Raftan: “Daha İyi misin?”

Günümüz öykücülüğünde her geçen gün daha ağırlıkla kendini hissettiren kadın sesini odağına alan, yayımladığı öykü kitaplarıyla bu sesin derinleşmesine katkısı olan, hepimize kendisini özletecek bir yayıneviydi Ayizi Kitap. Çok değerli öykücülerle tanışmamızı sağlamış, ilk kitaplarının yayımlanmasına öncülük etmişti. Bir iki yıl önce ekonomik zorluklar nedeniyle yayın hayatını sonlandırması üzücü olduğu kadar düşündürücüdür de.

Hande Ortaç’ın ilk öykü kitaplarıyla Ayizi Kitap’ın iziyle tanışmıştım. İlk öyküler toplamı 2011’de Kankurutan adıyla yayımlanmıştı. İkinci öykü kitabı ise 2015’te Üç İki Bir Kayıt adıyla çıkmıştı okuyucusunun karşısına. İlk çıktığı dönemlerde Kankurutan’ı da okumuştum. İlginç ve farklı bir öykü evreni için yola çıktığını, gündelik yaşamdaki çerçevemizi eğip bükmeye çalıştığını, küçük tragedyaları yakalamak istediğini, kimi zaman tedirgin edici bir atmosfer oluşturduğunu, bunu da içten bir söyleyişle, ince alayla sarmaladığını not almışım kitabın içinde bıraktığım not kâğıdına. Ama gene de, ne yalan söylemeli, bende öykücü kimliğinin oluştuğu izlenimi bırakan kitabı Üç İki Bir Kayıt adlı toplamıdır. İlk kitabının ötesine geçen, öykü evrenini oluşturmak için daha güçlü bir adımdır Üç İki Bir Kayıt. En azından benim için öyle. Özellikle kitabın sonundaki “Kayıt” adlı uzun öyküyü anmak gerek. Bir rehabilitasyon merkezinde kasetlere kayıt alıp içini döken, karşı çıkan, sorgulayan bir genç kadının öyküsüdür. Kurgusuyla, anlattıklarıyla, anlatımıyla etkileyici, iz bırakan, okuyucusunu sarıp sarmalayan, anlatım iştahını hiç düşürmediği gibi okuyucunun okuma iştahını da canlı tutan bir uzun öykü. Evet, belki de bu içtenlikle anlatma isteği, iştahı okuyucuyu rahatlıkla çekiveriyor Hande Ortaç’ın öykü evreninin içine. İlk kitaptaki mizaha, daha doğrusu ince alaya yaslanan anlatım, ikinci kitapta daha da belirginleşir. “Savaş” başlığıyla ayrılan üç öykünün dışındaki öykülerde argonun, alaysamanın daha yoğun kullanıldığını söyleyebiliriz. Bu dil ve anlatımın yeni yayımlanan öykü kitabında, Daha İyi misin?’de biraz değiştiğini, savrulmalardan kurtulmuş, daha incelikli, derinlikli, ölçüsü tam olarak tutturulmuş bir ince alaya, hatta kara mizaha dönüştüğünü, kendi biçemini kurduğunu göreceğiz.

İkinci kitabından altı yıl sonra, 2021’in yaz başında, İletişim Yayınları arasında çıkan Daha İyi misin? adlı öykü toplamı, Hande ortaç’ın öykü evreninde önemli bir yerde duracak her zaman. Çünkü ilk iki kitabın izlerini taşısa da Daha İyi misin?’de cümle kuruluşlarından ritmik dil kullanımına, kara mizahından distopyaya yaslanan öğelere, tedirgin eden, bireyin iç dünyasını sorgulamaya iten söyleminden aile ilişkilerinde, çalışma yaşamında gizlenenlere ve arka planda cesaretle kullandığı toplumsal dokunuşlara dek her yönüyle kendine özgü biçemini, anlatı evrenini bütünlüyor, derinleştiriyor.

Kitaptaki öyküleri iki kanalda değerlendirmek gerekiyor. İlki daha gündelik olanın, sosyal yaşamın içinden gelen öykülerden oluşuyor. “Sızı”, “Hey”, “Zirve”, “Ah”, “Mattasızı”, “İyi Hâl”, “Taksi”, “Bir Ayrılık Senfonisi” adlı öyküleri ilk kanalda toplayabiliriz. İkinci kanalda ise geleceğe, fantastik olana, giderek insanı acıtan, tedirgin eden yönleriyle distopyaya varan öyküler var. “Pembe ve Eflatun”, “Karbon Kopya”, “Nostalgia” ikinci kanalı oluşturan üç öykü.

