Duran Emre Kanacı
Öncesi

Yokuş

Alışkanlıklarımı severdim. Taşkın bir akarsuda sağa sola savrulur giderken ben, beni yavaşlatan çapalarımdı alışkanlıklarım. Bir göz kırpışında batıyor mu güneş? Salla bir çapa, akarsuya. Günler gitgide karışıyor mu birbirine? Salla bir çapa. Ve yavaşla. Yavaşlat zamanı da. Karaya çık. Küçücük de olsa, cam bir kürenin içinde donup kalmış bir an artık hediyedir sana. İşte o hediyeyi, alışkanlıklarım verirdi bana.

Bakkalın aşağısında, terzinin ötesindeki yokuştan çıkılır evime. Ve o yokuştan inerdim ben her sabah, aynı saatte. Sanmayın işe yetişme gayesiyle yuvarlanırdım yokuştan, aklımda tepişen geç kalış bahaneleriyle ya da sanmayın salınırdım kız arkadaşım meydanda beklerken beni, az daha beklesin diye naza çekerek kendimi. O yokuştan yalnız kendi sevincimi yaşamak için inerdim ben her sabah, aynı saatte.

Daha yokuşun yarısına varmadan burnuma çarpardı deterjan kokusu. Pansiyonda çamaşırlar yıkanmış, yola bakan bahçeye serilmekteydiler. Tam tabelanın önünde dururdum her sabah. “Pansiyonun girişi diğer yoldadır. İmza: Sizi seven Gül ablanız.” Aynı yazı, çat pat bir İngilizce ile tekrar ederdi kendini. Yokuşu tırmanıp yazıyı okuyunca oflaya puflaya gerisingeri inen turistler çok eğlendirirdi beni. Bazen pansiyonun bahçe çitlerine yığılıp bir sigara yakmaya meylederlerdi. O zaman Gül abla öteden fırlar, “İs kokutacaksınız çamaşırlarımı,” diye çıkışırdı.

Konukların çamaşırlarını kendi malı gibi koruyan Gül ablanın asıl adı, Gülasya’ydı: Asya’nın en güzel gülü. Dedesi koymuş ona bu adı, hangi topraklarda filizlendiğini unutmasın diye. Pansiyonda dört dönerken ve tükenirken ömrü aynı hızla, adı da budanmış, Gül kalmış. Buna içerler miydi bilmem, yine de herkesler “Memo,” derken o “Mehmet Rıza,” diye çağırırdı beni, gayret ederek adımın hakkını vermeye.

İşte, yokuşun yarısında çitlere yaslanıp seyre başlardım pansiyonu her sabah. Yine Gülasya, dişlerinin arasında mandalla bana pişi teklif ederdi, üzerine turunç reçeli de sürmeli, yanına bahçeden topladığı maydanoz. Çünkü o saatte verilmeye başlardı pansiyonda kahvaltı. Yetmiş iki milletten -aman ha, yoktur buçuğu!- beşerin başına çatı olurdu pansiyon, midesine de bayram ettirirdi. “Dur hele Gülasya,” derdim ve kısar gözlerimi, süzerdim bazı kıyafetleri, damlalar üzerlerinden düşerken toprağa.

En sevdiğim demeyeyim, yine de çok sevdiğim alışkanlıklarımdan biriydi, içine giren beşerin tabiatını tahmin etmek o kıyafeti tartarak. Gülasya’nın, dudağında yarım bir gülümsemeyle eşlik ettiği oyunumuzdu bu. Mevsimlerden yazsa zordur elbet tahmini; askılılar, şortlar ayyuka çıkarmaz sahibinin tıynetini, bazısının patavatsızca iddia ettiğinin aksine. Fakat güze dönmüşse günler yahut ramak kalmışsa kış rüzgârlarının bastırmasına, -yine de hafiftir buraların kışı- değmeyin keyfimize.

“Şu beyaz gömleklerden iki çift yıkamışsın, sormalı sahibine, iş başvuruları nasıl geçmiş?” Mahcuptu Gülasya, çekik gözleri kayboldu ay suratında, “Sus Mehmet Rıza!” dedi, “Esefliydi yüzü kızcağızın, inmeyecek herhalde kahvaltıya.”

