
Büroda bir telaştır gidiyor. Ecinniler (sehven sehven sehven) patronlar haber göndermiş, birimizin eti kemirilecek. Açlıklarını dindirmesi için içimizden bir kurban seçmeliymişiz. Patronların yetkisi var; etim senin kemiğim senin diyerek sözleşme imzaladık işe girerken. İstedikleri zaman bizi kurban etmek haklarıdır. Herkes çoluk çocuğum, sevenim var diye dil döküyor ötekine. Belki biri öne çıkar kendisini feda eder diye. Ölümün yalnız böylesi makbuldür, birilerini kurtaracaksa. Yine de o kişi ben olamam kim olacaksa olsun. Çünkü kurban etmek istemem kendimi. Çünkü benim dünyam küçüktür. Çünkü bu küçük dünyada mecburum çalışmaya üstelik.
Rıfat feda etsin kendini, ne âlâ. Onun tuzu pek kuru. Cebi her daim doludur. Rıfat bir adım öne çık. Terk et büroyu, muradımıza erelim. Bir sonrakine kadar, ecinnilerin (sehven sehven sehven) patronların açlığı dinene kadar…
Rıfat söylendi durmaksızın. Acındırdı kendini. Acındırdığını bile bile kandım ona. Yazık dedim ona da, diğerine de, ötekine de. Öne çıktım, şöyle söyledim, her birimizden küçük bir parça dindirmez mi onların açlığını? Mesela, her birimiz bir parmak feda etsek? Uzatın serçe parmaklarınızı da bir görelim. Herkes parmağını uzattı. İşaret parmağını. Ortalarına aldıkları beni gösteriyorlardı. Dediler ki, senin kimsen yok. Yaşayıp ne yapacaksın, para senin neyine. Bir insan olmadan yanında yörende, hatta koynunda ölüm sana revadır. Hem patronların ısırdığı yerde gül biter. Hem sana kapımız her daim açık olur. Yanımıza gelirsin dertleşiriz. Sen dert anlatırsın biz dinleriz. Rıfat araya girip elini omzuma atıp konuştu, “Çalışmak, yalnız para için mi? Ben kim için çalışıyorum, sevdiğim için, çocuğum için. Sen kim için çalışıyorsun, kimse için değil.”
Gür bir sesle tekrarlamaya başladılar. Bir senfoniydi sanki. KENDİN İÇİN BİLE DEĞİL, KENDİN İÇİN BİLE DEĞİL. Sesler yeri göğü inletince, bir küçük ecinni (sehven sehven sehven) patron içeri geldi. Herkes bir anda sesini kesti. Küçük patron durup sağı solu süzdü. Sonra şöyle dedi, “Hep beraber söyleyin: PATRONUM İÇİN, PATRONUM İÇİN!” Karar verilmişti. Zamanı geriye alabilsem hiç öne çıkmazdım. Ne diye cengâverlik ettim. Eskiden babam şöyle demişti: “Hep arkalarda olmalısın.” Onu dinlemedim, boynuma ilmek geçti.
Üstelik en başında bu hakkı onlara verdiğim için bu bir cinayet değildi. Ölüm raporuma neden olarak ne yazılacaktı peki? Rıfat zihnimi okuyordu, kulağıma fısıldadı, “Doğal ölüm yazacak tabii. Başka türlüsü olmaz.” Oysa ben, gözlerini yumandım. Kulağını tıkayan, sesini çıkarmayandım. Bana dokunmayan yılana dualar edendim. Ayakaltında kalmayayım diye kenara köşeye saklanandım. Ben, ben olmaktan çıkıp niye öne çıktım?
Haber geldi, üst kata çağrıldım. Merdivenleri çıkarken ölüp bittim. Hiç bu denli göğe tırmanmamıştım. İşe en aşağıdan başlayıp hep en aşağıda kalmıştım. Meğer bina uçsuz bucaksızmış. Yorgunluktan birkaç kez bayıldım, kendime gelince tırmanmaya devam ettim. Sanki arşıâlâya vardım. Geldiğimi tabak çanak seslerinden anladım. Meclis kurulmuştu. Ziyafet verilecekti. Önlerine çıktım. Zaten yolda çok kilo kaybettim dedim. İyice bakın, etim ne budum ne. İçlerinden birisi el işaretiyle beni susturdu. Yani aramızda kaç metre vardı bilmiyorum. Sanki bir tuşa bastı, durduğu yerden lafı ağzıma tıktı. Bunlar son çırpınışlarımdı o yüzden tekrar konuşmaya başladım. Dedim, bakın boynum kıldan ince, bunun neresi ağzınıza layık. Bunu söylerken şöyle düşündüm. Kimse bunu hak etmiyor, benim haricimde. BENİM HARİCİMDE. Benim kimim kimsem yok diye fısıldadım. Beni işitmemişlerdi. Ortalık mahşer yeri gibi kalabalıktı. Hepsi siyahlar içinde, bana bakıyorlardı. Ben de kara kara düşünüyordum. Yine can havliyle çıkıştım: Aslan paylarınız hâlihazırda size yetmiyor mu, karnınız niçin hiç doymaz? Neye uğradığımı şaşırdım, hiddetlenmişlerdi. Bağrış çağrış seslerine karın gurultuları eşlik ediyordu. İçlerinden biri konuşmaya başlayınca sustular, “Biz kolay kolay doymayız.”
En sonunda ecinniler dedim(sehven de demedim, patronlarım da demedim), size karşı gelmeye artık takatim kalmadı. Fermanınız başım gözüm üstüne. Hatta sevinirim, bu kirlettiğiniz eti, mideye indirmenize.
Derken Rıfat bir anda yanımda belirdi. Nefes nefeseydi. Sırtında Mustafa Ağabey’i taşıyordu. “Gerek kalmadı!” diye bağırdı. “Bizim muhasebeci, kalp krizi geçirdi. Emekliliğini göremedi, yazık.” Yanımdan geçti, ecinnilerin önüne çıktı. Mustafa ağabeyin cesedini orta yere bıraktı. “E o zaman gerek yok,” dedi, bir büyük ecinni. “Şimdilik bununla idare edeceğiz artık. Yine de önümüzdeki günlerde bir kişiyi daha kurban etmek zorunda kalacağız. Dikkat edin, gözümüz üzerinizde”. Rıfat’ın yüzü düşmüştü. Bense en azından bir süre daha kurtulmanın sevincini yaşıyordum. Biraz önceki düşüncelerimin hepsi zihnimden siliniverdi. Ne kendim ne de kimse için yaşıyordum; YALNIZ İŞİM İÇİN YAŞIYORUM, YALNIZ İŞİM İÇİN YAŞIYORUM diye haykırdım. Merdivenden aşağı inmek için hareketlenmiştik. Ardımdan BRAVO, BRAVO diye sesleniyorlardı. Belki de ilk defa takdir ediliyordum. Rıfat’la koşturarak merdivenleri inmeye başladık. Bir an kötü bir düşünce peyda oldu zihnimde. Rıfat’ı itersem, belki o hızla kafasını bir yerlere çarpar, ölürdü. Önümüzdeki günlerde yaşayacağım korkudan şimdiden kurtulur, uzunca bir süre rahat ederdim.
Merdivenleri ikişer ikişer iniyorduk. İşimizin başına dönmek için sabırsızdık. Derken omzumda Rıfat’ın elini hissettim.
Atakan Boran