“Pembe ve Eflatun” öyküsü çölde, kum tepelerinin üzerinde ilerleyen yelkenli gemilerle açılır. İnsanın kendisiyle ve doğayla savaşması sonucu çöle dönen dünyada insanoğlunun hayatta kalmasına yardımcı olan gemilerdir bunlar. Savaştan kaçan kadınları, çocukları taşımaktadır. İskelesine yanaştıkları han ise üç hancı kadının, Pembe, Eflatun ve Yeşil’in işlettiği eski bir hapishanedir. Savaş kaçaklarının saklandığı eski hapishanenin bölümlerine giden ara geçitlerde yaşamı yeniden başlatabilmek için gerekli şeyle karşılaşırlar ve gemilerle gelenler yanlarında en gizli hazinelerini saklamaktadırlar. Çizdiği distopyayla, iklim sorunlarının dünyamızı getirip bırakacağı çölleşmeyi kurgulamasıyla ve insan direncini umutla buluşturmasıyla etkileyici bir atmosfer oluşturuyor Hande Ortaç.

“Karbon Kopya” vücudundaki karbondioksit oranlarının yüzdeleriyle adlandırılmaya başlanan insanların ölüme gidişlerini anlatan bir öykü. Bir intihar salgınından söz edilmektedir. Bu salgından kurtarılanlar tutsağa dönüşmekte ve tutsaklarla çeşitli deneyler yapılmaktadır. Vücutlarındaki karbondioksit oranları gittikçe azalmaktadır.

“Nostalgia” öyküsü de aynı tedirgin eden dünyaya götürür okuyucuyu. Önce bir cenaze törenine ardından bir düğüne odaklanır. Giderek duygularını yitiren insanoğluna o geçmişte kalan duygularını yeniden hatırlatma, eski duyguları saklama görevi verilmiş bir ekip yer alıyor öyküde. Cenazede yaşanması gereken kederi anımsatacak cenaze sahiplerine. Ekiptekilerin görevi duyguları canlı tutmak ve tüm gelişmeleri kaydetmektir. Yitirilen duyguların adlarıyla bölümlere ayrılır öykü: Keder, Korku, Mutluluk, Şaşkınlık, İğrenme ve Öfke. Ekibin içinde yer alan öykü kahramanımız çevresindeki insanların yaşam enerjisini harekete geçirmeyi başarınca Nostalgia’nın geleceğini korumak için tutuklanır. Nostalgia’nın neresi olduğunu dilerseniz öyküye bırakalım, öykünün fantastik ve gizemli yanı etkileyici bir atmosferi tamamlıyor. Öykünün “öfke” duygusuyla bitmesi hem umutsuzluğu hem umudu içinde taşıyor.

“Kaos artık ihtiyacımız olan en son şey. Dağılmadan birlikte durmalıyız, çünkü gidilebilecek alternatifleri tükettik. (…) Birbirimizi artık öldürmemeliyiz, çünkü tekrar çoğalacak kaynakları yok ettik. En azından bir süre bir arada yaşamayı başarmalıyız.” Bu cümleler neredeyse üç öykünün de ortak cümleleri olarak okunabilir.

Bu kanalı oluşturan üç öyküde de gittikçe yaşanır olmaktan uzaklaşan bir dünya atmosferini kısa öykü sınırları içinde oldukça başarıyla çiziyor yazar. Sadece iklim değişimi değil arka planda gördüğümüz. İnsanın doğayla olan savaşımına bir de insanın kendi soyuna duyduğu acımazsızlık, savaşlar, felaketler ekleniyor. “Nostalgia” ve “Karbon Kopya” öykülerinde insani olandan uzaklaşan, mekanikleşen, insansızlaşan öykü kişileri yer alıyor. İnsani olana yaklaşan öykü kişisi hemen saf dışı ediliyor. Dans eden bir kedi ya da dans eden öykü kişisi çevresine enerji yayabiliyor, insani olanı harekete geçirebiliyor. “Pembe ve Eflatun”da ise kadın ve çocuklar var; insanoğlunun umutlarıdır onlar. İnsani yanlarını kaybetmemişlerdir, mekanik ve insansız değildirler. Çocukları emzirmektedirler örneğin, hastalıkları iyileştirmeye çalışmaktadırlar…

