Saul Bellow’un 12 Aralık 1976’ta yaptığı Nobel Konuşması’nı Rukiye Yıldız çevirdi.

Saul Bellow (1976)

Kırk yıldan daha uzun zaman önce çok aykırı bir üniversite öğrencisiydim. Bir derse kaydolduktan sonra başka bir alanda okumalar yapmayı alışkanlık haline getirmiştim. Öyle ki “Para ve Bankacılık” dersi için ineklemem gerekirken Joseph Conrad’ın romanlarını okuyordum. Bundan pişman olmak için hiç nedenim olmadı. Muhtemelen Conrad bir Amerikalı gibi olduğu için bana hitap etmişti. Egzotik denizlere yelken açan, Fransızca konuşup İngilizce yazan, sıra dışı güce ve güzelliğe sahip, evinden ayrılmış bir Polonyalıydı. Bana, Chicago’nun göçmen mahallelerinden birinde büyümüş göçmen bir ailenin çocuğu olan bana, İngiliz deniz kaptanı olan, Marsilya yolunu bilen ve Doğu’ya özgü bir İngilizceyle yazan bir Slav’dan daha doğal ne gelebilirdi? Ama Conrad’ın hayatında biraz tuhaflık vardı. Temaları basitti: sadakat, komuta, denizin gelenekleri, hiyerarşi ve tayfuna yakalanınca uyulması gereken ince kurallar. Bu ince kuralların gücüne ve sanatına inandı. Ölüm Seferi[1] isimli kitabının önsözünde sanatla ilgili düşüncelerini belirtmiştir. Orada, sanatın görünen evrene en yüksek adaleti uygulama teşebbüsü olduğunu söylemiştir; sanatın evrende, maddede olduğu kadar yaşamın gerçeklerinde de temel, kalıcı ve gerekli olanı bulmaya çalıştığını. Yazarların asli olanı elde etme yöntemi, düşünürlerin ve bilim insanlarının yöntemlerinden farklıdır. Conrad, onların dünyayı sistematik bir incelemeyle bildiğini söyler. Elindeki tek sanatçı olan kendisiyle başlayarak kendi içine ve oradaki ıssız bölgelere indi. Orada “kime sesleneceğini” buldu. Conrad kimlere seslendiğini şöyle ifade eder: “sonradan kazanılmayan… Tanrı vergisi olan daha kalıcı yanımıza, sevinme ve şaşırma yeteneğimize, acıma ve acı duygumuza, içimizde saklı duran, tüm dünyayla kardeşlik duygumuza, sayısız insan yüreğini birbirine bağlayan… tüm insanlığı birbirine, ölüleri canlılara canlıları doğacaklara bağlayan dayanışma duygusuna.”

Bu hararetli açıklama seksen yıl önce yazıldı ve bunu çağdaş bir şüphecilikle ele almak isteyebiliriz. Okurların Ernest Hemingway gibi yazarlar tarafından reddedilen ve “yenilmez inanç” veya “insanlık” gibi soylu veya soylu gibi görünen kelimelerden oluşan uzun listeleri bilen bir kuşaktan geliyorum. Hemingway, Woodrow Wilson ve büyük sözleri siperleri döşeyen genç adamların donmuş cesetleriyle ölçülmek zorunda olan diğer yiğit devlet adamlarından ilham alarak Birinci Dünya Savaşı’nda savaşan askerler adına konuştu. Hemingway’in genç okurları, 20. yüzyılın dehşetinin ölümcül radyasyonlarıyla hümanistik inançları zayıflatıp öldürdüğüne ikna oldu. Kendi kendime, işte bu yüzden, Conrad’ın söyleminde ısrar edilmesi gerektiğini söyledim. Conrad’ın yanılmış olabileceğini hiç düşünmedim. Benimle doğrudan konuştu. Görünen tek duygu zayıflıktı; kendi zayıflığından başka bir şey hissetmedi. Fakat zayıflığını ve ayrılığını kabul edip yalnızlığını yoğunlaştırarak kendi içine inince diğer tek başına kalmışlarla dayanışmasını keşfetti.

