatı ritmi, görselliği, etkili konuşturmaları, sıklıkla argodan yararlanması ve alaysamayı kullanmasıydı. 2021 sonbaharında yayımlanan ikinci öykü kitabı Dünya Unutana Kalır’da ise anlatımındaki bazı belirleyici yanların sürdüğünü ama argodan aynı yoğunlukta, sıklıkta, keskinlikte yararlanmadığını, ince alayını derinleştirdiğini, ritmi düşürmeden, görselliğinin yanına etkili betimlemeler eklediğini söyleyebiliriz. Anlatımının içtenliğini koruyarak belirgin biçimde öykü evrenini, dilini geliştirdiğini, yetkinleştirdiğini düşünüyorum Deniz Poyraz’ın.
İlk kitabındaki öykülerinin kurgusunda okuyucuyu irkilten, kimi kez şok etkisi yaratan sahneler vardı. Kendisini bir kıza beğendirmeye çalışan öykü kişisinin öykünün sonunda enseste yöneldiğini ve kendi kardeşine kötülük yapmaktan çekinmediğini okuduğunuzda öykünün daha derine saplandığını, gerçeğin acıtıcılığından korkmadan açtığı “yara”yı deştiğini duyumsayabiliyoruz. Gerçeğin yarasını deşme üzerine kurgulanan başka öyküler de okuyoruz ilk kitapta; böylece “Yara” öyküsünün yanına kitaba adını veren öyküyü, “Saliha”yı, “Mahalle”yi ekleyebiliyoruz. Katı, acımasız görünen bu öykü sahneleri, aslında toplumsal yapının geldiği çözülmenin, çürümenin insanın iç dünyasına yansımasını taşıyor öyküye. Katı, acımasız sahneleri alaysamasıyla, argosuyla dengelediğini de unutmadan söylemeliyim.
Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler’deki öykülerde öykü kişilerini canlı kılmayı başarıyor Deniz Poyraz. Onları derinlikli birer karakter olarak çiziyor. Ekonomik ve sosyal yönleriyle iç dünyalarını çok işlevsel ayrıntılarla buluşturuyor. Anlatımın ritmiyle, konuşma örgüsüyle birleşince karakterler akılda kalıcı oluyor. Alt başlığı “bir tespih meselesi” olan “Kâşif” öyküsünde Ata, bir yandan işsizliğiyle, bir yandan ailesine ait işyerine çağrılmasıyla uğraşırken, bir yandan da suça bulamış mahalle kabadayılarının istekleriyle kısılıp kalacak, tespihi kaybetmenin korkusu onu tespihlerin ardı sıra sürükleyecektir. Bir yandan toplum içindeki konumlanışını, bir yandan da korkusuyla boğuşmasını izleriz Ata’nın. Korkunun saplantıya dönüşmesini ince alayla dengeler yazar, bir toplumsal görünümün içine yerleştirir. Öykü kişisini canlı, akılda kalıcı bir karaktere dönüştürür.
Öykü kişilerinin çoğu kez eksikli kişiler olduğunu ya da eksik yaşanan hayatları olduğunu görüyoruz. Çoğunluk bu eksikli yanlarını gizlemeye çalışırken yakalayıveririz onları. Kitaba adını veren öyküdeki baba, “Yara”daki abi, “Saliha”daki anne, bir bacağı noksan olan baba ve diğerleri… Gizleyemezler, buna karşın erkekliklerini kullanırlar ya da kadınlıklarını. Elbette, öykülerde farklı yönelişleriyle ve sıkça kullanılan cinsellik, pek çok yönüyle bu eksikliklerin gizlendiği ya da sorgulandığı yer olarak çıkar karşımıza.
Bir yanda iş arayan işsizleri, mahalle delikanlılarını, serserileri, diğer yanda sevmeseler de yapmak zorunda oldukları işleri olanları okuyoruz öykülerde. Mahalle kahveleri, o kahvelerin müdavimleri, futbola düşkün erkekler, ezilmiş kadınlar… Bir diğer yanda ise haksız yere tazminatsız işten çıkarılanlar, sevdiklerini aç açıkta bırakmamak için kötü yola düşenler var. Giderek bozulan, iç burkan insan ilişkileri, iletişim kurmakta zorlanan insanlar, çürüyen toplum… Bütün bunların sosyal yapıda ve insanların iç dünyalarında açtığı yaralar… Öykü kişilerinin iç dünyalarına ne kadar yönelirse yönelsin toplumsalcı bakıştan hiç uzaklaşmıyor, o bakışı öyküsünün atmosferine katmayı hiç boşlamıyor Deniz Poyraz.
Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler’de kurduğu öykü evrenini ikinci kitabı Hayat Unutana Kalır’da da sürdürüyor yazar. Dil ve anlatımını, öykü kişilerini işlemeyi, bazı ayrıntılarda değiştirerek, derinleştirerek geliştiriyor. İlk kitapta biraz daha günümüze yakın zamanlar anlatılırken ikinci kitapta bir iki adım geriye, iki binli yılların başına gidildiğini görüyoruz. Sosyal yaşamda, ailede, sınıfsal yapıda bugüne yansıyan olumsuz değişimlerin toplumda hız almaya başladığı yıllardır o yıllar. Aslında ilk kitapta da o yıllara giden bir öykü var; “Milenyum’a Girince Uyandı Babaannem” İlk kitabındaki bu öykünün zamanına gidiyoruz Dünya Unutana Kalır’da.
Dört uzun öyküden oluşuyor Deniz Poyraz’ın ikinci öyküler toplamı Dünya Unutana Kalır. Aslında uzun öykü formu pek de yabancısı değil yazarın. İlk kitabındaki “Pul Biber Yangını” ve “Kâşif” adlı öyküleri yirmi sayfayı aşan öyküler. İkinci kitaptaki öykülerse kendi içinde bölümlere ayrılmış, uzun zamanlara yayılan, katmanlı, etkinin dağılmasına izin vermeyecek ölçüde olay dizisinin çerçevesini, mekânlarını, öykü kişileri kadrosunu geniş tutan öyküler.

Dünya Unutana Kalır’da Deniz Poyraz ilk kitabındaki keskin gözlem gücünü, gerçekçi bakışını, toplumsal olanla iç dünyaları başarılı biçimde harmanlamayı sürdürüyor. Buna karşın ilk kitaptaki insanı irkilten, keskin, şok etkisi yaratan sahneleri biraz daha törpülediğini, belli bir dengeye yerleştirdiğini söyleyebiliriz. Etkileyici, tedirgin eden, sert vuruşlarla ‘yara’yı derinleştiren kurgularını, etkisini ve ritmini kaybetmeyecek şekilde genişlettiğini, vuruşlarının etkisini yaydığını düşünüyorum. İlk kitaptaki “Yara” ve “Saliha” öykülerindeki sert vuruşlar yerini ikinci kitapta, örneğin “İstila” öyküsünde, geniş vuruşlara bırakıyor. Üstelik kurgusal yapıdaki etkileyiciliğini koruyarak. İlk kitabın öykülerindeki anlık şoklar, tedirginlikler, öfke yoğunlukları, ikinci kitabın öykülerinde dalga dalga büyüyen ve bütüne ulaşıldığında tedirginliği belki de daha kalıcı olan, öfkeden çok tedirginliği arttıran, düşündürücü, sorgulayıcı bir yapıya ulaşıyor. Örneğin, “Nasip’in Günahı” adlı öyküde küçük vuruşlar bir araya gelecek, asıl büyük tedirginlik, şok, öykünün bütününde oluşacaktır. (Öykü, illaki nakavtla değil, sayıyla da kazanabilir maçı!)