“Vah vah. Fakat şuradakiler ne neşeli peştamallar, renkleri, dikişleri? Kaplıca yolcularımız mı var? Öyle mi? O şehirde eklem ağrıları mevsimidir şimdi, ben sana söyleyeyim, en az iki hafta daha burada kalırlar. Peki, şu hırkanın sahibi oğlana götürmez misin bir bardak adaçayı? Bu havada hastayken ter atmak için iyi bir seçim, hem kolları sünmüş akan burnunu silmekten.”

“İlahi!” Ellerini bacaklarına vuruyordu Gülasya, “Daha iyi şimdi, ekinezyalı kür hazırladım da içirdim evvelsi gün, tatilinin kalan yarısı geçmeyecek beyhude.”

“İyi ya,” dedim, kahkaha attık. “Var git yoluna,” demişti ancak o zaman cam kürenin içinde yeniden donuyordu o an, Gülasya çamaşır makinesini bir tur daha döndürecek, sonra kahvaltıyı toparlayacaktı. Belki öğle molamda uğrayacaktım yanına, o anlatacak, ben dinleyecektim. Yüzünde seyredecektim tekrarlanan anların parıltısını ve bilecektim ki o anlar hep oradadır.

İlçe

Yokuşun sonunda ilçenin haritası açılıverirdi önüme; yeşili ve mavisi, kızılı ve sarısı ile yönünü seçmesi bedava. Toparlayabilirsem gözümü kuzeydeki mesirelikten, az mı piknik yapmıştık orada gönül verdiğim kızlarla, hepsiyle aynı çamın atına sererek çulumuzu, sanki ilk kez vakıf olmuşçasına bu ulu ağacın gölgeliğine, toparlayabilirsem gözümü kuzeydeki yeşilden, az batıya, yeşilin mavi üzerine bindiği kıyıya çevirirdim gözlerimi, köpük köpük, bakışlarım deniz boyu huşu ile dolanır, önümdeki meydana varırdı sonra, sabah kalabalığı içinde Allah’ın selamı dudaklardan çıktığı gibi nemli havaya karışır, orada ilkokulun ziliyle, belediyenin anonslarıyla buluşurdu, bilirdim ki tepelerde bir yerlerde ilçenin bu temiz sesleri raks ederdi ve işte tam da burada, güneyde başlardı ilçenin kızılı; ilkokulun, belediye binasının, onun civarındaki irili ufaklı işyerlerinin tuğla duvarları sabah güneşiyle yanar da yanardı, komşu vilayetlere varan anayol boyunca dizilmiş bu yapılar ilçenin susamış diliydi, o dil ki uzar gider, doğuda, anayol sırtlarında başlayıp kim bilir hangi dağların eteklerine kadar varan o ilçenin sarısını, bereketli tarlaları yalardı, hele güz olsun, insancıklar karınca misali bellesin kara toprağı, atılsın tohumlar, geçsin bahar, yazın yüzü insin tepemize, o zaman ki altının hasından daha has parlardı buğday, o biçilirken çekirge orduları can havliyle çökerdi ilçenin üzerine fakat sanmayın Allah’ın bir lanetiydi bu gönderilen, helak edecekmişçesine firavun ve hısım akrabasını, bereketti bu, safi bereket.

Kuzey

Kolay değildi toparlayabilmek gözleri kuzeydeki mesirelikten. Yokuş boyu bir çeneye dizilmiş dişler gibi muntazam evler çıkınca görüş alanından, mesirelik ötede bir Zümrüt Şehir olur, bende, takunyalarımı Kansaslı Dorothy gibi şevkle birbirine vurma isteği uyandırırdı. Ben her sabah sırtımı telefon direğine yaslar, kollarımı göğsümde bağlar ve kuzeye ıslık çalardım. Şaşkın bir korkuluk çıkacaktı sağdan, beraberinde takır tukur bir teneke adam ve de titreyen bir aslan.

Yalnız, ıslığıma karşılık ilkin akçaağaç ışıldardı, akıtmak için ilçeye güneşi. Yaprak ayalarında huzmeler. Berisinde bir hareketlilik, karaçamın kozalakları tırtıllar gibi birbirleri üzerinden yükselirlerdi göğe, bir yarış halinde. Kestaneler selam dururdu yaşlı ardıca ve o ardıç ki atasıydı tüm ağaçların mesirelikte. Ve ben toparlayabilirsem gözümü kuzeydeki yeşilden, hemen önümdeki fırında kuyruğa girerdim.