Şimdi Conrad’ın cümlelerine şüpheyle yaklaşma gereği hissetmiyorum. Ancak Conradyen romanların, bu türden tüm romanların, sonsuza dek yok olduğunu düşünen yazarlar var. Örneğin Fransız edebiyatının önde gelenlerinden ve “şeyciliğin” (choseisme) sözcülerinden biri olan M. Alain Robbe-Grillet var. “Büyük çağdaş eserlerde, Sartre’ın Bulantı’sında, Camus’nün Yabancı’sında ya da Kafka’nın Şato’sunda, karakter yoktur; bu tür kitaplarda bireyler değil, varlıklar bulursunuz.” diyor. “Karakter romanı tamamen geçmişe aittir. Bireyin zirvesine işaret eden bir dönemi tanımlar.” der. Robbe-Grillet bunun mutlaka bir gelişmeye işaret etmediğini itiraf eder. Ama gerçek bu. Bireyler silinip yok oldu. “Dünyanın kaderi, bizim için, bazı ailelerin bazı fertlerinin yükselişi ve düşüşü ile tanımlanmıyor artık.” Balzac’ın burjuvazisinin hüküm sürdüğü günlerde bir isim ve karakter sahibi olmanın önemli olduğunu; karakterin hayatta kalma ve bir şeyler başarma mücadelesinde bir silah olduğunu söyler. O zamanlar karakterin, “keşiflerin hem yollarını hem de sonunun geldiğini temsil ettiği bir evrende bir yüze sahip olmak bir şeydi.” Ancak bizim dünyamızın daha gösterişsiz olduğu sonucuna varır. Kişinin her şeye kadir olduğu düşüncesinden vazgeçilen bir dünya. Ama aynı zamanda daha iddialı bir dünya, “çünkü ötesine bakıyor. Özel ‘insan’ ekolü, daha az insan merkezli olan daha büyük bir bilince yol açtı.” Bununla birlikte bizi teselli ediyor; yeni bir yol ve yeni keşiflerin vaadi önümüzde duruyor.

Bu gibi konularda polemiğe girmeye niyetli değilim. Hepimiz “karakterlerden” yorulmanın ne olduğunu biliyoruz. İnsan tipleri sahte ve sıkıcı olmaya başladı. D.H. Lawrence bu yüzyılın başında biz insanların Püritenlik ile zarar gören içgüdülerimizi artık umursamadığımızı, fiziksel olarak birbirimizden tiksindiğimizi ortaya koydu. Duygudaş kalbin kırıldığını söyledi. “Birbirimizin burun deliğinde sıkışıp kaldık,” diyecek kadar ileri gitti. Ayrıca Avrupa’da klasiklerin gücü yüzyıllarca sürdü ve hatta her ülkenin Molière, Racine, Dickens veya Balzac’tan türeyen “tanımlanabilir kişilik”leri vardır. Korkunç bir durum. Belki de bu muhteşem Fransız sözüyle bağlantılıdır: “Sil y a un caractère, il est mauvais.” Bu,özgün olmayan insan ırkının tam da yeni şehirleri sıklıkla eskilerin enkazı üzerine inşa etmesi gibi, ihtiyacı olan şeyleri uygun kaynaklardan ödünç almaya meyilli olduğunu düşünmemizi sağlar. Ayrıca psikanalitik karakter anlayışı, onun çirkin, katı bir oluşum olduğunu, sevinçle kucaklayabileceğimiz bir şey değil, kendimizi teslim etmemiz gereken bir şey olduğunu da düşündürtür. Totaliter ideolojiler de bazen karakteri mülkiyetle özdeşleştirerek burjuva bireyciliğine saldırdı. M. Robbe-Grillet’in argümanında buna dair bir ima var. Kişilikten hoşlanmama, kötü maskeler ve sahte varlık politik sonuçlar doğurdu.

Ancak ben burada sanatçının öncelikleri sorusuyla ilgileniyorum. Sanatçının tarihi analiz, düşünce veya sistemlerle başlaması gerekli veya iyi midir? Proust, Yakalanan Zaman[2] kitabında genç ve zeki okurlar arasında yüksek analitik, ahlaki veya sosyolojik eğilime sahip eserlere yönelik artan bir tercihten bahseder. Onların kendilerine daha bilge görünen Bergotte (Kayıp Zamanın İzinde’deki[3] romancı) yazarlarını tercih ettiklerini söylüyor. “Ancak” diyor Proust, “sanat ürünleri mantık çerçevesinde yargılanmaya başladığı zaman hiçbir şey sabit ve kesin değildir. İnsan istediği her şeyi kanıtlayabilir.”

Robbe-Grillet’in mesajı yeni değildir. Burjuva insan merkezciliğimizden arınmamız ve gelişmiş kültürümüzün gerektirdiği şık şeyler yapmamız gerektiğini söyler. Karakter? “Elli yıllık hastalık, ciddi deneme yazarları tarafından defalarca imzalanan ölüm ilanları,” der Robbe-Grillet, “ancak hiçbir şey onu 19. yüzyılın koyduğu kaideden düşürmeyi başaramadı. Şimdi bir mumya, ama geleneksel eleştirinin saygı duyduğu değerler arasında hâlâ aynı sahte görkemle tahtta oturan bir mumya.”

