Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):
4 milyar 540 milyon 874 bin 673. Yıl, 110. Gün:
LÜTFİ ÖZKÖK / SAMUEL BECKETT’İN PORTRESİ
“Kültür alanında Beckett’in (1906-1989) yüzü en iyi bilinenlerden biridir (Bu fotoğrafların belki de en ünlüsü Lütfi Özkök’e aittir). Yüz çizgilerinin haritası deneyimini ortaya koyuyor. Sigarası dengeyi dünyevi unsurlara doğru çekse bile gözlük, yargılama ve analizi temsil ediyor. Lütfi Özkök’ün (1923-2017) fotoğrafa başlaması bir ihtiyaçtan doğdu. Stockholm’da edebiyat alanında çevirmen olarak çalışırken, ondan kitap çevirileri için yazar fotoğraflarını sağlaması da istendi ve o da fark etti ki bunu gerçekleştirmenin tek yolu fotoğrafları kendisinin çekmesiydi. Sonunda, Beckett döneminin ünlüleri olan Char, Duras, Milosz ve Neruda gibi isimler de kamera önüne gelenlere dahil oldu. Özkök’ün, Beckett’i çok iyi tanıdığı anlaşılıyor. Bir söyleşisinde, (fotoğrafla ilgili olarak) karanlık odadaki ‘yalnız ve sessiz’ uğraşısından tatminkâr bir tarzda söz ediyor. Renkli fotoğrafları karamele benzeterek siyah-beyazı tercih eden Lütfi Özkök’ü 1950 yılında Stockholm’a getiren ve oralı yapan bir İsveçli kadınla evliliğidir.”
Fotoğraf Kitabı (The Photo Book), Phaidon, 2000.

112. Gün:
BİR ZİYARETÇİNİZ VAR
Bir yazarımız, yazar arkadaşları tarafından arkadan bıçaklandıktan sonra başını taşlara vurarak kendini kaybeder. Hastanedeki yoğun bakımda ve özel bakım koşullarında uyanmadan 15 yıl geçirir. Yaşarken, bir yayınevi sahibi olmadığı için kestirmeden ünlü yazarlar arasına girememiştir. Derken, günlerden bir gün uyanıverir. Ama ne uyanma! Araf’ta geçirdiği 15 Dünya Yılı aslında 15 Araf Saati’dir. Kalabalık ruhlar arasında ruhunu arayanların kalabalığı içinde ruhunu aramaktan yorgun düşmüş, tam pes edeceği sırada, kendi ruhuyla gözgöze gelivermiştir. Araf’ın onlara Cennet ve Cehennem gibi çok sınırlı iki seçenek sunmasından ve cefasını sefasıyla dengeleyen eski dünyalarını daha heyecanlı bulduklarından olsa gerek, o anda kararlarını verip Dünya’ya dönmüşlerdir. Alçak tavanlı bir odada uyandıklarında, ruhu mu yazarın içindedir, yoksa yazar mı ruhunda gizlenmiştir, bunu söylemek zordur.
Yavaş yavaş hayata alışır: Maske-Mesafe-Hijyen kuralını öğrenir; teknolojik yeniliklerle donanmış yetişkin oyuncaklarının marifetlerini, ‘doğal kaynaklara el koyma’ ve ‘mülteci yaratıp onu ucuz işçiye dönüştürme’ savaşlarının insanî ve hayvanî sonuçlarını anlar; yaşadığını sandığı aktörlerin, ünlülerin, arkadaşlarının ölüm haberlerini bir bir alır. Ailesindeki nicelik ve nitelik farklılıkları da dikkat çekicidir. Fakat, en çok kendi ününe şaşırır ve sevinir. Artık, ülkesinde tanınmış bir yazardır. Yaşarken, şimdi bir kült olan ilk romanını bitirdiğinde, değer verdiği bir yazara göndererek görüşünü rica ettiği halde yazarın cevaplama inceliğini bile göstermediğini anımsar. Yaşarken edebiyatçılar arasında benimsenmemesini kıskançlığın hiçbir canlıyı affetmeyişine bağlar.