Kitaptaki dört öykü de çok güzel betimlemelerle açılıyor. Böylesi çevre, mekân, atmosfer betimlemelerine, hele hele öyküye değer katan, işlevsel betimlemelere pek sıklıkla rastlanmıyor artık. Bunu mutlaka belirtmek istedim. Deniz Poyraz, sözcüklerle resmini çiziyor anlattığı kendi coğrafyasının. Dilini, sözcüklerini, anlatısını betimlemeleriyle bileyliyor. İki güzel örnek:
“Nisan, yeşiliyle geldi kente. Çiçekleri saklayan yumrular belirginleşti, patlamak için mayısı beklemeye durdu. Güneş güvençle parladı gökte. Caddedeki koca çınarların iri yaprakları yeşil bir perde gibi örttü dükkânların üstünü. Otlar kaldırım taşlarının arasından sıyrıldı. Balkonlardaki saksıların arasında erkenci arılar vızıldamaya başladı.” (“İstila”, s. 21)
“Hazirandı. Güneş tepedeydi. Boylu boyunca uzanan tarlalar, ayçiçeği desenli halı gibi örtüyordu toprağı. Meralar çiçeklenmiş, yabani otlar boy yarıştırmaya başlamıştı yol kenarlarında. Ovanın bitiminde bir fabrikanın bacası tütüyor, simsiyah dumanı göğe yükselip sonsuz mavilikte eriyordu. Bir küme bulut, güneşi kirletmeden geçiverdi üstümüzden.” (“Nasip’in Günahı”, s. 79)
Kitabın ilk öyküsü olan “İstila” bin yılın sonundaki büyük depremin ardından iki binli yılların hemen başında yaşanan ekonomik krizle açılıyor. Anayasa kitapçığının fırlatılmasıyla başlayan anlaşmazlığın su yüzüne çıkardığı krizle birlikte borsa düşüyor, “döviz kanat takıp uçuyor”. Bugüne pek de yabancı değil o kriz ortamı. İşi bozulan esnaflar kepenk indirmeye başlıyorlar. Sabri de işleri bozulan esnaflardan biridir. Tuhafiye dükkânı vardır. Oğlu Mesut öğrencidir. Eşi Sevgi, aileyi ayakta tutmak için, kocasını işe döndürmek için çabalar. Sabri borç harç dükkânını sürdürmeye çalışacaktır. Bu arada içkiye vuracaktır kendini. Sonra bir gün askerlik arkadaşı İlhan çıkagelir. Askerden sonra da aynı yol inşaatında çalışmışlardır. İlhan tam de değişmeye başlayan, insanların dini duyguları üzerinden kazanç sağlayan, dini araç olarak kullanan cemaate girmiş ve çevresini genişleterek zengin olmuştur. Şimdi o bölgede iş yapması için gönderilmiştir. Sabri’nin bütün borçlarını öder. Ona destek olur gibi görünecek ama giderek aileyi ele geçirecektir. Varlığıyla, zenginliğiyle Sabri’nin eşi Sevgi’yi de etkileyecek, ilişkiye girecektir. Kocasından bunalan Sevgi de karşı çıkmaz bu ilişkiye. Hatta öykünün sonunda İlhan evden ayrılırken, Sevgi, kendisini de götürmesi için yalvaracaktır. İlhan kadını tersler, hakaretler yağdırır çocuğuna, kocasına. Tam da seçim yapıldığı günlerde o küçük aile asıl büyük krizini yaşayacaktır. Öykü o dönemde yaşanan sosyal ve siyasal dönüşümleri, dini duyguları sömüren cemaat-ticaret-siyaset üçgeninin küçük bir aileyi ele geçirmesinden yola çıkarak kasabaları, kentleri, ülkeyi istila edişini arka fon olarak yerleştiriyor ve toplumsal yapıyı gözümüzün önüne seriyor. Bu fonun önünde, dönüşen toplumsal yapının içinde insanların trajik durumlarını, iç dünyalarındaki çöküşü, dağılışı anlatıyor. Toplumcu bakışını çok dengeli biçimde kullanan iyi bir öykü çıkıyor karşımıza.
“Zeliş” öyküsü ilk gençlikte hem cinse duyulan ilgiye odaklanıyor. Kendi kadınlığını yeni yeni tanıyan bir genç kızın, halasının kızı Zeliş’le kurduğu duygusal bağı, ilişkilerini okuyoruz öyküde. Arka fonda ise gene aynı dönem var. Genç kızın babası oradan oraya sürülen bir memurdur. Genç kız ne zaman fırsat bulsa soluğu Zeliş’in yanında almak ister. Ders çalıştırmak bahanesiyle izin alıp halasının yanına, Zeliş’e gider. Zeliş’in genç kızlık hayalleri ise başkadır ve öyküyü anlatan genç kızı bir sürpriz beklemektedir. Bütün sevgisini yerle bir eden bir hayal kırıklığıyla bitecektir öykü.
