Sevdiğim kurmaca metinleri tekrar tekrar okumak, bu metinlerle düşünmek, zihnimde yeni kanallar açmak edebiyatla ilişkimi derinleştirmek gibi geliyor bana. Bir süredir bunu kendim için yapıyordum ama derli toplu bir iş yapmak, bunu da düzenli yazılarla paylaşmak düşüncesi aklımda belirince Parşömen’in kapısını çaldım.

İşte biraz da sezgisel bir dürtüyle giriştiğim ve düzenli olarak yazma niyetinde olduğum bu yazıları, iki kurmaca metin üzerinden benzerlikler kuran, farklılıklara dikkat çeken serbest çağrışıma açık denemeler gibi düşünüyorum.

Gabriel Garcia Marquez

Bu ilk yazıda Gabriel Garcia Marquez’in 1968 yılında yazdığı Dünyanın Boğulmuş En Güzel Adamı öyküsüyle Hulki Aktunç’un Pinilupi Sara öyküsünü incelemeye çalışacağım. Marquez’in öyküsünü yıllar önce Cem Yayınevi’nin 1983 basımı Sevgiden Öte Sürekli Ölüm adlı kitapta Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı adıyla Ahmet Seven’in Türkçesinden okumuştum. O kitabı kütüphanemde bulamayınca bu sefer Can Yayınları basımı İyi Kalpli Erendira adlı kitaptan İnci Kut’un Türkçesinden Dünyanın Boğulmuş En Güzel Adamı ismiyle okudum.

Dünyanın Boğulmuş En Güzel Adamı öyküsü, boğulmuş bir adamı anlatacağını başlangıcında açık eder. İlk cümleyle öykünün düşsel atmosferine çekiliriz. “Denizde yaklaşmakta olan koyu renkli esrarengiz kitleyi ilk gören çocuklar, bunun bir düşman gemisi olduğu hayaline kapılmışlardı.” Yazar üçüncü tekil anlatımın olanaklarıyla köylülerin düşüncelerini, niyetlerini, duygularını açıkça anlatacağını işaret eder sanki.

Kimliği belirsiz cesedin bulunduğu mekân önümüzde yavaş yavaş belirir. Kendimizi deniz kıyısındaki yirmi hanelik yoksul, ücra bir balıkçı köyünde buluruz. Okur olarak yazarın köyü adeta tepeden izleyen kamerasının peşine takılırız. Köylülerin, balıklar tarafından didiklenmiş, giysileri lime lime olmuş cesedi, üzerindeki mercanlardan temizlemelerini, cesede yapışmış yosunlardan dolaştığı uzak denizlerin izini sürmelerini takip ederiz. Köylüler cesetle vakit geçirirken ölüye ilişkin düşünmeye, bununla da kalmayıp ona bir yaşantı uydurmaya başlarlar. Uydurulan yaşantı öylesine gerçekçi ve ayrıntılıdır ki okur da köylüler gibi gerçekle düş arasında gidip gelir. Ölüye yakıştırılan hayat bana kalırsa insanın hikâye kurgulamadaki doğal yeteneğine de bir göndermedir. Bulunan cesedin etrafında kurulan hikâye köydeki tekdüze yaşama hareket getirir. Köylüler kendi yaşantılarını sorgulamaya başlarlar. Bu süreçte ceset, kendilerine başka biçimde bakabilmelerini tetikleyen bir nesneye dönüşür.

Öykü ilerledikçe cesedin iri yarı bedeninin güç sembolü olmak dışında aslında ölüye yük olduğunu, bu denli iri bir bedenle yaşamanın zorluklarını düşünür köylüler. Ölüye duydukları hayranlık, acımaya ve onun sıkıntılarını içselleştirmeye dönüşür. Kadınlar isim konusunda emin olamasalar da cesede Esteban adını verirler. Marquez’in ilginç yaşam öyküsünü anlattığı Anlatmak İçin Yaşamak adlı kitabında sıra dışı ailesinin maceralarından söz açarken, “Bu avareliklerden ilk ne zaman haberim oldu çıkaramıyorum ama, atalarımın yasalara karşı gelen davranışlarının beni hiç ilgilendirmediğini söylemeliyim. Beni ilgilendiren, hatta bana eşsiz görünen isimleridir”diyerek birkaç isim sayar, ardından “Belki roman kahramanlarımın varoluşlarına uygun bir adları olmadan kendi ayakları üzerinde duramayacaklarına olan kesin inancım buradan gelir” sözleriyle kendisi için isim meselesinin önemine dikkat çeker. Esteban bir roman kahramanı değildir ama unutulmaz bir öykü kişisi olarak hem Marquez’in eserleri arasında hem de edebiyat tarihinde ayakları üstünde dimdik durur.

