Başlık iddialı ama Philip K. Dick’in bilimkurgu pijaması giyen öngörülerinin gerçeğe yakınlığı daha iddialı ve dahiyane. Çünkü 20. yüzyılın ilk yarısında kaleme aldığı öyküleri, bugünün gerçeğinde karşılığını fazlasıyla buluyor.

Önce Kadıköy-Beşiktaş vapuru, ardından 30M ile evimin yolunu nihayet bulurken niçin bu şehirde yaşadığımı sıkça sorguluyordum. Bereket, aç değil açıkta değilim, en azından yazımla geçinmeye çalışıyorum diyerek kendimi avutuyordum. Yine de eve gelene kadar bütün yollar şu soruların türevlerine çıkıyordu: Tüm bu yorgunluğa değer mi? Ne için yaşıyoruz? Sadece ben değil; sen, ben, o ve bizsizonlar

Salgından eve kapanmamışken, sabah işe gidip akşam dönerken hepimiz üç aşağı beş yukarı aynıydık; sabah bezgin, akşam yorgun ve sistem tarafından ele geçirilmiş, çarkların hırpaladığı insanlardık. Halen de öyleyiz, sadece bunu yüzümüze vuran kalabalıkları artık pek görmüyoruz. Ama yine bu halimizle Philip K. Dick’in (PKD) hikâyelerinde tasvir ettiği, mesaisi henüz sona ermiş, yorgun insanlardan pek bir farkımız yok. Çünkü burada, yaşadığımız bu dünyada benliğimizi başka bir gerçeklikte yitirmekten başka bir şey yapmıyoruz.

PKD’nin metinlerindeki derinlik de bu tahlilin altını fazlasıyla dolduruyor. Anlattığı hikâyeler insana şu soruları da rahatlıkla sorduruyor: İnsan olmak ne demek? Değişen dünyada insanın yeri nedir? İnsan hayatını nasıl anlamlandırır? Bu haliyle PKD edebiyatını sadece bilimkurgu olarak tanımlamak pek de doğru bir yaklaşım değil elbette. Hikâyesini ve karakterlerini, olduğu gibi gerçek hayattan alıyor. Sadece gerçekliği, fonu ve zamanı eğip büküyor, hepsi bu.

Bizim hikâyemizi anlatan bilimkurgu

Nitekim PKD’nin uçsuz bucaksız hayal gücünün kurgusal meyveleri olarak nitelendirilebilecek distopik dünyalarında, belli belirsiz nüans farkları dışında günümüzün kaotik metropollerini ve ruhumuzu sömüren karakterleri olduğu gibi görüyoruz; olmayan ihtiyacı “yaratan” reklamcılar, ne alacağımızı bile belirleyen yapay zekâ, bizim yerimize ev işlerini yapmaya kalkan robotlar, yoktan var edilen güvenlik ihtiyacı, neon tabelalardan geçilmeyen sokaklar, dört bir yanı ışıklandırılmış gökdelenler ve tüm bunların ortasındaki sıradan yaşamlar ile çıkmazdaki ilişki ağları. PKD bu haliyle bir kirli gerçekçilik neferi, bir başka deyişle bilimkurgunun Raymond Carver’ı veya Saul Bellow’u izlenimi de vermiyor değil. Günümüz insanının, sistem tarafından ele geçirilmiş sıradan insanının portresi, bitmek bilmeyen bir tükenmişlik halinde karşılığını buluyor.

PKD’nin hikâyelerinde insanın açgözlülüğü de açıkça göze çarpıyor. Doğal kaynakları nasıl hunharca tükettiğimizi, onun kaleminden okuduğumuzda geleceğin bataklığa dönmüş, çorak ve tükenmiş dünyasını daha o günden, yani 20. yüzyılın ilk yarısından öngördüğünü rahatlıkla anlıyoruz. Kapitalizmin araç olarak kullandığı teknolojik gelişim sürecinin saptığı karanlık dehlizleri ve içinde yaşadığımız açgözlü tüketim ortamını düşündüğümüzde PKD’nin öykülerindeki tükenmiş gezegen tasvirleri, gerçeklikten hiç de uzak sayılmaz. Yazdığı dönemde belki sadece emarelerini gördüğü, şimdi ise olduğu gibi karşımızda duran korkutucu teknolojik “enstrümanlar” ve tüketim çılgınlığı, doğrudan doğruya çevresel ve ekonomik felaketleri doğurmamış mıdır?