“Nasip’in Günahı” bir şakanın sonunda din değiştiren Nasip’in ve yazları köye, tek başına yaşayan dedesine gelen, babasız büyüyen Umut’un öyküsüdür. Umut’un babasının başına gelenleri dedenin hasta yatağında anlattıklarından öğreniriz öykünün sonunda. (Anlatılanları öyküye bırakalım, iyi okurun merakını incitmeyelim!) Umut aynı zamanda Nasip’in ablası Nazlı’ya tutkundur. Umut’un köydeki arkadaşları Nasip ve Nazlı’dır. Hep onlarla zaman geçirir. Arka fonda ise çiftçilerin, köy yaşamının sorunları yerini alacaktır. Özellikle gene aynı toplumsal dönüşümü görürüz. Dini duyguları kullanan yeni toplumsal zümre köyde çiftçilerin yaşamını huzursuz etmektedir. Koca fabrikatörler tarlaları almak için bir çuval para teklif etmektedirler. Köylülerin bir kısmı direnir, tarlalarını satmak istemez. Nasip’in babası da muhalif olanların arasındadır, sert sözlerle karşı çıkmaktadır yapılanlara. Nasip’in isteğiyle bir gün köyün hemen dışındaki yıkık dökük kiliseye giderler, Nazlı da aralarına katılmıştır. Nasip mum yakıp dua edecek, dilek dileyecektir. (O son vuruşu öyküye bırakalım.) “Nasip’in Günahı” gerek anlatımıyla, gerek çocuk karakterlerinin işlenişiyle, gerekse arka planındaki toplumcu bakışıyla güzel bir öykü.
“Canavarın Günü”nde anlatıcı çocuk kahramanımız haberlerde duyduğu canavarı aramaktadır çevresinde. Gene iki binli yılların başında Trakya’da küçük bir kasabadayız. Aslında o günleri yaşayanlar bir tek canavarın değil, birden fazla canavarın olduğunu hatırlayacaklardır. Deniz Poyraz da gerek haberlerle, gerek öykünün içine yerleştirdiği küçük alıntılarla, gerekse gündelik yaşamın içine sızan dertlerle o canavarları sezdirir öyküsünde. Enflasyon canavarından siyaset canavarına, Van gölü canavarından at yarışları canavarına, “Hayata Dönüş Operasyonu” yapan adalet canavarına… O dönemde yaşanan sosyal siyasal gelişmelerin öykünün fonunda ağırlıkla yer aldığını görüyoruz. Toplumsal çözülmeyi de, hemen bir adım sonrasında bugünlere bağlanan dönüşümleri de beraberinde getirecektir öykünün fonunda okuduklarımız. Çocuk anlatıcımızın canavarı aramasıyla, çevresine canavarı sormasıyla karşımıza bir mahalle görünümü çıkacaktır. Toplumun tipik bir yansımasıdır o mahalle ve mahallenin mekânları, özellikle kahvehanesi. Sorgulamaya oradan başlamamızı (kendi mahallemizden de, elbette) ister gibidir yazar.
İlk öykü “İstila” o anlatıcıyla oluşturulmuş, diğer üç öyküde ise ben anlatıcı seçilmiş. Ben anlatıcıların üçü de 12-18 yaş dolaylarındaki çocuklar. “İstila”da o anlatıcı kullanılmasına karşın öykünün önemli karakterlerinden biri olan Mesut, aynı yaş aralığındadır, ailenin tek çocuğudur. Anlatıcısı o yaşlardaki çocuklar olan öykülerde de anlatıcının dışında gene aynı yaş aralıklarında başka öykü kahramanlarını okuruz. Hatta iki öyküde, anlatıcı çocuğun anlattığı diğer çocuklar öyküye adlarını vereceklerdir; “Zeliş”te Zeliha ve “Nasip’in Günahı”nda Nasip anlatıcı çocukların anlattığı diğer öykü kahramanı çocuklardır. “Canavarın Günü”nde de çocuk anlatıcı yaşıtı mahalle arkadaşlarını öyküye taşıyacaktır. İlk gençliklerinin dünyasıyla öyküyü çerçeveleyecekler, yaşananları kendi gözlerinden aktaracaklardır.