Robbe-Grillet’in denemesinin başlığı On Several Obsolete Notions [Bazı Eskimiş Kavramlar Üzerine] idi. Ben şahsen eskimiş kavramlardan ve her tür mumyadan yoruldum; ancak hiçbir zaman usta romancıları okumaktan yorulmadım. Peki ya kitaplarındaki karakterler hakkında ne yapmalı? Karakteri araştırmaya son vermek gerekli midir? İçlerinde bu kadar canlı olan herhangi bir şey şimdi tamamen ölü olabilir mi? İnsanlık bir çıkmazda olabilir mi? Bireysellik gerçekten tarihsel ve kültürel şartlara bu kadar bağımlı mı? “Otoriter bir şekilde” verilen bu şartların hesabını kabul edebilir miyiz? Sorunun insanların içsel çıkarlarında değil, bu fikirlerde ve hesaplarda yattığını öne sürüyorum. Bunların bayatlığı ve yetersizliği bizi itiyor. Sorunun kaynağını bulmak için kendi kafamıza bakmalıyız.

Açıkçası, karakterin ölüm ilanının “çoğu denemeciler tarafından imzalanmış” olması yalnızca başka bir mumya grubunun, entelektüel topluluğun en saygı duyulan liderlerinin, yasaları koyduğu anlamına gelmektedir. Bu ciddi denemecilerin edebi türlerin ölüm ilanlarını imzalamalarına izin verilmesi beni güldürüyor. Sanat kültürü takip etmeli midir? Bir şeyler ters gitti.

Strateji onu uyarıyorsa, bir romancının “karakter”den vazgeçmemesi için hiçbir neden yoktur. Ancak bunu bireyin zirvesini belirleyen dönemin vb. sona erdiği teorik zeminde yapması mantıksızdır. Entelektüellerimizi patron yapmamalıyız. Sanatı yönetmelerine izin vererek onlara fayda sağlamıyoruz. Romanları okuduklarında kendi düşüncelerinin onayı dışında bir şey bulmayacaklar mı? Böyle oyunlar oynamak için mi dünyadayız?

Elizabeth Bowen, karakterlerin yazar tarafından yaratılmadığını söylemişti. Zaten varlar ve bulunmaları gerekiyor. Onları bulamazsak, iyi yansıtamazsak suç bizimdir. Ancak itiraf etmeliyiz ki onları bulmak kolay değil. İnsanların durumu muhtemelen hiç bu kadar zor tanımlanabilir olmamıştı. Evrensel tarihin erken bir döneminde olduğumuzu söyleyenler haklı olmalılar. Savurganca bu dünyaya saçılmışız ve yeni bilinç durumlarının ıstırabını yaşıyor gibiyiz. Amerika’da geçtiğimiz kırk yılda milyonlarca insan birçok durumda şüpheli bir nimet olan “yükseköğrenime” erişti. Altmışların karmaşasında ilk kez güncel öğretilerin, konseptlerin, hassaslıkların; psikolojik, pedagojik ve siyasi düşüncelerin yaygınlığının etkilerini hissettik.

Her yıl, Amerikalılara nasıl bir durumda olduklarını anlatan, zekice, basit fikirli, abartılı, korkunç ya da çılgın açıklamalar yapan çok sayıda kitap ve makale görüyoruz. Hepsi nasıl bir kriz içinde olduğumuzu gösterirken aynı zamanda bunun için ne yapmamız gerektiğini de söylüyor. Bu analistler reçetelendirdikleri bozukluk ve kafa karışıklığının ta kendisinin ürünüdürler. Onların aşırı ahlaki hassasiyetlerini, mükemmellik arzularını, toplumun kusurlarına toleranssız oluşlarını, taleplerinin dokunaklı, komik sınırsızlığını, anksiyetelerini, sinirliliklerini, hassaslıklarını, mülayimliklerini, iyiliklerini, sarsıcılıklarını, ilaç ve dokunma terapileri ile deneyimledikleri pervasızlıklarını bir yazar olarak değerlendiriyorum. Eski Cizvit Malachi Martin, Church [Kilise] isimli kitabında modern Amerikalıyı Michelangelo’nun The Captive heykeli ile karşılaştırır. Onda, bir blok maddeden “bütünü ortaya çıkarmak için bitmeyen bir mücadele” görür. Amerikalı “tutsak” mücadelesinde “kendi kendini tayin eden peygamberler, rahipler, yargıçlar ve ıstırabının hazırlayıcıları tarafından kendi hakkında yorumlar, nasihatler, uyarılar ve açıklamalarla esir düşmüştür.” diyor Martin.