“Nostalgia”nın anlatıcısı “sevgili sesimi okuyan kişi…” diye sesleniyor okuyucusuna. Öykü kişisi anlattıklarının kaydını yapıyor. Öykü de zaten ‘yakasındaki mikrofona son kez seslenerek’ bitecektir. Bu şekilde anlatıcısını başka bir düzleme çekip, anlatıcısıyla okuyucu arasında bir mesafe yaratmak istediği bir ‘kayıt’ öyküsü daha var ikinci kitabı Üç İki Bir Kayıt’ta. “Kayıt” adlı öyküsünde de anlatıcının yaptığı ses kaydını okumaktadır okuyucu. Bu tür bir ‘anlatan ses’ çeşitlenmesini anlatıcı ve anlatım arayışı içinde bilinçle yerleştiriyor öyküsüne Hande Ortaç.

Kitabın giriş öyküsü “Sızı” gündelik olanın anlatıldığı, benim birinci kanal olarak adlandırdığım öykülerin ilki. “A, deprem oldu” cümlesiyle başlayan öykü bir ablanın evinde erkek kardeşini konuk etmesinin öyküsü. Öyküyü bir erkek kardeşin ağzından, bir ablanın ağzından okuruz. Aile içinde yaşanan kırgınlıkların, anne babanın aile içi şiddetiyle yaşattığı korkuların deprem korkusuyla birleşmesi ve geçmişte yaşananların bugüne yansıması anlatılır. Evde geçen ve aile kurumunun, bağlılıkların, ilişkilerin sorgulandığı öykülerin de ilkidir “Sızı” öyküsü.

Evde geçen ve aileye ilişkin sorularla okuyucuyu karşı karşıya bırakan bir başka öykü de “Zirve” öyküsüdür. Evin ikizleri Sevgi ve Serkan, odalarında, ranzalarına doğaya meydan okuyan tırmanışlar yaparlar. Bu sırada annelerinin ‘yemek hazır’ seslenişini duyacaklar ve oyunu bırakıp yemeğe koşacaklardır. Evde babaları beklenmektedir. Sevgi bir şeylerin iyi gitmediğini sezer ama Serkan oyunlarına devam etmektedir. Ev, evlilik, bağlılık, ilişkiler üzerine aynı soru işaretleri sezdirilir okuyucuya.

Bir başka ev ve aile öyküsü de “Ah” öyküsüdür. Ölen anneannenin ardından ailenin kadınları onun evinde toplanmışlardır. Anneanneden kalan, gerçek gül ağacından yapılma sandık açılacaktır. İçindekiler merak edilmektedir, çünkü büyük teyzeleri sandıkta önemli bir şey gizlediğini düşünmektedir anneannenin. Sonunda sandık açılacak ve aile içinde herkesi şaşkınlığa düşürecek giz çözülecektir. Ailenin büyüğü kadınların dünyasını, diyaloglarını çok başarılı biçimde oluşturuyor yazar. Merak öğesini de canlı tutan, kara mizahıyla, hüznüyle kararı tam tutturulmuş bir aile ilişkileri ve ev öyküsü “Ah”.

Tek mekânda, ev içinde geçmeyen ama aile ilişkilerinin yer aldığı bir başka öykü de “Mattasızı” öyküsü. Aile ilişkilerinin yanı sıra boş inançların, kaybolan dillerin, arayışların da öyküsü aynı zamanda. Bir yandan da HES direnişlerine yer vermesiyle toplumsal yanı da ağır basan bir öykü. Mattasızı sözcüğünün peşine düşen öykü kahramanımız kendisini Koca Teyze’nin yanında bulacaktır. Kendisine anneannesinden sonra “Mattasızı” diye seslenen ikinci kişi Koca Teyze olacaktır. “Mattasızı” kaybolmuş bir dilin sözcüklerinden biri, anlamını öyküyü okuyarak öğrenmek en iyisi. Çok yaşlı olan Koca Teyze’yi HES direnişinde en ön safta görürüz. Umutlu bir söyleyişle, öykü kişisinin umut dolu eylemiyle biter öykü.