O yaş aralığındaki çocukların dünyasını çevreleriyle, ilişkileriyle, iletişim biçimleriyle, bedenlerini tanımalarıyla, iç dünyalarında yaşanan kırgınlıklarıyla, kırıklıklarıyla, eksiklikleriyle başarılı şekilde yansıtıyor Deniz Poyraz. Ayrıca o yaş aralığını, anlatıcı ya da diğer öykü kahramanları olsun, hepsini çok sevecen bir bakışla çiziyor. Eksiklerini, hatalarını da anlatıyor ama sevecenliği, koruyuculuğu elden bırakmıyor. Sevecenliğini koruyamadığı tek çocuk öykü kişisi “İstila”da Mesut’un arkadaşı Furkan oluyor. O cemaate bağlı dinsel dönüşümün göstergesi olan ailenin, çocuğu nasıl biçimlendirdiğine ilişkin bir göstergeye dönüşüyor Furkan. Öykülerin bütününde toplumsal yapıyı, dönüşümleri, büyüklerin acımasız dünyasını getiriyor karşımıza, çocuk anlatıcıların gözlemciliğini kullanarak.
Anlatıcı çocuklar gelecekten kaygılılar. Diğer öykü kişilerinin ise yorgunlukları eylemsizliklerine yansıyor. “İstila”da kendisini içkiye vuran Sabri, yuvasının dışında çıkış arayan anne… “Zeliş”te memuriyette oradan oraya sürülen baba, evinde eski şarkılarla avunan hala… “Nasip’in Günahı”nda oğlunun acısını unutamayan dede… “Canavarın Günü”nde at yarışlarına saplanıp kalan, her şeyini atlara yatıran baba ve elbette Münir’in kahvesinin müdavimleri… Çocuklardaki gelecek korkusunun, büyüklerde geçmişin yorgunluğuna denk gelmesi mutsuz, heyecansız bir toplum çerçevesi oluşturuyor. Bu çerçevenin dışında kalıp eyleme geçenlerse, gelecek için o yorgun insanların inançlarını sömüren, cemaat-ticaret ilişkisini etkinleştiren kişiler olarak giriyorlar öykülere. Öykü sonlarını kötü sürprizlere taşıyor yazar, dört öyküde de böyle. Öykü kişilerini kırgınlıklarıyla, kırıklıklarıyla, yorgunluklarıyla yaşamın kıyısına kadar getiriyor. Elbette, toplumsal nedenlerini de sorgulayarak yapıyor bunu. Buna karşın çocukların anlatımında, sevecenliğinde, incelikli alaysamasında içten içe umudu barındıran bir söyleyişi de duyumsuyorsunuz.
Yalın, içtenlikli bir anlatımı var Deniz Poyraz’ın. Argoyu ilk kitabına göre daha ölçülü kullandığını söylemiştim. Alaysamalı anlatımını da ilk kitabına göre daha incelikli, derinlikli bir biçime dönüştürüyor. Öykülerin konuşma örgüleri sadelikle, başarıyla kuruluyor. Görüntüsel bir yapı oluşturuyor yazar, anlattıklarını bir film karesinde ya da dramatik yapıda canlandırabiliyorsunuz. Karakterlerinin derinlikli çizilmesi canlılığını sağlıyor. (Ne yalan söylemeli, ben Deniz Poyraz’ın dramatik yazında da başarılı olabileceğini, iyi oyunlar ya da senaryolar da yazabileceğini düşünüyorum, dener mi ya da denemiş mi, bilemiyorum.)
Anlatımının ritmi hiç aksamıyor. Betimlemelerle oluşturduğu resimler de ritmi düşürmüyor. Öykü atmosferinin oluşturulmasında, yazarın coğrafyasının çizilmesinde, zamanın belirlenmesinde betimlemeler ayrı bir değer kazanıyor. Ayrıntıların zenginliğini ve işlevsel biçimde kullanıldığını söyleyebiliriz. İlk öyküde Mesut’un öykü sonunda içtiği sigaranın işlevselliği gibi ya da Nasip’e hediye edilen haçın öyküye katkısı gibi birçok örnek sıralanabilir.
Deniz Poyraz, Dünya Unutana Kalır’daki öyküleriyle ilk kitabını bütünlüyor, toplumsal bakışı da önemseyen bir öykü evreni oluşturuyor, kendi ‘coğrafya’sını kuruyor.