Bu ıstıraba biraz daha bakalım. Özel yaşamda, düzensizlik veya paniğe yakın. Ailelerde –eşler, çocuklar, ebeveynler için– karmaşa; medeni davranışta, kişisel bağlılıkta, cinsel uygulamalarda (bütün listeyi sayıp dökmeyeceğim, duymaktan yorulduk) daha fazla karmaşa. Bu özel bozuklukla birlikte toplumun şaşkınlığına gider. Gazetelerde bilim kurguda bizi eğlendiren şeyleri okuyoruz – ölüm ışınını veya uzayda savaş halinde olan Rus ve Amerikan uydularını anlatan The New York Times gibi. Encounter dergisinde ciddi ve sorumlu bir meslektaşım olan ekonomist Milton Friedman, Büyük Britanya’nın kamu harcamaları yüzünden yakında Şili gibi fakir ülkelere döneceğini öne sürer ve kendi tahmininden dehşete düşer. Magna Carta’nın sona erdirdiği diktatörlük ve başlattığı asil özgürlük ve demokratik haklar geleneğinin kaynağı nedir? “Britanya’nın özgürlük ve demokrasiyi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu sözünün bu gelenekle yetişmiş birinin ağzından çıkması neredeyse imkânsız ve yine de bu bir gerçek!”

Bizi dumura uğratan bu gerçeklerle yaşamaya çalışıyoruz. Professor Friedman ile tartışmaya girseydim ondan kurumların direnişini, Büyük Britanya ile Şili arasındaki kültürel farkları, ulusal karakter ve geleneklerdeki farkları dikkate almasını isterdim. Ancak benim amacım kazanamayacağım tartışmalara girmek değil. Amacım dikkatinizi yaşamak zorunda olduğumuz bu berbat varsayımlara, bozukluğun arka planına, harabenin görüntülerine çekmek.

Böyle bir makalenin tek bir dergi sayısı için yeterli olacağını düşünüyorsunuz ama Encounter’ın farklı bir sayfasında Professor Hugh Seton-Watson, George Kennan’ın Amerika’nın yozlaşması ile ilgili son araştırmasını ve bunun dünya için korkunç anlamını tartışıyor. Amerika’nın başarısızlığını anlatan Kennan; suçtan, kentsel çürümeden, uyuşturucu bağımlılığından, pornografiden, uçarılıktan, bozulmuş eğitim standartlarından bahseder ve muazzam gücümüzün hiçbir önemi olmadığı sonucuna ulaşır. Günahkârlıkla çürüdüğümüzden dünyaya liderlik edemeyiz veya kendimizi savunamayabiliriz. Professor Seton-Watson: “Üstteki 100,000 kadın ve erkek, hem karar vericiler hem de karar vericilerin düşüncelerini şekillendirmeye yardımcı olanlar, teslim olmaya kararlıysa hiçbir şey bir toplumu savunamaz.” der.

Bu, kapitalist süper güç için çok fazla. Peki ya ideolojik düşmanları? Encounter’ın sayfalarını Cambridge’de İngilizce öğretim üyesi olan Mr. George Watson’ın, Sol’un ırkçılığı üzerine yaptığı kısa bir çalışmasına çeviriyorum. Watson, Sosyal Demokrat Federasyon’un kurucusu Hyndman’ın Güney Afrika Savaşı’nı Yahudilerin Savaşı olarak adlandırdığını ve Webbs’in zaman zaman ırkçı düşünceleri dile getirdiğini (onlardan önce Ruskin, Carlyle ve T. H. Huxley’in yaptığı gibi) söylüyor. Engels’in Doğu Avrupa’nın daha küçük Slav halklarını karşı-devrimci etnik çöpler olarak kınadığını. Sonuç olarak Batı Alman “Kızıl Ordu Fraksiyonu”ndan Ulrike Meinhof’un 1972’deki bir adli duruşmada “devrimci imhayı” onaylayan bir açıklamasından alıntı yapıyor. Ona göre, Hitler döneminin Alman anti-semitizmi esasen antikapitalistti. “Auschwitz, altı milyon Yahudi’nin öldürülüp Avrupa’nın çöplüğüne atıldığı anlamına geliyordu: Geldjuden.”

