J. L. Carr’ın “Taşrada Bir Ay” adlı romanı Jaguar Kitap tarafından yayımlandı. Kitabı, çevirmeni Umay Öze ile konuştuk.

“Taşrada Bir Ay”ı çevirmeye nasıl karar verdiniz?

Jaguar Kitap, Şişkin’in Mektupların Romanı kitabıyla tanıştığım, sonra da iki, üç derken kendimi hemen tüm kitaplarını peş peşe okurken bulduğum bir yayınevi. Birkaç günlüğüne İstanbul’da olduğum dönemde, yayınevinin ofisini aradım ve bodoslamadan, “mutlu azınlıktan” bir okur ve aynı zamanda bir çevirmen olarak, doğrusu, belli bir kitabın değil ama, Jaguar’ın yayımlayacağı bir kitabın çevirmeni olmak istediğimi söyledim. Ofise davet ettiler, gittim ve daha çok genel anlamıyla edebiyat ve okurluk üzerine sohbet ettik. Sonraki görüşmemizde, A Month in the Country’yi önerdi yayınevi. Çevirmeyi düşünürsem birkaç sayfalık bir deneme çevirisi gönderecektim, sonrasına bakacaktık. Ankara’ya dönüş yolunda, trende –hikâyenin trenin istasyona varışıyla başlaması da hayatın bana kıyağı diyelim!– okumaya başladım kitabı; belki onuncu sayfasına gelmeden kendi payıma kararımı vermiştim.

Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?

2008’den beri kitap çevirmeniyim; bu söyleşi dolayısıyla dönüp baktığımda, sekiz farklı mahlasla, kurmaca, kurmaca-dışı, epey kitap çevirmişim. Fakat dalgacı hayat ilk dört beş yıl önüme ha babam Marksist kuram kitapları yığdı, ben de her nasılsa, çevirmem, çeviremem demedim ve –o dönemler– bir Bakuninist olarak Marksist babamdan çok hatmettim Marx’ı. Fakat hayat aynı hayat; değil mi ki Bakunin Das Kapital’i Rusçaya çevirmeye yelteniyor ama sonra vazgeçiyor, ben de bir noktada dümeni kırdım.

Büsbütün sevmediğim bir kitabın çevirisini üstlendiğim olmadı işin açığı, ama ben de, çevremdeki hemen herkes gibi, Ankaralı olmanın getirdiği müdavimlik illetine yeniyetmelikten yakalanmışım bir kere; hem boyuna sıkılırım hem de korkunç bir tutarlılıkla bütün bir ömrü bir günü yaşar gibi yaşayabilirim. Eh, çalıştığım yayınevleri de çevirilerden memnun olunca, çevirmenliği de her akşam aynı barda aynı insanlarla bira içmek gibi monotonlaştırmam zor olmadı. Sonra hayatın kendisi müdahale etti, ben de ona ayak uydurdum. Son birkaç yıldır sadece kurmaca çeviriyorum.

Çalışma rutinine gelince, öncelikle şu var: Sigaram olmadan asla. Bir de, madem siz yazarlara sorulan bir soru sordunuz, ben de Murakami’yi anarak ekleyeyim. O gececiler ve sabahçılar olarak ayırıyor malum, ben gececilerdenim.

“Taşrada Bir Ay”ın çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Handiyse baştan sona keyifli ama esasen uzun sayılabilecek bir süreç oldu. Öyle ki şüphesiz araya başka kitaplar ve tabii gündeliğin hayhuyu da girdi ama daha çok kendi müşkülpesentliğimden, ham çeviriyi yayınevine teslim etmem on aydan uzun sürdü. Yayıma hazırlık sürecinde de sık sık orijinal metin ve Türkçesi üzerine tartıştık tabii. Böyle bakınca iki yıla yakın bir süreden bahsedilebilir ve editör ve yayıncı adına bir şey diyemem ama, kendi adıma bütün bu süre boyunca, has edebiyatın sunduğu ne varsa, içesine tadını çıkardığımı söyleyebilirim.

Öte yandan, zorluktan ziyade, çevirmen olarak her an teyakkuzda olmak zorunda olduğumu henüz orijinal metni ilk kez okurken fark ettiğim iki nokta vardı: ilki muzip anlatıcı karakterin hem fazlasıyla berrak hem de bir o kadar karışık olabilen zihniydi, ikincisiyse atmosfer. Neyi ne kadar kotarabildiğim her zaman tartışmaya açık kuşkusuz.

Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı J. L. Carr? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?

Okuduğum bir yazar değildi, bu kitap sayesinde tanıştım.