Köyün kadınları düşledikleri ideal erkek imgesini Esteban’a yüklerler:

“Öylesine otorite sahibi olurdu ki, sadece adlarıyla çağırmakla balıkları denizden çıkarabilir, işine öylesine dört elle sarılırdı ki en kuru taşların arasından pınarlar fışkırmasını sağlayabilir, kayalıkların içine çiçekler dikebilirdi diye düşünüyorlardı. Onu gizli gizli kendi erkekleriyle kıyaslayarak onun bir gecede yapabildiğini onların bütün bir yaşam boyunca yapmaya güçleri yetmeyeceğini düşünüyorlar ve sonunda dünyanın en güçsüz ve biçare varlıkları olarak kalplerinin derinliklerinde onları reddediyorlardı.”

Erkekler, ölü de olsa yabancı bir erkeğin köyün kadınlarının böylesine ilgisini çekmesinden, karılarının cesede özenli tavırlarından rahatsızdırlar.

Erkekler cesetten bir an önce kurtulmak isterken kadınlar süsleyip püsledikleri Esteban’ın denize atılmasını sürekli geciktirmeye uğraşırlar. Bu mücadele sırasında cesedin yüzündeki mendilin kaldırılmasıyla “erkeklerin solukları kesiliverdi.” Köyün erkekleri de “Esteban’ın içtenliği karşısında iliklerine kadar ürpermişlerdi.” Öykünün kırılma noktası burasıdır. Bu noktadan sonra öykü, Esteban’ı herkesin benimsemesi, kendilerinden biri olarak kabul etmesiyle sürer. Görkemli bir cenaze töreni için hazırlık yapılır. Çorak, topraksız köye komşu köylerden çiçek getirirler. Çiçek ve insan kalabalığından adım atacak yer kalmaz. Her şey hazır olduğunda artık Esteban denizden gelen kimliği belirsiz bir ceset değil, düpedüz aralarından birisi belki de en yakınları haline gelmiştir. “Son dakikada onu denize öksüz olarak geri vermek yüreklerini sızlatınca, en iyilerinin arasından ona bir anne ile bir baba seçmişler, başkaları da ona kardeş, amca, dayı, yeğen olmuşlar, böylelikle tüm köy sakinleri, onun aracılığıyla birbirleriyle akrabalık kurmuşlardı.” Cenaze töreni ağıtlarla sürer. “Bu ağıtı uzaktan duyan balıkçılar yönlerini şaşırmışlardı; bunlardan birinden öğrendiklerine göre, eski denizkızları masalını anımsayarak kendini teknesinin grandi direğine bağlamıştı.” Cenazeyi uçurumdan atacakları sırada köyün sokaklarının ne kadar ıssız, avlularının çorak, kendi hayallerinin ne kadar güdük olduğunu fark ederler. Bütün bunları düşünürken cesedi yardan aşağı atmaları yüzyıllar sürer ve köylüler bu süre boyunca nefeslerini tutup beklerler. Marquez’in büyülü gerçekçi anlatımını yakaladığımız bu cümle aslında toplumsal değişim ve dönüşümlerin bir çırpıda olmadığını da bize yazarın üslubuyla anlatır. Cesedi uçurumdan atarlar ama artık köy Esteban’dan önceki köy değildir.

Hulki Aktunç

Hulki Aktunç’un Pinilupi Sara öyküsü 1989 yılında yayımlanan Bir Yer Göstericinin Hayatı adlı kitaptadır. Kitaptaki öyküler beş bölüme ayrılmıştır. Pinilupi Sara öyküsü Pini, Ah Pini adlı ilk bölümün üçüncü öyküsüdür. Bu bölümdeki öykülerde Sara adındaki öykü karakteri karşımıza tekrar tekrar çıkar. Öyküler birbiriyle ilişkilidir ama tek başına da okunabilir. Aktunç’un yazı dünyası sürekli, çoğalan, yaşayan bir canlı gibidir. İlk kitaplarından anımsadığınız bir öykü kişisi başka bir kitabında ya da bir şiirinde karşınıza çıkabilir.

Sara ilk paragrafta öykünün anlatıcısının gözünden arz-ı endam eder:

“İşte orada. Yine orada. Meydan okuyan karaltı. Toprağın üzerinde deniz gibi kırmaşan, dalgalanan, derin bir burgaç yaratan, orada. Gövdesi, bütün ada toprağını eziyor. Herkes, her şey ona bağlı. Otlar da yosun gibi savrulur, ayaklarını okşar onun.”