Bizim için ışığın çocukları ile karanlığın çocukları arasında basit bir seçim olmadığını göstermek için Sol’un bu ırkçılarından bahsediyorum. İyi ve kötü, politikanın çizgileri boyunca simetrik bir şekilde dağılmamıştır. Ama ben fikrimi belirttim: Tüm endişelere açığız. Her şeyin düşüşü bizim günlük dehşetimizdir; özel hayatımızda tedirginiz ve halkın sorularıyla acı çekiyoruz.

Sanat ve edebiyat peki? Orada ateşli bir tartışma var ama biz kesinlikle onların tahakkümü altında değiliz. Hâlâ düşünebiliyoruz, ayrım yapabiliyoruz ve hissedebiliyoruz. Daha saf, daha ince, daha yüksek faaliyetler öfkeye veya saçmalığa yenik düşmedi. Henüz değil. Kitaplar yazılmaya ve okunmaya devam ediyor. Modern bir okurun dolu zihnine ulaşmak zor olabilir ancak gürültüyü kesip sessiz bölgeye ulaşmak mümkündür. Sessiz bölgede onun bizi içtenlikle beklediğini görebiliriz. Zorluklar arttığında esaslı şeylere istek de artacaktır. Birinci Dünya Savaşı ile başlayan krizlerin bitmeyen döngüsü; korkunç, tuhaf şeyler görüp geçiren, içinde gözlenebilir önyargı küçülmesi yaşayan, hayal kırıklığı yaşatan ideolojilerden vazgeçen, deliliğin birçok türüyle yaşayabilen, doğruluk, özgürlük ya da bilgelik gibi belirli dayanıklı insani iyiliklere yoğun istek duyan bir insan türü ortaya çıkardı. Abarttığımı düşünmüyorum, bunun için çok fazla kanıt var. Parçalanma mı? Aslında evet. Çok şey parçalanıyor ama aynı zamanda tuhaf bir arıtma süreci geçiriyoruz. Ve bu uzun bir süredir devam ediyor. Proust’un Yakalanan Zaman’ına baktığımda açıkça bunun farkında olduğunu anladım. Büyük Savaş sırasında Fransız toplumunu anlattığı romanı sanatının gücünü test ediyor. Sanat olmadan kişisel ya da kolektif korkulardan kaçınarak kendimizi veya başkasını tanıyamayacağımız konusunda ısrar ediyor. Gururun, tutkunun, zekânın ve alışkanlığın her tarafta diktiği şeylere –bu dünyanın görünen gerçeklerine– yalnızca sanat nüfuz edebilir. Gözden kaçırdığımız başka bir gerçeklik –hakiki olan– var. Bu diğer gerçeklik bize sürekli işaretler gönderiyor ve sanat olmadan onlara ulaşamayız. Proust bu ipuçlarına “gerçek izlenimler” diyor. Gerçek izlenimler ve ısrarcı sezgilerimiz sanat olmazsa bizden gizlenecektir ve elimizde “yanlışlıkla hayat dediğimiz pratik amaçlar terminolojisi” dışında bir şey kalmayacaktır. Tolstoy konuyu benzer şekilde ele almıştır. İvan İlyiç’in Ölümü’nde yaşamı ve ölümü bizden gizleyen bu “pratik son”u tarif eder. Son ıstıraplarında İvan İlyiç, gizlenenleri ortaya çıkararak ve “pratik son”ları görerek bir bireye, “karakter”e dönüşür.

Proust, sanatın hayatın bir gerekliliği, muhteşem bağımsız bir gerçeklik ve büyülü bir güç olduğu konusunda ısrar ederek hâlâ sanat ve yıkım arasında bir denge kurabiliyordu. Fakat geçmişte olduğu gibi sanat ana damarla bağlantılı değil. Tarihçi Edgar Wind, Art and Anarchy [Sanat ve Anarşi] isimli kitabında Hegel’in uzun zaman önce insanın artık merkezi enerjilerinin sanatla meşgul olmadığını gözlemlediğini söyler. Bu enerjiler artık bilimle meşguldü – “amansız rasyonel araştırma ruhu”. Sanat sınır uçlarına taşınmıştı. Orada “geniş ve muhteşem çeşitlilikte bir ufuk” oluşturdu. Bilim çağında insanlar resim yapmaya ve şiir yazmaya devam etti, ama Hegel der ki modern sanat eserlerinde Tanrılar ne kadar muhteşem görünürse görünsünler “Tanrı’nın Baba ve Bakire Meryem’in suretlerinde” bulabileceğimiz her türlü asalet ve mükemmellik hiçbir işe yaramazdı çünkü artık dizlerimizi bükmüyorduk.

