9. Ağustos.21

Latife Tekin’in, o zamanlar küçük yaşta olan kızına edebi türler arasındaki farkları basitçe anlatabilmek için giriştiği, bir söyleşisinde anlattığı [Unutma Bahçesi’nde de bahsettiği] karşılaştırmalı tanımın [“Şiir uzaklara bakarak yazılır, bu hayata ait değildir. Öykü karşı komşunun penceresine bakılarak yazılır, gündelik yaşama aittir. Roman ise önüne bakılarak yazılır.”] bir benzerine Necati Cumalı’nın Değişik Gözle adlı kitabında yer alan “Aklım Arkada Kalacak” adlı öyküsünde rastladım:

“Hikâye mi arıyorsun dünyada? Al, işte! Burnunun dibinde. Şu sokağın içinden gözüne ilk ilişen evi seç. Yeter ki gönlünde, o evin insanlarını tanımak isteyecek merakın olsun! Ne işin var uzaklarda?”

10. Ağustos.21

İşten biraz geç çıkınca akşam yemeği için gidip bir yere, açık havaya oturdum. Biraz sonra, içeriden bir çocuk camekana ellerini pat diye yapıştırdı tam sağımda. Dönüp dil çıkardım. Hemen yanıma intikal etti. Lahmacun yiyeceğim ama acılı yiyemiyorum ben dedi. Ben de dedim. Elinde tuttuğu oyuncağını gösterdi, havalıymış dedim. Annesi müdahale etti hemen, rahatsız olurum diye. Çocuk içeri yollandı ama biraz sonra yine damladı yanıma. Adımı sordu, adını söyledi. Bizim komşumuz var onun da adı Onur dedi. Off ya, anlatacak ne çok şey var dedi. Öyle dedim, anlatsana. Dedesinin yanına, İzmir’e gidecekmiş yarın. Belli olmazmış, bir gün de kalabilirmiş, bir hafta da. On gün de olabilirmiş. Duruma göre bakarsın dedim, kafa salladı. Ben de İzmirliyim dedim. Ben Çorumluyum, Ankara’da doğdum, İzmirli değilim dedi. Memnun oldum dedim, ben de memnun oldum Onur dedi.

Çocuklardaki bu teklifsizlik, bu doğrudanlık o kadar güzel ki. 5-6 yaşlarındaki bu arkadaşla 5-6 dakika sohbet ettik. Annesinin rahatsız olacağımı düşünmesi yersizdi ama 5-6 dakika değil de 50-60 dakika konuşsak sıkılırdım muhtemelen. Hoş, benim bu fani dünyada 50-60 dakika sohbet ettikten [sohbet derken, en çok kim konuşacak mücadelesiyle geçen beyhude bir rekabetten bahsediyorum] sonra sıkılmayacağım insan sayısı iki elin parmaklarını geçmez.

Ezcümle, Cumalı’nın dediği doğru ama bazen de hikaye gelip bulur sizi. Karşı komşudan değil de yan masadan gelir bazen.

11. Ağustos.21

Horst Blanck’ın “Antikçağda Kitap” adlı kitabından [Dost Yayınları, s. 164]:

Vitruvius şöyle der: “Yazının o büyük cazibesine kapılan Attalos kralları herkesin kullanımına açık olan muhteşem Pergamon kütüphanesini kurdular.” Sonda yer alan ad communem delectationem [ortak zevk için] ifadesini sözcüğü sözcüğüne alırsak, İskenderiye kütüphanesinin aksine, Pergamon kütüphanesinden geniş bir bilim ve edebiyat çevresinin yararlanması öngörülmüştü diyebiliriz.

***

Sosyal medyada yazarlar, kitaplarının satıldığı sitelerin linkini filan paylaşıyorlar, “kitabımı şuradan satın alabilirsiniz” diyorlar ya, aynı durum neredeyse 2,000 yıl önce de varmış. Yukarıda andığım kitaptan alıntıladığım şu dizeler İ.S. 84-86 yıllarına tarihleniyormuş:

“Eğer istersen şiirlerimin hep yanıbaşında durmasını,
ve uzun yollarda sana eşlik etmesini,
o zaman satın al onları! Parşömeni minicik yapraklar halindedir;
büyükleri varsın sandıkta dursun, ancak benimkiler el kadardır.
Fakat nerede satıldığımı bil de, şehirde ki her yeri arama diye
bulmak için beni, güzelce tarif edeceğim sana yerimi.
Minerva’nın pazar yerinden ve Pax’ın tapınağından hemen sonra,
sor alim Lucensis’in azatlısı Secundus’a.”

Yanlış anlamadıysam bu dizeler Martialis’e ait.

Martialis’in Juan Cruz Melero tarafından yapılan bronz büstü

Martialis, benim sevdiğim bir şair. Oktay Rifat’ın çevirdiği ve derlediği “Yunan Antologyası ve Latin Ozanlarından Çeviriler” adlı kitapta rastlamıştım adına ilk. Sonra birkaç şiirini İngilizceden çevirmeye kalkıştım ve yayımladım.

Oktay Rifat, “Yunan Antologyası ve Latin Ozanlarından Çeviriler” kitabında şöyle bahsediyor Martialis’ten:

“Kitabımızda dört ozan var. Bunlardan üçü, Katullus, Vergilius, Horatius Latin şiirinin sultanlarıdır. Martialis de öyle. Ama yine de onlardan başka bir adam. Daha üstün değil. Belki onlardan aşağı. Ama daha tatlı, daha cana yakın. İsa’dan sonra I. yüzyılda gelişen gerçekçi akımın en büyük ustası. Yalnız epigramma’lar yazıyor. Çoğu zaman pek kısa iğnemeler bunlar.”