J. L. Carr orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?

Okuru metnine ya da zihnine yahut her ikisine birden öyle kolayına buyur etmeyen bir yazar, bana kalırsa Carr; esasen önüne taş koymuyor, ama sınıyor, o beylik lafla, okurluğun hakkını vermesini bekliyor okurdan. Çok güçlü bir yazar ve zihni, deyim yerindeyse zıpır çocuklar gibi, yerinde durmuyor. Taşrada Bir Ay’da örneğin,Londra’dan kısa süreli bir iş için taşraya giden bir savaş gazisinin hikâyesini anlatıyor ve bunu anlaşılması güç bir anlatımla değil, aksine sakin, duru bir üslupla, tane tane anlatarak ve deyim yerindeyse tatlı dille yapıyor. Fakat aynı zamanda yığınla konuyu, hissi, düşünceyi, her an ayık olmayan, dalgın bir okurun kolayca es geçebileceği kadar da rahat bir şekilde, alelade bir şey yapıyormuş gibi ele alıyor. Zira hem bilgi yoğun hem de duygu yoğun bir hikâye anlatılan; okur kendini ona ne kadar verirse, özünde metin o kadar derinleşiyor. Sözgelimi, papazın anlatıcı karaktere harici tuvaletle ilgili bilmesi gerekenleri aktardığı kısımda, Keating’s diye bir markanın adı geçiyor; bu, 1. Dünya Savaşı’nda İngiliz askerlere haşeratla, özellikle de bitle mücadelede kullanmaları için gönderilmiş böcek ilacının üreticisinin adı. Çeviri esnasında, yazarın böcek ilacı demek yerine özellikle bu markanın adını anmasında bir bit yeniği olduğunu haliyle fark ettim ve nihayetinde, 1. Dünya Savaşı’yla ilgili anekdotu çevrimiçi bir forumda buldum. Biz bunu çevirenin notu olarak kitaba düşerek yazarı Türkçe okuyan okurun bu bilgi özelinde yükünü hafifletmiş olduk, çünkü söz konusu bilgiye erişmek için sadece araştırma yapmak –ki inanın, benim epey iyi araştırma yapmam gerekti– yetmeyecekti, metnin Türkçesini okuyan her okurdan da İngilizce bilmesini beklememek gerekiyor malum. Fakat orijinal metin okurdan bu bilgiye sahip olmasını, sahip değilse, araştırıp öğrenmesini bekliyor; karşılığındaysa, kitabın anlatıcı karakterinin kısa süre önce cephede bitlerinden kurtulmak için başına serpmesi buyrulmuş ilacı şimdi taşrada dışkısının üzerine serpmesinin salık verildiği bilgisiyle ödüllendiriyor onu. (Gayet makul bir teklif, bana kalırsa.) Böylece savaşın anlatıcı karakter üzerinde bıraktığı hasardan, izlerden insanı nasıl acınası ve aynı zamanda absürt hallere sürükleyebildiğine kadar onca hali, hissi, adına ne derseniz, tek bir sözcükle veriyor yazar ve bunların ne kadarını, nasıl anlayacağını okura bırakıyor. Aynı durum sayısız mimari unsur için de başta Housman, onca yazar, şairin eseri ve hatta hayat hikâyesi için de geçerli.

Dahası, Ben-anlatıcının verdiği olanaklarla da elbet, okuru bir yandan usul usul akıp giden saatler, günler (sayfalar) boyunca bir kilisenin tavan arasında bütün gün çalışmaya, öğlen vakti mezarlıkta bir ağacın gölgesinde, bir mezar taşının üstünde kestirmeye özendirebiliyor pekâlâ. Ya da her fırsatta soba üzerine, duvar saati üzerine uzun uzun sohbet edebiliyor okurla; hakeza aynı tutkuyla lazulitten, Boticelli’den, emprezaryodan dem vurabiliyor bir anda. Savaşın, her an ölebileceğini bilmenin ve öldürmenin de “yirmi yaşında ve âşık olmanın, daha bile iyisi, gizliden gizliye âşık olmanın” da insana yaşatabileceği, hissettirebileceği sayısız halin içinde bırakabiliyor okuru. Ama yukarıda da dediğim gibi, usul usul ve fakat sürgit derinleşen bir hikâye anlatırken bile, sen bir okur olarak kıyıda ayaklarını ıslatmakla yetinsen, hatta, “Sen ne anlatıyorsun be adam!” desen, sadece bıyık altından gülecek gibi. Ki gülmenin, özellikle de “ağlanacak halimize gülmenin” de hakkını veriyor hani. Dalgacı, muzip bir yazar. Penelope Fitzgerald’ın kitabın sunuş yazısında verdiği dönemin “edebiyat kulisi” bilgilerinden, gündelik hayatında da böyle biri olduğu anlaşılıyor.

Son olarak; onca his, motif, içe bakış, dünyayı ve hayatı yorumlayış, türlü türlü insan, türlü türlü dünya hali… hepsini sakin usul yan yana, iç içe koyan bir yazar ve asla savurgan değil. Sözcük sayısını bilen ve tek sözcüğün dahi atılmasına karşı çıkan Hemingway’in öyküleri, romanları gibi, Carr’ınkilerde de gereksiz sözcük bulmak zor.

Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?

Bay Birkin’in papazın evinin önündeki hali… Orijinal metni ilk okuduğumda da Türkçesini matbu haliyle elime alıp okuduğumda da ama hele çeviri esnasında, âdeta orada olduğumu, o ânı, onca duygusal ve düşünsel karmaşayı düpedüz bizzat yaşıyormuşum gibi hissettiğimi söyleyebilirim. Sahi, “insan bir evin boş olduğunu nasıl anlar?”