Padişahım,

Öyle bir yerdeyiz ki artık sözün hükmü kalmadı. Bizim feryadımız ahımız size erişmiyor. Değil vicdanınıza ulaşmak, kulağınıza vız sesi bile gelmiyor çünkü aramızda çelikten bir yelek, betondan duvarlar, fersah fersah uçurumlar var.

Biz yoksuluz, nefes alamıyoruz, çoluğumuzun çocuğumuzun rızkını çıkaramıyoruz, borçlarımız var, geçim sıkıntısı çekiyoruz dedikçe siz feza seyahatleri yapmak, denizin fersahlar altındaki cevherleri çıkartmak, kıtaları birbirinden ayırmak gibi olmayacak işlerden açıyorsunuz.

Tebaanız biraz sesini yükseltecek olsa zindanlara atıyorsunuz, zulmediyorsunuz. Memleketin bebelerinden nenelerine herkes mutsuz. Nasıl olmasın?

Bir avuç azınlık var ki milletin rızkını haram sofralarda iştahla yiyip duruyor. İşin kötüsü, padişahım, doymak bilmiyorlar.

Memleketin dereleri, ağaçları, kedileri bile mutsuz. Nasıl olmasın?

Siz de gayet iyi bilirsiniz padişahım, adaletin olmadığı yerde huzurun esamisi okunmaz. Geceleri sarayınızda rahat uyuyabiliyor musunuz? Gerçekten merak ediyorum.

İçi boşalmış balonlara, tatsız tuzsuz yemeklere döndük. Hiçbir şeyden tat alamıyor, bir gıdım huzur bulamıyoruz. O kadar çok acı, çaresizlik, gözyaşı var ki bunları hörgüç kaya gibi sırtımızda taşıyor, gittiğimiz her yere bunlarla gidiyoruz. E haliyle, çok yoruluyoruz. Fakat ne televizyonların ne gazetelerin ekserisi bizim yorgunluğumuzdan, öfkemizden bahsetmiyor. Köpeğini tekmeleyen komşusunu havuza atmış adamın haberini yapıyorlar da anaların, gençlerin, çocukların, işsizlerin dertlerini feryatlarını görmezden geliyorlar.

Yarın günlerden 2 Temmuz. 1993 senesinin aynı gününde bu ülkede insanları yaktılar padişahım. Siz padişah değildiniz daha. Güldüğünüz bile olurdu. Televizyonlarda, tıpkı medeni memleketteki mevkidaşlarınız gibi konuştuğunuza da şahidiz. O zamanlar halk sizin için, şimdi olduğu gibi yabancı bir nesne değildi henüz.

Bugün sizin yabancıladığınız halk ölesiye mutsuz. Memleketin içdenizi bile mutsuz. Mutsuz çünkü ölüyor. Nasıl ölmesin? Müsilaj.

Öfkelenecek takatimiz bile kalmadı padişahım. Öfkemiz içimizde patladıkça tümör gibi yayılıyor vücudumuzda. Hastalanıyoruz.

Memleket baştan ayağa boka çamura ve pisliğe batmış halde. Burnumuzu iki parmağımızla kapatsak da gitmiyor kokusu. Kulaklarımıza avuç içlerimizle bastırsak da zulmün sesi geliyor her yerden.

Geçenlerde okuduğum bir kitabın, ki Dino Buzzati adlı bir edibin çok güzel öykülerinden oluşan “Büyülü Öyküler” adlı bir kitaptı, Yumurta başlıklı öyküsünde şu satırların altını çizdim padişahım:

“Çocuk, taş kesilip kaldı orada, küçücük yüzünde öyle yoğun bir acı oluştu ki, dünyanın dört bir yanında gökyüzü kararmaya başladı.”

Sonra bu mutsuz edilen [hakkı yenilen, iftira atılan] veledin validesi bütün dünyayı dize getiriyor padişahım. Ne kurşun işliyor kadına ne top tüfek ne mermi ne füze… Böyle şeyler yalnızca büyülü hikayelerde olur sanıp aldanmayın. Küçücük bir velede yapılan haksızlıkla bunlar oluyorsa mutsuz edilen, hakkı yenilen koskoca bir halk neler yapmaz padişahım. Bir düşünün.

Kulunuz Ozan Çororo

Hamiş: Size her mektubuma bir resim ekleyeceğimi söylemiştim padişahım. Bu mektubumdaki resim de yukarıda bahsini açtığım Dino Buzzati namlı ressama ait. Bir yazar dedik, bir ressam. Sebebi var, biz onun yalancısıyız padişahım:

“Benim için resim sanatı bir hobi değil, bir meslektir; bana göre asıl hobi olan yazı yazmaktır. Ancak resim yapmak ve yazı yazmak benim için özünde aynı şey. İster resim yapayım ister yazı yazayım aynı amacın peşinden gidiyorum: hikâyeler anlatmak. Yine de aralarında fark olduğu konusunda hemfikirim.”

İşte biz okur yazar takımı da böyle ufak tefek farkların peşinde ömür çürütürüz padişahım. Bilirim, siz bizi de küçümser, bizden nefret edersiniz. Hatta en çok bizden nefret edersiniz. Sizi anlamak için beyhude yere kafa patlatırız. Ve sizi bile anlarız nihayetinde: Ömrü hayatınızda ezberlediğiniz iki üç hamasi şiir dışında bir şey okumuşluğunuz yoktur çünkü. Okumuş olsaydınız belki bu kadar zalim olmazdınız. Belki.