Batı

İlçenin mavisi o zaman sol kolumda, batıda kalırdı. Çocuktum, hürriyet fikri bana işte burada, ötelerden yosun taşırken kıyıya vuran her dalgada ya da bereketiyle beraber ufukta beliren her balıkçı teknesine el salladığımda zuhur etmişti. Ekmek mayasının ekşiliği teslim alırken bizi her sabah, bir çocukluk anısı seçer ve batıyı seyrederdim.

Yarım somun, hızlıca çırpılmış yumurtaya bandırılacak. İki pide, uzatılmış bir kahvaltıya tereyağı ve reçelle eşlik edecek. Dereotlu poğaça, bakkaldan alınan meyve suyuyla okul yolunda iki ısırıkta yenecek. Önümdeki sıra bitmeye yakın, kâh sahilde o zamanlar mahalleye dadanan hırçın köpekle koşturmuş olur kâh diğer çocuklarla kayaların üzerinden çığlık çığlığa dalgaların arasına atlamış olurdum. Fırının sıcağına karşı hoş bir ürperti sarardı tenimi. Bir tane tahinli çörek, paket. Ve yine bir cam kürenin içine sızardı usulca o an, fırının sırasında denizi izlerken geçmişi yâd etmenin tatlı, hoş alışkanlığı donar, kalıverirdi.

Güney

Ve güneyde hızlanırdı ilçe, kabına sığmaz taşardı. Burası önlüklerini çekiştirerek andımızı yakalamaya koşan ilkokulluların harman olduğu yer, küçük memurcukların büyük işler başardığı erler meydanı, benim ekmek kapımdı; tuğla duvarlı ilkokul, belediye binası, işyerleri, tekmil yapılar aynı kızıllık içinde hizmet ederlerdi ilçeye ve sanmayın boş gezenin boş kalfasıydım ben, tüm curcuna içinde uzak bir gözlemciydim, hayır, çabucak alıştığım bir işi yapıyordum yıllardır. Topraktı benim hayatım.

Toprağın işlerine, çiftçinin elemine ortak olmamı koşul sunan bir dairede çalışıyordum, toprak dairesinde. Sıralı tuğla binalardan birinde, boş buğday çuvalları arasında, devasa bir kantarın gölgesinde çalışıyordum ve de nasırlı ellerin sıcak sohbetinde. Yılın bu zamanları çiftçinin bize en çok ihtiyaç duyduğu zamanlardı; mahsul hasat edilmiş, tarladan kaldırılacak, kontrolümüzden geçecek, satılacak, bereket inecek evlere. İşte, öğle saatlerinde mahsulü yerinde görmek için çiftçinin ayağına gidilecek, gidilecek ki hoş tutulsun onların gönlü. Onlar hoş tutulsun ki sürsün bereket. Sürsün idi.

Doğu

Dairenin motorlu bineklerinden biri yarım saatte atardı bizi doğuya, tarlalara. Anayolun komşu vilayetlere kıvrıldığı tepelerde aslan yelesiydi tarlalar. İlçede kısım kısım ahaliyle ahbap olmamızın sebebiydi bu topraklar; kimi toprağın sahibi, kimi sade çiftçi, kimi toplayıcı ve de kimi öğütücü. İşte, yine bir hasadı tebrik ediyor, sırtlarını okşuyorduk; mağrur, başları eğikti mütevazı fakat gözleri de parlaktı yaratmanın verdiği şevkle.

İlçenin sarısını karış karış ederdim böylece, bağlayarak ellerimi arkamda. Çünkü vardı bizim de arkamızda kudretli bir el, çiftçinin bir zamanlar gönül rahatlığıyla sıktığı. Çözerdim anlaşmazlıkları bu elin verdiği yetkiyle ve bu eldi esasında vatan toprağını karan. Alışkanlıklarımdan en sevdiğimdi, o ele özenir, eğilir kara toprağı karar ve havalandırırdım ki hazır olsun döllenmeye, hazır olsun doğurmaya. Ve işte böyle yoğurdum ben ilçeyi avuçlarımda, dağıldım dört bir yönüne ve taşıdım cam kürelerimi beraberimde, hiçbir iş zor değil, hiçbir gün kısır değildi öncesinde. Ben, vardım.