Sara’yı ilk olarak bir karaltı olarak görürüz biz de. Bu görüntü neredeyse öykünün son sahnesine kadar böyledir. Sara’nın karaltı olarak belirmesi aslında öykü boyunca bir yarısı karanlıkta kalmış, güvenilmez, kendini kolay ele vermeyecek bir öykü karakteri olduğunun işaretidir. Aynı zamanda güçlü, tekinsiz biri olduğu da hissettirilir. Sara adada yaşayan, doğayla bütünleşmiş, başına buyruk bir kadındır. Öykü anlatıcısı -öykü ilerledikçe adada inzivaya çekilmişçesine yaşamayı seçtiğini anlarız- Sara hakkında yarım yamalak bir şeyler duyar ama onu göremez. Sara adanın poyraz tarafında, anlatıcı lodos tarafında yaşadığından karşılaşma olasılıkları da pek azdır:

Benimle ne derdi var bilmiyordum önceleri. “Sana da gelecek,” diyorlardı. “Ünü bütün adalara yayılmış bir poyra kaçkını, ondan kurtulamaz. Hazır olsan daha iyi, nasılsa yapacaksın onun istediklerini.” Gelecek ve gündoğusuna çekecekmiş beni.

Anlatıcıyla Sara arasındaki gerilim rüzgârla, mevsimlerle ve doğa olaylarının mevsimlere göre şekillenen yapısıyla anlatılır. Hulki Aktunç’un özgün diliyle ada, deniz, rüzgâr Sara’nın sözlerini anlatıcıya ulaştırır. Gerilimli, aynı zamanda tepeden bir tavır hissedilir Sara’nın yaptıklarından. Anlatıcı, Sara’yla karşılaşmaktan kaçınır. “Onun erkekleri hep ölür. Hayattan alacakları budur,” diyerek Sara’nın erkeklerinden biri olmak istemez. İstemez ama bir yandan da bu erotik çağrı iradesini zorlar:

“Yara üzerinde de yara açılır mıydı? Gölge üzerine de gölge basar mı? Sır hep derin diplerde. Tuz, diplerin soluğu. Deniz göğün aynası. Ve yaralarımı açan güneş de git diyordu bana.”

Anlatıcı belki bir deniz adamı sözgelimi balıkçıdır, göğsü ve sırtı güneş yaralarıyla kaplıdır, bu yaralardan öyküde defalarca söz açılır. Bir başka ihtimal de sözü edilen yaraların simgesel olabileceğidir. Yazar bunu okurunun düş gücüne bırakır. Öykünün sonunda anlatıcının yaraları belki sağalacak belki de derinleşecektir.

Öykü ilerledikçe anlatıcının “yamak” dediği genç yardımcısı “sarı benizli bir oğlan” öyküye dahil olur. Sara, yamağın peşine düşer, ona anlatıcıyı sorar, adama çocukla haber gönderir. Yalnız yamakla değil, adada yaşayanlarla da söz yumakları yollar. Buna rağmen öykü boyunca karşılaşmazlar, ilk karşılaşmaları adada bir boğulma vakasının yaşandığı gün olur.

Sara bir damacana suyunu taşıyan yamağa kocalarından birinin pantolonunu vermiştir. Yamak pantolonla denize girince ağırlaşan kumaş yüzünden boğulur. İmdadına Sara yetişse de kurtaramaz. Çocuğun ölüsünü denizden alır, pantolonu çıkarır üzerinden. Kasıklarını acı yeşil yosunlarla örter, yanaklarından öper çocuğu. Haberi duyan anlatıcı Sara’nın evine koşar:

“Yaralarım rüzgârla sızlaya sızlaya yürüdüm, koştum soluk soluğa. İkindi sonunda ada ötesine ulaşmıştım. Gideceğim ev neresiydi, atların kişneyerek bütün çarşıyı susturduğu yer neredeydi, bilmiyorum. Pinilupi Sara’nın azgın rüzgârları beni ağıt ulumalarıyla yederek götürdü oraya. Yamağın gencecik gövdesi kapı sahanlığındaydı. Başında bir sağlıkçı vardı. Alnını öptüm. Yaz sonu sıcağıydı, ölüm ılısıydı hâlâ.”