“İyi Hal” ve “Bir Ayrılık Senfonisi” ‘plaza’larda çalışan beyaz yakalıların dünyasına odaklanan öyküler. Günümüz öykücülüğünde pek de ele alınmayan kişilerdir beyaz yakalı çalışanlar. Oysa bugün önemli bir toplam oluşturuyor iş merkezi çalışanları. İş merkezlerinin dünyasını, beyaz yakalıların karşı karşıya kaldıkları sorunları, çalışan kadınların sömürülmesini, tacizleri okuyoruz iki öyküde. Öykü kişilerinin iç dünyalarını yansıtmakta başarılı olduğu kadar toplumsal yapının sorgulanmasında da başarılı bir anlatım oluşturuyor Hande Ortaç.

“İyi Hal” öyküsü müdürünün tacizine uğrayan kadının dinlenme zamanında kendisini tuvalete kilitlemesiyle başlar. Dinlenme zamanı bitse de tuvaletten çıkmaz. Bütün yaşadıklarını küçük post-it’lere yazmaktadır. Öykü, iş merkezi dünyasının atmosferini çalışanlarının ilişkilerini etkileyici biçimde çiziyor. Öyküyü aslında olması gerekenin yapılmasıyla bitiriyor yazar. Ama hep kadın suçlandığı, kadınlar açısından olumsuz sonuçlar yaşandığı için, aslında olması gerekenin yapılması, müdürün cezalandırılması ‘şaşkınlık’ yaratıyor öykünün kahramanında. Çoğu öykünün sonunu umuda kapı aralayarak bitiriyor Hande Ortaç.

“Bir Ayrılık Senfonisi” iş merkezinin eksi 3. katında, yerin dibinde muhasebe servisinde çalışan Bayan P.’nin öyküsü. (Bayan P. kitaptaki ikinci muhasebeci, ilki “Sızı” öyküsündeki abladır; bir muhasebe firmasında kıdemli muhasebecidir.) Çalışan kadının ailesiyle, çocuklarıyla, eşiyle, eviyle ilişkileri sorgulanır, bir yandan da işyerindeki ilişkiler, fazla mesailer, yığılan işler yeni nesil beyaz yaka çalışanların iç dünyasında, sosyal yaşantısında yarattığı sorunlar ve giderek büyüyen yabancılaşma çıkar okuyucunun karşısına. Bir gece mesaisinde yanı başında darbuka çalan bir kız çocuğu olduğunu görür Bayan P. Bir süre sonra kadınlardan oluşan bir orkestra eşlik eder Bayan P.’nin çalışmasına. Öykü müziğin ritmiyle kimi kez hareketlenip kimi kez yavaşlayacaktır. Müziğin ritmini gösteren müzik terimleriyle bölümlere ayrılmıştır öykü: Allegro, Andante…

Kitapta diğer öykülerden ayrı duran iki öykü var: “Hey” ve “Taksi” anlatımlarıyla da, anlattıklarıyla da Hande Ortaç’ın öykü evreninin izlerini taşıyıp o evreni çeşitlendirse de diğer öykülerden ayrılır. “Hey” Stockholm’ün biraz kuzeyindeki bir okulda doktora yapan öykü kahramanının ülkesinde geride bıraktıklarını, dostluklarını, ilişkilerini yeniden gözden geçirmesini, sorgulamasını, İsveç’te kurduğu yeni ilişkileri anlatır. Bir yandan da akademik bakışı, akademinin ilişkilerini okuruz.

“Taksi” ise tam bir kara mizah örneği olarak okunabilecek, kalabalıklaşan büyük kentin yozlaşmasını, karmaşıklığını insan çeşitliliği içerisinde anlatan bir öykü. ‘Vodvil’ kurgusuyla oluşturmuş öyküsünü Hande Ortaç. Açılan kapanan kapılar, giren çıkan öykü kişileri ve yanlış anlamalarla, tersliklerle kurulan kara mizah. İstanbul’da eğlenmek isteyen bir kadının yoldan geçen bir taksiye binmesiyle başlayan öykü, tam anlamıyla sürpriz bir sonla bitecek, başka bir boyuta taşınacaktır.