Sonrası

Doğu

Felaketlerin en büyüğü sessizce; zarfların içine özenle yerleştirilmiş faiz raporlarına, renkleri değişen ve üzerindeki sayıların büyüdüğü etiketlere sızarak, şartlar ve de şurtlar kuşanmış hâlde geldi. Arkamızdaki kudretli eldi parmaklarını topraktan çeken, bir yumruk hâline gelen ve inen nasırlı ellerin üzerine. Azaldı tohum çuvallarımızın yükü, ateş oldu da yaktı kavurdu pahası. Düşüktü yüzümüz ve insancıklar karınca misali dağıldılar başka vilayetlere, belleyecekleri yerde kara toprağı ve düştü yüzümüz iyice.

Doğunun bereketli toprakları, firavunun rüyasındaki yedi cılız inek gibi savrulup düşerken yere, dairenin motorlu binekleri daha az atar oldu bizi o yöne. Yoktu anlamı teftişe çıkmamın bağlayarak ellerimi arkamda. Çünkü vardı bizim arkamızda kudretli bir el, çiftçiye bir tokat basan. Şimdilerde en çok zoruma giden şey görememektir bir çekirge sürüsü doğudan kalkan ve çöken ilçenin üzerine çünkü bulamamıştır yurt belleyeceği buğday tanesini.

Güney

İlçeye geldiler; koyu takım elbiseleriyle ellerinde evraklar, ölçüm aletleri, telsizlerle dört bir yöne dağıldılar. Neyse ki tatil edilmişti ilkokul ve tedirgin olmadı çocuklar bu adamların varlığından. Güneyi yurt edindiler, belediye binasının koridorlarında tuğla duvarları titreterek yürüdüler. Birer birer geçti hepsi bir bilgisayarın başına ve birer birer ayakları kesildi orada iş gören memurcukların, erler meydanı el değiştirmişti şimdi.

Vakti gelince, daldılar bizim daireye ve daha içeri girmelerinden anlamıştık ki dışarı çıkışımız yakındır ve vurulacaktır kapıya bir mühür; öyle de oldu, tüm özeni gösterdiğimiz hesap ve kitabımızda vardı bir tutarsızlık muhakkak ve israftı artık dairenin açık kalması zira ekip biçmeler hiç de baş edilemeyecek kadar fazla değildi ilçede. İşte, öğle saatlerinde çiftçi mahsulünü toplamış ve alıcısının ayağına getirmiş, hoş tutmak ister onun gönlünü çünkü gaddardır bu eloğulları.

Batı

İnsan alışkanlıklarını yerine getirmeyi unutuyor bir zaman sonra, eğer taşıyorsa büyük bir tasa yüreğinde. Sanmayın işsiz kaldığıma yandım ilkin ve endişelendirirdi beni yoksul düşmek, hayır, miskinliktir beni korkutan. Uyuşup kalmak masa başlarında, sokaklarda, evlerde, başını çevirmek beşerden, açmamak ağzını. Bir miskinden daha hızlı yürüdüm, girdim fırın sırasına, belki tahinli çörek çıkmıştır umuduyla. Çünkü pahası yüksekti artık hububat ve tahılın, neyse ne, gözlerimi diktim batıya, ilçenin mavisine fakat gelmedi aklıma denize ilintili bir anı.

Beton direkler yükseliyordu kayaların arasından ve çitler parıldıyordu denizin dışında yakamozlar gibi. Sorduk; borular dediler, derin deniz, envai çeşit atıklar, deşarj dediler ve de kuvveti ilçenin mavisinin. Oysa hürriyetti deniz, açılmak ve açılmaktı, değildi kırılan dalgaların iniltisi ve ilçenin etrafından dolaşmak zorunda kalan balıkçı teknesi. Düşüp parçalandı elimden cam küreler göremeyince köpeklerle koşturacak bir sahil ya da çıkamayınca kayalıkların tepesine çığlık çığlığa dalgaların arasına atlamak için. Adımlar altında ezildi cam kırıkları, ağırlaşırken benim de adımlarım ve düşerken toprağıma bigâne, palto mevsimiydi, ellerim ceplerimde.