Esteban’la Yamak’ın benzemezliği üzerine

İlk bakışta bu iki öykünün tek ortak noktası denizde boğularak ölen iki adam gibi görünür. Oysa öyküler arasında başka benzerlikler de bulunabilir. Dünyanın Boğulmuş En Güzel Adamı öyküsünün mekânı deniz kenarındaki ücra bir köyken Pinilupi Sara öyküsünün mekânı bir adadır. Küçük yerlerin kısıtlayan yaşam koşulları öykülerin atmosferlerinde belirgindir. Marquez’in öyküsündeki adam öyküye ilk anda girer ve sonuna kadar kalır. Canlı olarak göremez, sesini duymayız. Aktunç’un öyküsündeyse yan karakter olarak tanımlayabileceğimiz Yamak öykü ilerledikçe ortaya çıkar; yamağın tipini, sözlerini, davranışlarını ana karakterin anlatımından öğreniriz. Yamak öykünün sonunda boğularak ölür. Onun varlığı kendi başına bir varlık değildir öyküde, başlangıçta anlatıcı ve Sara’nın arasındaki gerilimi anlatmak için yaratılmış sıradan bir karakter gibi görünürken öykünün sonunda yamağın bir kurban olduğunu, Sara’nın “ölmesi zorunlu olan erkeklerinden biri” haline geldiğini görürüz.

Marquez’in öyküsündeki Esteban’ın kimliğiyle ilgili bilgi sahibi değilizdir. Muhtemelen o da sıradan biridir ama köylülerin düş dünyasında farklı özellikler yakıştırılmış düşsel bir kişi haline gelmiştir. Bunun en önemli sebebi iriliğidir. Üstelik cesedin denizde sürüklenirken şiştiği için normalden iri göründüğü ve köylülerin düşledikçe büyüttükleri gerçekdışı bir iriliği olduğu açıktır. Öykü boyunca sesini duymadığımız, herhangi bir eylemine tanık olmadığımız Esteban aslında bir nesne de sayılabilir. Köylüleri değiştiren dönüştüren bir nesne olarak öyküde var olur.

Her iki öyküde de kadın figürleri güçlü ve belirleyicidir. Marquez’in öyküsünde cesedin bulunuşundan başlayarak cesedin temizlenmesi, ona bir hayat yakıştırılması, hayranlık duyulması, bu duygunun acımaya evrilmesi, cesede isim verilmesi, cenaze töreni hazırlanmasından ölüyle düşsel akrabalık ilişkilerinin kurulmasına kadar hemen her eylemi, düşünceyi başlatan kadınlardır. Bütün bu eylemlerin köyün simgesel anlamdaki dönüşümüne yol açtığını düşünecek olursak yaşamı dönüştüren kadınlardır. Köyün erkekleri hem düşünsel hem de eylemlilik olarak öykü boyunca kadınların arkasından gelirler.

Aktunç’un öyküsündeki Sara öykünün başından sonuna kadar buyurgan, dediğim dedik, kaçık bir kadındır. Bu özellikleri nedeniyle adada korkuyla karışık saygı duyulan bir kadın olduğunu düşünebiliriz. Onu tanıyanları, aklındakini gerçekleştirebilecek gücü olduğuna inandırmıştır. Üzerine yapışmış bir kehaneti öykünün sonunda istemeden de olsa gerçekleştirmiştir. Öyküyü okuduktan sonra Sara hakkında ucu açık sayısız düşünceye varabiliriz. Hulki Aktunç okurun düşüncesini sınırlamadan güçlü bir karakter yaratmayı başarmıştır. Sara acımasız mıdır, kötü yazgısını gerçekleştirmek dışında bir seçeneği yok mudur? Aslında hiçbir şey umurunda değil midir, yaşananların ağırlığı onun için önemsiz midir? Okurun zihninde bunun gibi sayısız soru belirir.

Hulki Aktunç’un şiirsel dili, sizi Türkçenin dolambaçlı yollarında dolaştırıp şahane bir manzaraya çıkarır. Pinilupi Sara’yı okumayı bitirdiğinizde sanki öyküde sözü edilen, iki denizi de gören manastırın önünde uçsuz bucaksız denizle karşı karşıya kalırsınız. Fazladan açıklamaların, yargının öyküye nasıl yük olduğunu anlarsınız. Bir çıkarım yapamaz, içinize yerleşen çelişik duygularla bir başınıza kalır, aynı öyküyü defalarca okumaktan başka çıkar yol bulamazsınız.

Aysun Kara

“Çaprast” Hulki Aktunç’un sözcüğüdür, yazarın hazinesinden seçtiğimiz bu sözcüğü kullanıyor, kendisini saygıyla anıyoruz.

KAYNAKÇA

İyi Kalpli Erendira, Gabriel Garcia Marquez, Çev. İnci Kut, Can Yayınları, 4. Basım.

Toplu Öyküler 2, Hulki Aktunç, Yapı Kredi Yayınları, 1. Basım.

Anlatmak İçin Yaşamak, Gabriel Garcia Marquez, Çev. Pınar Savaş, Can Yayınları, 15. Basım.