
Kamyonetin kasasında, kerestelerin arasına kıvrılmış, stabilize yolda kaldırdıkları tozu unutmak için budaklardan sızan reçine kokusunu içine çekerek uyukluyordu. Homurdanan motorun gürültüsü hurmaların gölgesinde toplanan kuşları havalandırınca kanat seslerine doğruldu ve kayayı gördü. “Rıza kalfa!” diye seslendi direksiyonda oturan, beyaz saçları kaşlarının hemen üstünden fışkıran, mavi gözlü, hafif kambur adama. Sesi güneşte kızmış bir taşın üstündeki ıslak bir ayak izi gibi hızla küçülüp yok olunca bu kez “Hoop!” diye bağırdı. Rıza, yıllar boyunca onun soyadını taşıyanların seslerine koşulsuz itaat etmenin verdiği alışkanlıkla frene asılınca, bu heyecanlı ama iyi düşünülmemiş hareketin karşılığını kıç üstü oturarak buldu.
Rıza, arkadan seslenen delikanlı daha bacak kadarken başlamıştı babasının yanında çalışmaya. Okula yazdıran da onun babasıydı, ortaokuldan sonra, bu kadar yeter, çiftlikte lâzımsın diye çekip alan da. Sünnetini yaptıran, evlendiren. Savaş, eline doğmuştu. Annesi kaçıp babası kendini deniz kıyısındaki eve kapattıktan sonra İstanbul’a, yatılı okula gidene kadar kendi çocuğu gibi büyütmüştü onu. Sonraki yirmi yıl içinde bir kez, o da babasının ölümünde görmüştü çocuğu. “Buraları sana emanet Rıza Amca” deyip İstanbul’a uçmadan hemen önce. Mezuniyetini, askere gidişini, mayına basışını, askeri davayı, ameliyatları, ilk aşkıyla evlenişini, daha bir yıl geçmeden onu toprağa verişini hep başkalarından duymuştu. Sonunda eve dönmüştü, ilk oğlu! Kaybettiği kızından bile çok sevdiği, herkesle iyi anlaşan, bir tek adıyla uzlaşamayan Savaş. Çiftlikte oturmam diye tutturmuştu önce. Deniz kenarındaki bahçeyi de yeni bir ev yapmak şartıyla kabul etmişti.
İnat etti mi traktörle çeksen bir milim oynamazdı yerinden. İstanbul’a, okumaya gideceğini söylediğinde de çok direnmişti rahmetli. Daha altı yaşındaydı ama her zamanki gibi Savaş’ın dediği olmuştu. Şimdi hiç inatlaşılmazdı. Rıza, bu sıcakta gidilmez, gidilse de iş olmaz dediyse de sonunda kamyoneti yükleyip yola koyulmuşlardı.
Rıza, camdan başını çıkarıp “Daha varmadık beyim” dedi. “Sen dur hele,” diye seslenen Savaş, ağırlığını sağlam bacağına vermeye dikkat ederek kamyonetten atladı ve kayaya doğru aksayarak koştu.
Kaya varlığını vadiye kabul ettirmiş olmanın ağırlığıyla duruyordu. Kayanın arkasına dolandı. Tahmin ettiği gibi orada, sırtını kayaya yaslamış, derin vadiye bir balkon gibi uzanan, yoldan görünmeyen bir alan vardı. Göğe baktı. Gök görülmek istemiyordu, o da görmezden geldi. Çamları gördü, kavaklara tırmanan sarmaşıkları, yaban nanesi, kekik beyliklerini. Kaktüslerle selamlaştı. Birkaç adım daha atınca pisipisi otlarının arasından havalanan kuşlar hünnabın dallarına toplandılar. Hünnaba baktı ve vadinin karşı yamacında bir napalm bombası atılmış gibi uzanan kurum tarlalarını, kararmış küçük hayvan iskeletlerini, bir uğursuzluk alameti gibi yükselen kömürleşmiş ağaçları gördü. Bu sonsuz çoraklığın ortasında yeşil kalmış ağaç kümelerine baktı ve onları yanmaktan kurtaran rastlantılar dizisinin olasılığını hesaplamaya çalıştı. Yamaçlardan tırmanan genç makilerle, doğanın kendini onarma azmiyle uzlaştı. Orada onu unutmaktan, bastırmaktan koruyacak bir görünüm buldu. Örnek alacağı bir direnç, ihtiyaç duyduğu, içindeki fısıltıyı bastırmayan bir sessizlik. Yine de yalnızlık yakıyordu.
Sonra kayaya tırmandı. İşte o zaman göz göze geldi denizle. Birbirlerinin iradesini sınayan iki rakip gibi gözlerini kaçırmadan uzun uzun baktılar birbirlerine. İnatları bilek güreşi yapıyordu sanki. Sonunda omuzları gevşedi, gülümsediler, kendilerine denk, yenişemedikleri bir hasım bulmuşlar gibi.
Sol ayağını sürüyerek kayadan indi. “Burası” dedi. “Burası iyi. Buraya yapacağız evi. Yıkın kerpiçleri, keresteleri.”
Gökçenur Ç.