12. Ağustos.21

Martialis’e, Besim F. Dellaloğlu’nun “Poetik ve Politik” kitabında da rastladım: Besim Bey’in demesine göre intihal [plagiarius] terimini edebiyat alanında ilk kullanan kişiymiş bizim Martialis. Ondan önce, sözcük, Eski Roma’da “bir köleyi çalan adam” anlamında kullanılıyormuş.

Hamiş: Rukiye Yıldız’ın çevirdiği şu yazıyla mesele açıklığa kavuşmuş oldu. Martialis’in intihali dile getirdiği dizeleri bu yazıdan alıntılıyorum:

“Şöhret senindir Fidentinus, kitaplarımı millete kendi kitabınmış gibi okumandır.
Şiirlerin bana ait olduğunu ilan etmek istersen sana onları bedavaya gönderirim.
Şiirlerin sana ait olduğunun söylenmesini istersen bir tane satın al ki artık benim olmasınlar.”

***

Martialis başka bir epigramında da benzer bir serzenişte bulunuyor. 1975 yılında Hürriyet Yayınları arasında, “Türkan Uzel – Tunga” çevirisiyle yayımlanan Seçme Şiirler kitabından:

Kitaplarımı istiyorsun, Quintus, benden,
yanımda yok, kitapçı Typhon’da bulunur.
“Şiirlerin için boş yere para vermem,
aklım başımda, ben daha delirmedim ya!”
diyorsan eğer, ben de delirmedim daha!

Burada da yazarların, çevirmenlerin, şairlerin hâlâ uğraştıkları bir soruna değinmiş Martialis. Bugün hâlâ kitapçıdan almak yerine yazardan kitap isteyenler yok mu? Oysa, bunu buraya yazmak bile zül geliyor bana ama, telif alan yazarlara çok sınırlı sayıda kopya verilir yayınevinden. Okumak istediğiniz kitabı, yazarından değil kitapçınızdan isteyiniz.

13. Ağustos.21

Bir hafta on gündür elimde olan “İnsan Türleriyle Yakın Temas” adlı kitabı iştahla okuyorum. Paleantropolog Sang-Hee Lee’nin bu kitabı, bencileyin zırcahilin bile anlayabileceği bir dille yazılmış. Ekleri müstesna 22 bölümden oluşan kitabın alt başlığı Bir Paleantropoloğun Evrim Halindeki İnsana Dair İncelemeleri. Dolayısıyla ten renginden et yemeye, süt içmekten yamyamlığa insana dair epey konu ele alınıyor.

Sang-Hee Lee

Sanatçı Neneler başlıklı bölümde uzun ömrün peşine düşüyor Sang-Hee Lee. Evrimsel süreç içinde, tam olarak ne zaman uzamaya başladı atalarımızın ömrü? Neden uzamaya başladı? İnsan ömrünün uzamasının evrimsel bir avantajı bulunuyor mu? [Çok da avantajlı olmadığını öne sürüyor yazar.]

Benim hassaten ilgimi çeken ise yazarın, bir araştırma sonucuna dayanarak ortaya attığı bir varsayım. Bayan Lee, insanda uzun ömrün “yalnızca” 30 bin yıl önce, Üst Paleolitik kültürle birlikte ortaya çıktığını söylüyor. [Evet, yazar bu “yalnızca”yı epey kullanıyor. Biz Yetim İsa’dan bu yana geçirdiğimiz yalnızca 2000 küsur yılı gözümüzde çok büyüttüğümüzden olsa gerek, her “yalnızca”da gülümsüyorum.] Sang-Hee Lee, mağara sanatının da aynı dönemde canlandığından yola çıkarak uzun ömür ile sanat arasında bir bağlantı olabileceğinden açıyor:

“Bir neslin süresini yirmi beş yıl kabul edersek, iki nesil elli yıllık, üç nesil de yetmiş beş yıllık kültürel hafızayı paylaşabilir. Uzun ömür bu şekilde giderek çoğalan bilgi üretimi, paylaşımı ve birikimi için fiili bir mekanizma işlevi görmüştü. Sonunda sanatın ve anlamlı simgelerin doğuşunda da rol oynamış olabilir.” [İnsan Türleriyle Yakın Temas, s. 94]

Doğrusu, ben mağara sanatı uzmanı değilim ama mağaraya çizilen resimlerin bilgi paylaşımıyla ilgili olduğuna aklım yatmadı hiç. Mağara resimlerinin bilgi paylaşımı amacıyla yapıldığını sabit kabul edersek, o halde mağara duvarlarının tuval değil, kara tahta işlevi gördüğünü kabul etmemiz gerekir ki bu durumda da sanat’tan bahsedemeyiz.

***

Sanat ya da değil, söz konusu mağara resimleri çok etkileyici. Yakın zamanda, galiba MUBI’de izlediğim “Cave of Forgotten Dreams” adlı belgeselde, Güney Fransa’da bulunan [halka ve turizme kapalı] Chauvet Mağarası’na giriyordu yönetmen Werner Herzog. Bulup bir daha izlemeli.

Onur Çalı