
Akın, dolabın kapağını açar açmaz gördü onu. Tiftiklenmiş, rengini kaybetmiş paltolardan birinin cebinden sarkmıştı. Seyfi’nin paltosuydu bu. Böyle pas tutmuş demir rengindeki onundu. Elini tedirginlikle uzattı, cüzdana şöyle bir dokunuverdi. Hemen geri çekti. Kalp atışları üst üste asılı duran eskimiş giysi kalabalığını aşarak kulağında çınladı. Bir an tereddüt etti. Sonra, boyaları yer yer aşınan, camsız kapıya yürüdü son hızla. Meyhanenin gündüz vakti lamba yanan tuvaletinde yüzünü yıkadı. Çürümüş tahta kokusu vardı içeride, hissetmedi. Biraz oyalansa iyi olacaktı. Sinirleri bozulmuştu.
Mutfağın kapısındayken Seyfi bitiverdi yanında. “Ali abi seni soruyordu.” dedi. Akın, afalladı bir an. Cevap vermeden mutfağa daldı. Ne yapacağını bilemez halde dikilirken, balıkları ızgaraya atan Ali Usta seslendi. Aval aval bakıyor diye kızıyor, domatesleri dilimlemesini söylüyordu. Yüksek ateşte harlayanların, kısık ateşte demini ala ala pişenlerin birbirine karışan buharı arasından gördü Ali Usta’yı. Metin’e baktı, peynir kesiyordu. Dalgındı. Tıraşı uzamış, omuzları düşmüş gibi geldi Akın’a. Kesme tahtasını asılı olduğu yerden aldı. Domatesler tezgâhın üstündeydi, bıçak da yanı başında. İşe koyuldu. Dikkatini elindeki keskin bıçağa vermeye çalıştı. Ayağının yakınında dolaşan bir karaltı fark etti birden. En fazla bir adım vardı aralarında. Biraz izledi, bir şeye benzetemedi. Üzerine basmak için ayağını kaldırdı. Ayağı havada kaldı, indirdi sonra. Karaltı büyüyüp küçülüyor, şekilden şekle giriyor gibiydi. Eli ayağına dolaştı; sırtı, yüzü soğudu. Karaltı gözden kayboluverdi.
“Ali abi,” diye seslendi. “Ali abiii, çürümüş bir şeyler var mı bir yerlerde? Varsa atayım hemen. Mutfağı fare basmasın.”
“Küfrettirme şimdi bana, ben mi takip edeceğim onları?”
“Tamam abi.”
Soğanları ayıklarken elinde bardaklarla Seyfi girdi içeriye. Akın’ın omzuna dokundu. Akın irkildi. “Bir ara dışarda iki laflayalım,” dedi Seyfi göz kırparak.
“Bak bakalım, her şey yerli yerinde mi? Rafi abi gelmiş mi, haber ver bana,” dedi Akın.
Göz aklarına yayılmış damar damar kırmızılıklara baktı Seyfi. “Oğlum uyumuyor musun hiç?” deyip yürüdü.
Ayağı filan kırılsaydı keşke Rafi abinin. Bir süre gelemezdi hiç olmazsa. Hatta hiç kimse gelmesindi yakınına bile. Borçlu da olmasın, minnet de duymasındı. Bu kıskacın içinde belki biraz soluk alırdı.
Akın, dinlemeye doyamadığı Rafi abisinden bir süredir bucak bucak kaçıyordu. Ondan aldığı beş yüz liraydı sebebi. Meteliğe kurşun atarken nasıl ödeyecekti o parayı? Hemen veririm abi, dediği anda bile kendi söylediğine inanmıyordu. Sahtekârın biriydi işte. Peki, Rafi abinin ballandıra baldıra anlattığı hikâyelere ne demeli? Gece hayatına, kumara dadanmalar; türlü çeşit manitayla düşüp kalkmalar… Bozdurup harcayacak kadar para ne kadar ola ki? Kendisi o zamana kadar birkaç yüz lirayı bile ezmemişti bir ortamda. Gençliğini izbe bir mutfakta törpülüyordu.
Rafi abinin yüzü canlandı gözünün önünde, bir nefret uyandı içinde aniden. “Geçimsiz, alkolik herif,” diye söylendi. Sözüm ona en nezih balık restoranlarının aranılan adamıymış. Bu işi bulduğuna şükretsin.
“Ne söyleniyorsun,” diye seslendi Ali Usta. “Bitti mi salata işi?”
“Bitti.”
Seyfi dönememişti mutfağa bir türlü. Tezgâhın üstünü hızlıca düzenledi. Mutfaktan dar attı kendini. Başını içeriye doğru uzattı, bir sıcaklık vurdu yüzüne, sigara dumanı ve nefes buğuları da.
Mekân dolmuştu bile. Masalarda kaygısızca oturan, gülüşen kalabalığa baktı. Sürüyle dost, yığınla para… İçi boş bir kabuğa dönmüş yüzüyle yalnız oturan bir iki adamı fark etmedi. Herkes gürültülü gürültülü eğleniyordu işte. Sarhoş olup eve gideceklerdi.
Seyfi ve Halil salonda kendilerine güçlükle yol açarak siparişleri alıyordu. Sandalyelerin arkasına asılmış paltolar, yerde duran şemsiyeler ilerlemelerini engelliyordu. Seyfi’yi seyretti bir süre. Alnında ter birikmiş, şakaklarından süzülmek üzere. Rafi abi de ordaydı işte. İri bedeni ve hatırı sayılır göbeğiyle sandalyeden taşar gibi. Sedef kakmalı kanununu kılıfından çıkarmış. Cemal abi ve darbukacı Fevzi’yle laflıyorlar. Her şey hazır. Birazdan programa başlarlar.