Dizler dindarlıkla bükülmeyeli uzun zaman oldu. Yaratıcılık, cüretkâr keşif, buluşların yeniliği; “doğrudan ilgi” sanatının yerini aldı. Hegel’e göre bu saf sanatın en önemli başarısı eski sorumluluklardan feragat etmesiydi, artık eskisi gibi “ciddi” değildi. Bunun yerine, ruhu “gerçekliğin sınırlamalarına her türlü acı verici katılımın üzerinde olan formun dinginliği” üzerinde yükseltti. Ruhu gerçeklikle acı dolu bağların üzerine çıkaran bir sanat için bugün kim böyle bir iddiada bulunur bilmiyorum. Şu anda, insanın merkezi enerjilerini meşgul edenin saf bilimdeki rasyonel araştırma ruhu olduğundan da emin değilim. Merkez (belki de geçici olarak) tarif ettiğim krizlerle dolu görünüyor.

19. yüzyılda edebiyatın temel insani girişimiyle bağını koparmayan Avrupalı yazarlar vardı. Önerinin kendisi Tolstoy ve Dostoyevski’yi şoke ederdi. Ancak Batı’da büyük sanatçılarla halk arasında bir ayrım oluştu. Sanatçılar, ortalama okur ve burjuva kitlesine yönelik belirgin bir küçümseme sergilediler. Tarihçi Erich Auerbach, içlerinden en iyilerinin Avrupa’nın ne tarz bir uygarlık yarattığını, mükemmel ama istikrarsız, savunmasız, başarısızlığa mahkûm olduğunu açıkça gördüklerini söyler. Söylediğine göre bu yazarların bazıları “Tuhaf ve belirsiz korkutucu işler üretti veya halkı çelişkili ve aşırı düşüncelerle şaşırttı. Bazıları ister halkı hor gördüğünden, ister kendi ilhamlarının kültünden, ister aynı anda hem basit hem de gerçek olmalarını engelleyen belirli bir trajik zayıflıktan yazdıklarının anlaşılırlığını kolaylaştırmak için hiç zahmete girmedi.”

20. yüzyılda onlarınki hâlâ ana etkidir, çünkü bir radikalizm ve yenilik gösterisine rağmen çağdaşlarımız gerçekten çok muhafazakârdır. 19. yüzyıldaki liderlerini takip ettiler ve onların eski standartlarını sürdürerek tarihi ve toplumu onların geçen yüzyılda yorumladıkları gibi yorumladılar. Bugün yazarlar, edebiyatın bir kez daha bu “merkezi enerjilerle” meşgul olabileceğini akıllarına getirseler, kenardan bir geri dönüş için muazzam bir arzunun yükseldiğini, basit ve doğru olanın ne olduğunu kabul etselerdi ne yaparlardı?

Tabii ki sadece istediğimiz için merkeze basitçe gelemeyiz; ama isteniyor olmamız bizim için önemli olabilir ve krizin gücü o kadar büyük ki bizi böyle bir merkeze geri çağırabilir. Ama reçeteler beyhude. Kimse yazarlara ne yapacaklarını söyleyemez. Hayal gücü mutlaka yolunu bulacaktır. Ama birileri tutkulu bir şekilde onların –bizim– çevreden geri dönmesini isteyebilir. Biz yazarlar insanlığı yeterince temsil etmiyoruz. Amerikalılar kendileri hakkında nasıl hesap veriyor? Psikologlar, sosyologlar, tarihçiler, gazeteciler ve yazarlar onların hesabını nasıl veriyor? Bir tür danışıklı gün ışığında kendilerini bizim son derece aşina olduğumuz şekillerde görüyorlar. Çağdaş dünya görüşünden kaynaklanan bu danışıklı gün ışığının görüntüleri Robbe-Grillet’e ve bana sıkıcı gelmektedir. Kitaplarımıza tüketiciyi, memuru, futbol taraftarını, sevgiliyi, televizyon izleyicisini koyduk. Ve bu gün ışığı versiyonunda yaşamları bir tür ölümdür. Bu gün ışığı formülasyonlarını ve bizim için yarattıkları sahte yaşamı –yaşamdaki ölümü– reddeden, ne olduğumuza dair ısrarlı bir duyudan gelen başka bir yaşam var. Çünkü bunun yanlış olduğunu biliyoruz ve ona karşı gizli ve tutarsız direnişimiz duramaz, çünkü bu direniş ısrarlı sezgilerden kaynaklanır. Belki insanlık çok fazla gerçekliğe dayanamaz ama aynı zamanda çok fazla gerçek dışılığa ve gerçeklerin suistimal edilmesine de dayanamaz.