Yokluğunda, “Kendi döneminin insanını, döneminin tarihini ve hakikatini gözardı etmeden hayalgücüyle buketlenen metaforik unsurlarla nesnelliğe taşıyan ve edebiyatımıza bir insan ömrü süresinde erişilemez yetkinlikte katkı sağlayan yapıtları…” hakkında üniversitelerde hazırlanan lisansüstü ve doktora tezlerini okuması yazarın epey zamanını alır. İlgisini esirgemeyen eleştirmenlerin yazılarından ve onun edebiyat anlayışı üzerine gerçekleştirilen seminerlerden derlenen kitapları edinir. Çok satanlar listesinde ilk 10 sıradaki 3 yıl süren misafirliğini öğrenir. Konu edebiyat olmasa sebebini ideolojik tercihlere bağlayacak kadar, kitaplarının yayın haklarının bir yayınevince tekelci zihniyetle sahiplenilmesini yadırgadığı halde, düzene bireysel başkaldırının ‘adam asma’ oyunuyla sonuçlandığını anladığından sesini çıkarmaz. Kitaplarının baskı sayısı ona “Yok artık!” dedirtir.
Sinemada ve sanatta olduğu gibi edebiyatta da her yapıtın yazara ait bir proje olduğu herkesçe biliniyorken, yokluğunda bazı akademisyenlerin 150 sayfalık bir romanı için 250 sayfa yazı yazma başarısını gösterdiğini fark ettiğinde önce, araştırmacının nasıl olup da kitabın yazarı olan kendisinden daha ileri düşündüğünü anlamakta güçlük çekse de sonra, araştırı-eleştiri kurumunun saygınlığı için kendilerini olanca donanımlarıyla işlerine veren bu iyi niyetli insanlara karşı anlayışla yaklaşmayı yeğler.
Ama öyleleri vardır ki, onlara gönül koymazlık edemez: O uyurken bilimin öncülüğünde geliştirilen yeni eleştiri teknikleriyle, yazdıkları içinde neyin ne olduğunu bulup onu bir düşünce kalıbına sokan ve bunun sonucunda okurun okuduğunu özgün duyumsamalarla sindirmesinin önünü keserek onu eleştirmen gibi düşünmeye zorlamakla görevli bir önyargı mekanizmasının devreye girdiğini kavrayınca üzüntü duyar. Hele, bir eleştirmenin, okura yardım olsun diye, “Yazar aslında şunu şunu diyor. Bize bunu göstermek, şunu anlatmak istiyor” diye yazmış olduğunu fark edince içinden “Bu kadarına da pes!” diyerek tepki vermesi, her okurun bir yapıtı değerlendirirken önce kendi akıl, yaşanmışlık, bilgi, duygu ve sezgi tartısıyla tartması gerektiği düşüncesine ters gelmesindendir. Ne ki, neoliberal silahlara sahip post-postmodern edebiyat dünyasında eski fikirli sayılma çekincesiyle ‘kendine saygı duvarı’nda açılan bir deliğe rağmen suskunluğunu korur.
Yalnız kaldıklarında ruhunun da gelişmelerden sıkılıp şikayetçi olduğunu aynadaki yüzünden anlayan yazarımız Araf’ı özlediğini hissetmektedir.
115. Gün:
ŞAŞIR VE YAŞA
Not almışım: Amerika’da 2000 yılının son ayında, hamile bir kadına karaciğer yetmezliği tanısı konmuş. Anneyi kurtarmanın yolları aranırken bakmışlar ki, zamanla kadın iyileşiyor. Doktorlar, bebeğin kendi karaciğeri ile anneyi desteklediğini söylemişler. Bebek, doktorları haklı çıkaracak şekilde normalden büyük bir karaciğerle doğmuş. Doğum sonrası, bebekten aldığı desteği kaybeden anne hemen bir ciğer nakli ameliyatı ile kurtarılmış.
Doğanın kendini yok etmeye yönelen bir canlı türüne hiç de sıcak bakmadığını biliyorum da, “Bu içgüdü mekanizmasının bencilliğe kadar varması gerekir miydi?” diye sormaktan kendimi alamıyorum. Demek ki, bencillik daha anne karnındayken başlıyor: ‘Ben doğup yaşayayım da gerisi ne olursa olsun.’ Bebek doğar doğmaz annesini, atmosferden ayrılırken dünyaya bırakılan bir uzay kapsülü gövdesi gibi kaderine terk ediyor.
116. Gün:
İroni, ciddiyetle ele alınması gerekeni ortaya koyma hünerini gösteremiyorsa neye yarar?!