Neredeyse bütün öyküler kapalı bir mekânda yaşanıyor ya da bir mekâna ulaşıyor. Kimi öykülerde bu mekân ev, ev içi olurken, taksi, eski bir hapishaneden hana dönüştürülmüş bir yer, iş merkezleri oluyor. Sadece “Mattasızı” öyküsünde olay dizisi birkaç mekâna yayılıyor. Mekânları iyi kullandığını söylemeliyiz Hande Ortaç’ın. Atmosfer oluşturmada ve ayrıntıları yerleştirmede mekânların özellikleri önemli bir yer tutuyor öykülerde. Ev içleri aile ilişkilerinin en yoğun konumlandığı yerlerin ayrıntılarıyla yer ediyor. Taksi, İstanbul’un eğlence dünyasının küçük bir örneği olarak kurgulanıyor, aynı kalabalık, yozlaşmış dünyayı simgeliyor. Çöllerde ilerleyen yelkenliler eski bir hapishaneden bozma hana ulaşıyor. “Nostalgia”nın mekânı yaşanan felaketlerin sonucu insanları dünyadan uzaklaştırıyor.

Öykülerinde dans ve müzik yoğun biçimde yer alıyor Hande Ortaç’ın. Kimisinde bir horon olup karşımıza çıkıyor, kimisinde kedinin dansı olarak gösteriyor kendisini, kimisinde kadınlardan oluşan bir orkestra… Müzik ve dans aynı zamanda öykülerin de ritmine sızıyor. Dilin, olaylar dizisinin, kurgunun ritmi, hızı müzik ve dansla birleşiyor.

Hande Ortaç

Hande Ortaç’ın dil kullanımına da değinmeden geçmeyelim. Uzun cümlelerden yana değil yazar. Yalın, kısa cümleler ritmik yapıyla, sinematografik bir anlatımla birleşiyor. Görüntüsellik önemli yazar için. Neredeyse bütün öykülerde çok başarılı sahneler oluşturduğunu söylemek gerekli. “Mattasızı” olaylar dizisiyle öykülerin içinde görüntüselliği en çok kullandığı öykü. “Pembe ve Eflatun”daki giriş sahnesinde de başarılı bir görüntüsellik yakalanıyor. “Taksi”deki olaylar zinciri aynı görüntüselliği içeriyor. “İyi Hâl” deki post-it’ler ve tuvalet sahnesi, “Bir Ayrılık Senfonisi”nde kadınlardan kurulu orkestranın Bayan P.’nin çalışma düzeni içinde aldığı konum…

Anlatma iştahıyla, kurgulamaya yaslanmasıyla, etkileyici fantastik atmosferiyle, yalın ve içten anlatımıyla, incelikli kara mizahıyla, canlı konuşmalarıyla, öykü kişilerinin iç dünyasına yönelmesi yanında toplumsal olanı da öyküye taşımasıyla nitelikli bir öykü toplamına imza atıyor Hande Ortaç. Öykücülüğümüzde kendine iyi bir yer açıyor, kendi öykü evrenini oluşturuyor.

Sahaftan: “Bütün Hikâyeleri”

Oğlak Yayınları, Bütün Hikâyeleri adıyla 1999 yılında yayımladığı kitabın arka kapağında “Türkçe’nin en güzel yazarının bütün hikâyelerini gururla sunduğunu” söylüyor. Kapaktaki fotoğrafta Ayhan Bozfırat’ın incelikli gülüşünü, nezaketle bakışını, asil duruşunu görürsünüz. Yayınevinin belirlediği gibi Türkçe’nin en güzel yazarı mıdır, bilemem, ama Türkçe’nin iyi öykücülerinden biri olduğunu hiç duraksamadan söyleyebilirim. Nedense ilgi görmemiş, bir yalnızlığın içinde kalmış Ayhan Bozfırat. Bunda çok genç yaşta ölümünün payı var mı, bilinmez. 1932 doğumlu, 1981 yılında hayata gözlerini yummuş. 49 yaşında ayrılmış aramızdan.

Asıl adı Ayhan Köksal. İÜ Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. Aynı fakültede bir süre asistan olarak çalışmış. Daha sonra Paris’e eşinin yanına gitmiş. İlk öykülerini de o dönemde yazmış. Daha sonra İstanbul’da avukatlık yapmış. İlk öyküleri Yeni Dergi, Yeni Gazete, Yansıma’da yayımlanmış.

İstasyon (1971), Fırıldak (1972) ve Sokak Lambaları (1980) adlı üç öykü kitabı bırakmış geride. 1976’da Dört Yol Ağzındaki Ev adlı bir de romanı yayımlanmış. Ayrıca çocuk romanları var.