Girişte mıhlanmış gibi dururken mutfağa doğru seğirten Seyfi’yle burun buruna geldi. “Gelmedin” dedi Seyfi’ye. “Oğlum görmüyor musun kalabalığı” diye söylendi arkadaşı.
Seyfi kan ter içinde döndüğünde Akın büyülenmiş gibi olduğu yerde dikilmeye devam ediyordu. O sırada Rafi abi, mızrabı işaret parmağının altına yerleştirip üzerine metal yüzüğü geçirdi. İki eli de hazır olunca şöyle bir durdu, Akın’a doğru baktı. Bakışları karşılaştı bir an. Sonra onu görmemiş gibi başını çevirdi. Pozisyonunu aldı. Udi Cemal ve Darbukacı Fevzi’yle fark ettirmeden işaretleşti. Müzik başladı. Rafi abinin o burnunun üstünden bakışındaki alayla karışık tiksinmeyi görmüştü, emindi Akın. O bakışı tanıyordu. Nefesi daraldı. Kısılıp kaldığı yerden kaçmak için geniş bir yer aradı. Kalabalığın arasından geçip sokağın soğuk tenhalığına çıkmayı göze alamadı, mutfağa yöneldi.
Mutfak o anda boştu. Tezgâhın önünde eğilip bir rakı şişesi çıkardı, bir de dolaptan su bardağı. Bardağı olabildiğince dikkatli bir şekilde rakıyla doldurdu, tezgâhtaki ıvır zıvırın arkasına yerleştirdi. Servis tabaklarını hazırlamaya girişti. Ali Usta geldi, kollarını kavuşturup onu seyretti bir müddet.
“Gözümü ayırdığım an, kaytarmaya hazırsınız,” dedi sertçe. “Adam olmaz sizden. Hiçbir şey hazır değil daha. O kadar insan bizi bekliyor içerde.” “Metin nerde?” diye sordu sonra.
“Gelir şimdi” dedi Akın.
“Bir sıkıntısı var Metin’in herhalde, birkaç yüzlük acil lazım, diyordu.”
“Haberim yok.”
Akın gittikçe ağırlaşan önlüğünü üzerinden sıyırıp dolabın altına tıkıştırdı. Rakıyı doldurduğu bardağa uzandı. Bir yandan Ali Usta’yı kolluyordu. Bardağı dudağına götürmesiyle anason kokusu burnuna doluverdi. Yudumları boğazını yaktı, midesine süzüldü. Metin geldiğinde üstüne bir bardak su içmişti bile. Yüzünde taş heykellerin anlamsız ifadesiyle otomatikleşmiş gibi işini yapıyordu.
“Bir haftaya vereceksen iki yüzlük işler benden.”
Metin’e söylüyordu merhamet meleği. Metin, “Dört yüz olaydı abi, işimi görürdü” deyince kaypak kaypak konuşmaya başladı Ali Usta. Onun da eli sıkışıkmış filan. Rafi abi bile böyle tatsız tatsız konuşmamıştı. Tak diye çıkarıp vermişti parayı işte. Metin de hâlâ yaltaklanıyordu.
Görüş alanındaki her şeye -kızarmış bir yüzle bir şeyler geveleyen Metin’e, budala bir kibirle onu dinleyen Ali Usta’ya, mutfaktaki kaba kacağa- karşı büyük bir öfke kabardı içinde. Hayatındaki bütün varlıklara yayıldı öfkesi. Kimseye aldırış etmeden bardakta kalanı içti. Katılaşmış kasları biraz gevşedi sanki.
Mutfaktan sessizce süzüldü. Palto dolabının olduğu ardiye odasına yöneldi. Yaklaştıkça adımları korkaklaştı. Telaşla girdi içeri.
Odadan çıktığında ne yapacağını bilemedi. Mutfağa dönme fikri berbattı. Yapışkan bakışlara yakalanmadan yok olmalıydı ortalıktan. Kafasının içinde bir şeyler uğulduyordu. Salona doğru yürüdü. Kulağına, sazları bastıran gürültü doldu. Müşteriler birbirinin içine geçmiş akışkan bir kütle gibi göründü gözüne. Seslerse boğuktu. Saz heyetinin olduğu yere baktı. Cemal abinin ağzı, gözü, burnu birbirine karışmış; yüzü Darbukacı Fevzi’ye dönüktü. Rafi abiye baktı, onun yüzünü de seçemiyordu. Dili damağı kurumuştu.
Seyfi geldi o ara yanına. Kolunu tutu. O anda gördü yüzünün sapsarı olduğunu. Bir koşu mutfağa iletti siparişleri. Geri döndüğünde sigara ve çakmak vardı elinde. Akın’ın koluna girdi, içerisi havalansın diye aralık bırakılmış kapıdan sıvışıverdiler dışarı. Çıkarken Rafi abinin yüzündeki hüznün farkına varmadılar. Bir sigara yakıp Akın’a uzattı Seyfi. “Fazla kalma üşürsün” deyip hızla içeri girdi.
Akın aklına düştüğünde dışarı çıktı Seyfi. Onu, sönmüş sigarası ağzında, gözlerini boşluğa dikmiş halde buldu. Sarı taksiler, kırmızı itfaiye arabaları, büyüklü küçüklü diğerleri önünden geçip gidiyordu. Koluna girdi arkadaşının. Köpekli bir adam hızlı adımlarla yanlarından geçti, ardından ıslak patileriyle sahipsiz bir köpek. Rüzgârın yuvarladığı bir bira kutusu gelip önlerinde durdu. Yağmur suyu saçlarının ucundan beyaz gömleğinin omuzlarına damlıyordu Akın’ın. Tatyos Efendi’nin uşşak bestesi sokağa taşmıştı.
Gamzedeyim deva bulmam…
Nalan Arman