Kendimiz hakkında, ne olduğumuz hakkında yeterince düşünmüyoruz. Kolektif başarılarımız bizi öyle “aşıyor” ki onlara dayanarak kendimizi “haklı çıkarabiliyoruz.” Atlantik’i dört saatte geçen jet biz sıradan insanlar için iddia edebileceğimiz gibi bir değer taşıyor. Sonra Batı’nın bahçelerinin kapanma zamanının geldiğini, kapitalist uygarlığımızın sonunun yakın olduğunu duyuyoruz. Birkaç yıl önce Cyril Connolly, “sadece kapitalist sistemin yıkılması şeklinde tarif edilmeyecek, gerçekliğin doğasında Karl Marx veya Sigmund Freud tarafından öngörülemeyen büyük bir değişime, bir mutasyona uğramak” üzere olduğumuzu söyler. Bu, henüz yeterince küçülmediğimiz anlamına gelir, daha da küçük olmaya hazırlanmalıyız. Bunun bir entelektüel analiz ya da bir entelektüelin analizi şeklinde adlandırılması konusunda emin değilim. Felaket felakettir. Bazı devlet adamları gibi onları zafer olarak adlandırmak aptallıktan da ötedir. Ancak entelektüel toplulukta toplum, insan doğası, sınıf, politika, seks, zihin, fiziksel evren ve yaşamın evrimi hakkında görüşler gibi saygın hale gelen tutumların oldukça büyük envanterleri olduğu gerçeğine dikkat çekmek istiyorum. Çok az sayıda yazar, en iyileri bile, bu tutumları ve tutuculukları yeniden inceleme zahmetine katlandı. Bu tarz tutumlar sadece Joyce veya D.H. Lawrence’ta, her yerde olan ve ciddi bir şekilde meydan okunmayan daha az önemli adamların kitaplarından daha güçlü parlıyor. Yirmili yıllardan beri kaç roman yazarı D. H. Lawrence’a bir daha baktı ya da cinsel iktidarı ya da endüstriyel uygarlaşmanın içgüdülerimize etkilerini farklı bir şekilde tartıştı? Edebiyat neredeyse bir asırdır aynı düşünceleri, mitleri, stratejileri kullandı. “Geçen elli yılın en ciddi denemecileri” diyor Robbe-Grillet. Evet, aslında öyle. Makale üstüne makale, kitap üstüne kitap, bu en ciddi denemecilerin en ciddi düşüncelerini –Baudelaire’ci, Nietzsche’ci, Marksizm, Psikanaliz, vesaire vesaire– doğruluyor. Robbe-Grillet’in karakter hakkında söyledikleri; kitle toplumu, insanlıktan çıkarma ve geri kalanı hakkında tüm olağan şeyleri sürdürerek bu fikirler hakkında da söylenebilir. Onlardan ne kadar yorulduk. Bizi nasıl kötü temsil ediyorlar. Sundukları görüntüler bize paleontoloji müzesindeki yeniden doldurulmuş sürüngenlere ve diğer canavarlara benzediğimizden daha fazla benzemiyor. Biz çok daha esneğiz, becerikliyiz ve daha iyi ifade edilmişiz. Bizim için daha fazlası var, hepimiz bunu hissediyoruz.

Şimdi merkezde ne var? Şu anda ne sanat ne de bilim; fakat insanlık belirsizlik ve karmaşa içinde bunun devam edip etmeyeceğine karar veriyor. Bütün türler –herkes– harekete geçti. Böyle bir zamanda kendimizi aydınlatmamız, eğitimin ve bütün organize klişelerin yükleri dahil yüklerimizi bırakmamız, kendi kararlarımızı vermemiz, kendi davranışlarımızı sergilememiz çok önemlidir. Conrad varoluşumuzun tanrı vergisi olan bölümüne hitap etmekte haklıydı. Birçok sistemin enkazında bunu aramalıyız. Bu sistemlerin başarısızlığı, formülasyonlardan, aşırı tanımlanmış ve yanıltıcı bilinçlerden kutsal ve gerekli bir kurtuluş sağlayabilir. Giderek daha sık bir şekilde uzun zamandır sahip olduğum –ya da sahip olduğumu düşündüğüm– saygıdeğer fikirlerimi azlediyorum ve gerçekten ne yaşadığımı ve başkalarının neyle yaşadığını fark etmeye çalışıyorum. Hegel’in “ciddilikten” sıyrılan ve kenarlarda parlayan sanatına gelince, bu hayatta kalma mücadelesi sırasında şu anda hiçbir yerde var olamayacak olan biçimin dinginliği sayesinde, ruhu gerçekliğin sınırlamalarında acı verici bağın üzerine yükseltir. Ancak bu mücadeleye katılanların kültürsüz ilkel bir insanlığa sahip oldukları ve sanattan bihaber oldukları söylenemez. Kötü alışkanlıklarımız ve sakatlıklarımız düşünce ve kültür açısından ne kadar zengin olduğumuzu gösterir. Ne kadar biliyoruz? Hatta ne kadar hissediyoruz? Bizi sarsan bu mücadele, yazarları –ve okurları– basit ve doğru olmaktan alıkoyan trajik zayıflıkları basitleştirmeye, tekrar düşündürmeye ve önlemeye yöneltiyor.