Benim kitaplarıyla ilk tanışmam romanıyla oldu. Sahaflarda gördüğüm Yücel Yayınları arasında yayımlanan Dört Yol Ağzındaki Ev’i hemen edinmiştim. Öykülerini daha sonra edindim. 1980 yılında Okar Yayınları arasında yayımlanan Sokak Lambaları duruyor kitaplığımda. Bütün öykülerini okumam ise Oğlak Yayınları’nın 1999 yılında yayımladığı kitabıyla oldu. Oğlak Yayınları daha sonra romanını da yayımladı. O günden bugüne bir daha basılmadı yanılmıyorsam. Çocuk kitaplarından bir kısmı yeniden yayımlanıyor. Hakkında güzel bir değerlendirme yazısı yazmıştı Behçet Çelik, büyük bir değerbilirlikle. (Yazıyı Behçet Çelik’in denemeler toplamı Ateşe Atılmış Bir Çiçek’in içinde bulabilir meraklı okur.)

Çok güzel bir öyküyle açılıyor kitap. İlk öykü kitabına da adını veren “İstasyon” öyküsü insanı tedirgin eden bir atmosfer oluşturur. Trenden yanlış istasyonda inen yolcu bavuluyla birlikte kalakalır. Bir süre sonra ölü taşıyan adamların geçtiğini görür. İlerdeki tren kazasında ölenleri taşımaktadırlar adamlar. Ama kimseye söylememelidirler, çünkü tren idaresi hoşlanmaz, cezalandırabilir. Tekinsiz bir zamanın ve mekânın içinde hisseder kendini okuyucu.

“Evini Kaybeden Adam” öyküsünde tam evinin önüne geldiğini düşünen adam bir de bakar ki evi yok olmuştur. Diğer bütün komşu evlerini, mahalle esnafını tanır ama kendi evi yoktur. Kafkaesk bir atmosfer oluşturur yazar. Okuyucusunu hemen içine çekiverir.

İlk öykülerindeki bu anlatım giderek yerini biraz daha gündelik somut yaşama bırakacaktır. Son kitabı Sokak Lambaları’nda gene o insanın içini burkan anlatım yer alsa da bu kez daha toplumsal sorunların bireyin üzerinde bıraktığı çıkışsızlıklara yönelecektir.

Özellikle ilk iki kitabında daha soyut bir zaman ve mekân kullanımı göze çarpar. Bir takım simgelerle belirler kişilerini, alegorik, çağrışımlara açık durumlar oluşturur. Küçük ayrıntılarla belirlemeler oluşturur. Tekrarlarla öykü atmosferini daha etkileyici kılar. Kısa cümlelerle şiirsel bir dil yakalayacaktır Ayhan Bozfırat. Eksiltmeli, duru, yalın bir anlatımı, gereksiz sözcüklerden arınmış diyalogları vardır.

Son dönem öykülerinde ise dil ve anlatımı, şiirselliği değişmese de daha somut durumlara yönelecektir. Özellikle küçük kent insanının toplumla çatışmasını ve iç dünyalarını yansıtacaktır öykülerine.

Sıkışıp kalmış, iletişimsizlik yaşayan, bir türlü alışamayan, dışarının kötücüllüğüyle içine kapanan insanlardır Ayhan Bozfırat’ın insanları. Sıradan, gündelik yaşamın içindeki küçük insanlardır öykü kişileri, çoğunlukla orta halli ya da yoksul kişilerdir ama o küçük dünyalarının içinde hapis kalmışlardır. Dış dünyanın tedirginliğiyle yaşarlar çatışmalarını, bunalımlarını.

Ayhan Bozfırat’ın öyküleri nasıl böylesi bir yalnızlığın içine bırakılmış, bilinmez. Pek çok öyküsüyle, dil ve anlatımıyla belli bir çıtanın üstünde öyküler yazdığını söylemeliyim. Bir sahafa girdiğinizde Ayhan Bozfırat ismini görürseniz bir kitabın üzerinde, hemen elinizi uzatın. Öykü okumaya tutkunsanız eğer, sizi içine çekecektir Ayhan Bozfırat’ın öyküleri. Bugünün pek çok öykücüsünden daha iyi bir öykü diliyle karşılaşacaksınız, sakın şaşırmayın!

Kadir Yüksel