Sahaftan: “Köpeğin Biri”
1964 yılında yayımlanmış Necdet Ökmen’in Köpeğin Biri adlı öykü kitabı. Necdet Ökmen ismini edebiyat dergisi meraklıları hatırlayacaktır; aylık yazın dergisi Somut’u çıkarmıştı 26 sayı (1979-1981). Dönemin etkili dergilerinden biriydi Somut. Samim Kocagöz, Muzaffer Buyrukçu, Tomris Uyar, Sait Maden, Mehmet H. Doğan gibi dönemin önemli yazar ve şairlerinin yer aldığı toplumsal bakış açısı olan bir dergiydi.
1926 yılında doğan Necdet Ökmen, hukuk fakültesini bitirdikten sonra avukatlık yapar. Bir dönem CHP milletvekilliği yapacaktır. İlk öyküsü olan “Merhametli Bir Kadın”la New York Herald Tribune gazetesinin açtığı 1950 yılı Dünya Öykü Yarışmasında Türkiye birinciliğini kazanır. Bu öykü aynı zamanda dünya dillerinde yayımlanan öykü antolojilerine alınır. 50’li yıllarda öykülerini yayımlamayı sürdürür. Az yazdığını söylemek gerekiyor. 1964’te yayımlanan ilk kitabı Köpeğin Biri’nin ardından ikinci öykü kitabı Sen Kimbilir Ne Kadar Güzel Ölürsün 1992’de yayımlanacaktır.
1995 yılında yaşamını yitirir.

Köpeğin Biri’nin ikinci baskısı Somut Yayınları arasında çıkmış. 50 Kuşağının öykü anlayışından çok, toplumcu bakış açısı öne çıkıyor kitapta. Olgunlaşmış dil anlayışıyla, konulara farklı açılardan yaklaşımıyla, bireyin dünyasını öne almasıyla, bireyin kusurlarını yok saymayan toplumsal ironisiyle oluşturuyor öykücülüğünü.
Ödül alan öyküsü “Merhametli Bir Kadın” kentli bir kadınının fakir bir çocuğa yardım etmesinin öyküsüdür. Yardım için ona çorba verir, giysiler verir, böylece vicdanını rahatlatacaktır. Öykünün sonuna kadar kadının merhametini sorgulatır Necdet Ökmen, oysa öykünün sonunda sorgulama değişik bir açı kazanacaktır. “Köpeğin Biri” öyküsü toplumsal ironi bakımından güzel bir öykü. Mahallenin zengininin köpeği yoldan geçen bütün fakirlere, kundura boyacılarına, seyyar satıcılara havlamakta, bazılarını ısırmaktadır. Oysa sokaktan geçen zenginse, tüccarsa, hanımefendiyse kuyruğunu kıstırıp kulaklarını düşürmektedir. “Tespih” öyküsü kitabın içinde yergisiyle, gözlemiyle, eleştirisiyle en vurucu öykülerden biri. Genel Müdür kendisine dert anlatmaya gelen bir memurunu dinlerken tespihini çekmektedir. Otuzüçlük tespihini çekerken saymaya başlar, tespih otuz iki çıkar… Genel Müdür ne yapacağını şaşırır, memur derdini anlatırken o tekrar tekrar tespihini saymakla meşguldür, bazen otuz üç bulur, bazen otuz iki… Sonunda memura da saydırır tespihi.
İkinci kitabı Sen Kimbilir Ne Kadar Güzel Ölürsün’de toplumsal yergisi ağırlık kazanan öykülere yöneliyor. Daha doğrusu o kitabı iki bölümde düşünecek olursak, ilk bölümünde özellikle siyasilerden söz eden yergisel, yer yer mizaha yaslanan öyküler yer alıyor. Kitabın ikinci yarısında ise önceki öykü anlayışına yakın, trajikomik olanı öyküleştirdiği öyküler var. İkinci kitabın bütün öyküleri ölüm üzerinde birleşiyor, ölüm hepsinin odak noktası.
Gözlem gücü, yalın anlatımı, ironisiyle, bakış açısıyla okuyucuda etki bırakan, kalıcılığı olan öyküler yazmış Necdet Ökmen. İki öykü kitabı var, ne yazık ki. İnsan, böylesi bir öykücünün bu kadar az yazmasına üzülmeden edemiyor.
Kadir Yüksel