Yazarlara çok fazla saygı duyuluyor. Zeki halk onlara karşı olağanüstü sabırlı. Onları okumaya devam ediyor ve teolojiden, felsefeden, sosyal teoriden duymadıklarını, saf bilimden duyamadıklarını sanattan duymayı bekleyerek hayal kırıklığı üstüne hayal kırıklığı yaşamayı sürdürüyorlar. Merkezdeki mücadeleden biz insanların ne olduğuna, kim olduğumuza ve yaşamın ne için olduğuna dair daha geniş, esnek, uyumlu ve kapsamlı bir açıklamaya yönelik yoğun ve acı verici bir özlem ortaya çıktı. İnsanlık merkezde özgürlüğü için kolektif güçlerle mücadele ediyor, kişi ruhuna sahip olmak için insanlıktan uzaklaştırılmayla mücadele ediyor. Yazarlar merkeze gelmezse, merkez daha önce ele geçirildiği için değildir bu. Onlar girmekte özgürdür. Tabii eğer isterlerse.

Gerçek durumumuzun özü, karmaşıklığı, karmaşası, acısı bize işaretlerde, Tolstoy ve Proust’un öğrettiği “gerçek izlenim”lerde gösterilmiştir. Bu öz ortaya çıkıyor ve ardından saklanıyor. Gittiği zaman bizi yine şüphelerle baş başa bırakıyor. Bu işaretlerin geldiği derinliklerle olan bağlantımızı koparmıyor gibi görünüyoruz. Gerçek gücümüzün, evrenden türetmiş gibi göründüğümüz gücün, hissi de gelip gidiyor. Bunun hakkında konuşmak istemiyoruz çünkü kanıtlayabileceğimiz bir şey yok, çünkü dilimiz yetersiz, çünkü çok az insan bunun hakkında konuşma riskine girmek istiyor. “Bir ruh var” demek zorundalar ve bu bir tabu. Bu yüzden herkes farkında olsa da sessiz kalmakta.

Edebiyatın değeri bu fasılalı “gerçek izlenim”lerde yatmaktadır. Bir roman; nesnelerin, hareketlerin, görünüşlerin dünyası ile “gerçek izlenim”lerin geldiği ve bizi inatla –kötülüğün karşısında, inatla– tutunduğumuz iyinin bir yanılsama olmadığına inandıran diğer dünya arasında gidip gelir.

Roman yazmaya yıllarını harcamış olan hiç kimse bundan bihaber olamaz. Roman destanla veya manzum dramanın abideleriyle kıyaslanamaz. Ancak şu anda yapabileceğimiz en iyi şey bu. O, bir tür çağdaşa yaslanan, ruhun sığındığı barınaktır. Bir roman, az sayıda gerçek izlenim ile hayat dediğimiz şeyin çoğunu oluşturan çok sayıda yanlış izlenim arasında dengelenmiştir. Bize her insan için çeşitli varoluşlar olduğunu, tek bir varoluşun kısmen yanılsama olduğunu, çok sayıda varoluşun bir anlam ifade ettiğini, bir şeye meyilli olduğunu, bir şeyi doldurduğunu söyler; bize anlam, denge ve hatta adalet vadeder. Conrad’ın söylediği doğru: Sanat, evrende; maddede olduğu kadar, yaşamın gerçeklerinde de asli, kalıcı ve gerekli olanı bulmaya çalışır.

Saul Bellow

Çeviren: Rukiye Yıldız


[1] Joseph Conrad, Ölüm Seferi, çev. Haluk Şahin, Adam Yayınları, İstanbul, 1982.

[2] Marcel Proust, Yakalanan Zaman, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001.

[3] Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999.