Kuzey

Bilinirdi herkesçe ormanın yağmuru çağırma yetisinin olduğu; bazısı dalların rüzgârla bir şarkı tutturup yağmuru tavladığını tahayyül eder, bazısı da ormanın derinliklerinde gizil bir elektriklenme gücüne yorardı bu durumu. Sebebi ne olursa olsun, kuzeyde, mesireliğin üzerinde kara bulutlar hemen her mevsim toplanır, birbiri içine geçerek sıkışırlardı. Yağmur iner, mesirelikteki son ağaca kadar ıslatır fakat şimdiki gibi sel olup ilçenin üzerine akmaz, evlere kirli toprak taşımazdı.

Yine habersizdik; imzalar atılmış, mesireliğin kâğıt üzerindeki adı ve sanı değişmiş, orta kahveler içilmişti. Islık çalsam duymaz oldu öteler, ilkin akçaağaç düştü yeri göğü inleterek. Yaprak ayalarında çamur. Berisinde bir hareketlilik, karaçamın dökülüp tırtıllar gibi kaçışan kozalakları süpürüldüler ustalıkla. Ayakta kalan bir kısım kestaneler imrendiler yaşlı ardıcın inadına ve o ardıç ki direndi yıkıma. Diplerine beton döküldüğünde ve eğdiğinde başını ince yaprakları, ben de kesip ıslığı yollandım yokuş yukarı.

Yokuş

Alışkanlıklarımı severdim. Küçücük de olsa, cam bir kürenin içinde donup kalmış bir an hediyeydi bana. Ancak anladım alışkanlıklarımın bana aslında ne ifade ettiğini, yitirince hepsini teker teker. Alışkanlıklarım, çapalarımdı benim, doğru, fakat onları kullanma sebebim ait olmakmış. Günün bir zamanına, bir yokuşa, dört bir yönüne ait olmak ilçenin.

Günler değişiyor diyemeden değişti günler. Durup düşünemeden, arkalarından kederlenemeden ve umut edecek vakti bulamadan gelecek günler için, eskileri ufalandı gitti. Ve şimdi ayaklarım hazır tırmanmaya yokuşu fakat yok takatim, bulamadım aradıklarımı gün içinde hiçbir köşede. Daha doğrusu, bulduklarım tanımadı beni; eski toprak, eski duvarlar ve eski köklerdi karşımda uzanan da yeniydi şekilleri ve şemaili.

Bakkalın aşağısında, terzinin ötesindeki yokuştan çıkılır evime. Ve o yokuştan çıkarım ben her gece, aynı saatte. Sanmayın babamdan azar işiteceğim endişesiyle iki adımda teperim yokuşu, karayken yüzüm eve ekmek getirememe suçundan ya da sanmayın uzatırım yolu sallanarak içkinin de etkisiyle, bir sarhoş gibi mahalleye dadanan. O yokuştan yalnız kendi hüznümü yaşamak için çıkarım ben her gece, aynı saatte.

Daha yokuşun yarısına varmadan burnuma çarpar anason kokusu. Otelde konuklar masalara konmuş, yola bakan atıl bahçede demlenmekteler. Tam tabelanın önünde dururum her gece, yazısı silinmeye yüz tutmuş. “Pansiyonun girişi diğer yoldadır. İmza: Sizi seven Gül ablanız.” Eğilir, gözlerimi kısar da o yazıyı tekrar tekrar çekerim içime. Bahçede ahali yadırgar çitin berisindeki hallerimi, kibritlerini gözümün içine bakarak tutuşturur sırtı kalın beyler. O zaman Gül abla öteden fırlayacak, “Mehmet Rıza, hoş geldin!” diyecek gibi olur.

Elinden gelse beni kendi oğlu gibi korur, bağrına basardı Gülasya, “Asya’nın güzel gülü.” Yola çıktı dedesinin ona bu adı koyduğu topraklara doğru. İsteyerek değil elbette, onca yolu isteyerek kat etmenin ihtişamına çok az beşer sahiptir bu evrende. Buna içerledi mi bilmem, yine de mevsimi gelince iş için göçenler “Hoşça kalın!” derken, o bir elvedayı bile çok gördü, biliyordu geri dönmeyeceğini. Bu yurtlar eskisi gibi değil.

Oteli es geçerim, bitiririm yokuşu zira beşerin tabiatını tahmin etmek işten bile değil artık, bunun için oyun oynamak zaman kaybı; beşerin yeni yüzünde bana tanıdık olmayan bir karaltı, kötücül belki, hem beşer de yabancılar artık beni.

Tekrarlanan anların parıltısı söneli çok oldu yüzlerden.

Duran Emre Kanacı