Nesli tükenen hayvanlar, sürdürülemeyen bir tarım ve gıda ağı, küresel ısınma… Bunların hepsi, bir kısır döngü içinde tekrarlanıyor ve Matruşka misali birbirini peyda ediyor. Son yıllarda yapay zekâ ve robotik alanında yaşanan gelişmeleri ve olmayanı tüketme anlayışının neden olduğu ekonomik bunalımları, yerinde distopik gelecek tasvirleriyle o günden kâğıda döken PKD’yi sadece edebi değil, aynı zamanda felsefi boyutuyla da bir deha, daha doğrusu, teknolojik gelişimin defolarına kafa yoran bir düşünür mertebesine taşıyor. Buradan baktığımızda PKD’nin distopik bilimkurgu hikâyeleri oldukça akla yatkın ve yaşamın içinden görünüyor. O gün abartı olarak görülse de kendi iç mantığında günümüz koşullarıyla tutarlılık gösteriyor. Bugün yaşadığımız çevre felaketleri, iklim değişikliğinin gelecekteki sonuçlarını gösteren “felaket tellalı” bilimsel raporlar, bir deri bir kemik kalmış kutup ayıları vesaire, bunların hepsi PKD’nin 20. yüzyılın ortalarında yazdığı bu öyküleri, bugün daha da değerli kılıyor.

İpteki yabancıyı görmüyor musunuz?

PKD’nin öykülerinin bir araya geldiği Elektrikli Düşler kitabında özellikle “ele geçirilme” kavramının öne çıktığını görüyoruz. Ele geçirilme, günümüz ekonomik sistemine tutsak olmaktan tutun da sosyal medya bağımlılığına kadar birçok alanda karşılığını buluyor bugün. Ne ki “farkında” olan şanssız azınlığın dışında kalan herkesi birer uyurgezer olarak nitelendirmek mümkün. Bu açıdan kitaptaki öyküler arasında üzerinde en çok durulması gereken öykülerden birisi “İpteki Yabancı”dır.

Hikâye, temel hatlarıyla şöyle gelişiyor: Ana karakter Ed Loyce, ofisine giderken sokak lambasının direğinden sarkan bir ceset görüyor. Bu cansız beden tabii ki bir metafordur. Loyce burada diğer insanlara şu soruyu soruyor: “Görmüyor musunuz, bir adam linç edilmiş. Nasıl görmezsiniz?” Zira kendisi dışında herkes bunu görmezden geliyor. Çünkü kasabada yaşayan –Ed Loyce dışında herkes– bilinmeyen yaratıklar tarafından ele geçirilmiştir. Bu hikâyede sosyo-politik bir alegori söz konusu. Ed Loyce, başlı başına kapitalist sistemin dehşeti ile tekdüzeliğine direnişi ve kaçışı temsil ediyor. Hikâyedeki insanları ele geçirenler yaratıklar olsa da asıl ele geçiriliş, sistem tarafından ele geçirilmemiz ve haksızlıklara karşı duyarsızlaşmamızdır. Hikâyede Ed Loyce’a nasıl deli muamelesi yapılıyorsa günümüz toplumlarında sistemin sömürüsüne ve dayatmalarına karşı çıkan her bireye aynı şekilde deli gözüyle bakılmıyor mu? Ele geçirilme izleğinde başarılı bir örneklendirme yapan bu öyküde, her şeyin “farkında olan” kişi(ler), Ed Loyce’a can veren yazar ve “farkında” bir okur olarak sizsinizdir. Bu farkındalık, çoğumuzun gündelik hayattaki hislerinde de karşılığını buluyor.

Başka bir açıdan bakacak olursak da kafamızı kaldırıp etrafımıza baktığımızda aynı masada oturmasına rağmen sosyal medyanın pençesine düşenleri de “ele geçirilmiş” olarak tanımlamak mantık dışı değildir pekâlâ. Yani robotların ya da bilinmeyen bir gücün bizi ele geçirmesini beklemek yersizdir. Değil mi ki zaten ele geçirilmiş durumdayızdır. Hem sosyal medya hem de hepsini kapsayacak şekilde içinde yaşamaya mahkûm edildiğimiz sistem tarafından. Bunun farkına vardığımızda ve bu durumu insanlarla paylaştığımızda “İpteki Yabancı” öyküsündeki “deli” adamdan farkımız kalmaz. İşte günlük hayatımızda da farkındalık sahibi insanların anlatmaya çalıştığı şey budur: Gözümüzün önünde “asılmış bir adam” durmaktadır ve bu (linç), toplum tarafından normal bir şeymiş gibi karşılanır. Alın size ele geçirilerek duyarsızlaştırılmış bir toplum. PKD bugünü görse ne derdi acaba? “Şu işe bakın, gördünüz mü? Size bilimkurgunun hiç de akıl dışı bir şey olmadığı söylemiştim.”

Satışı yapılan güven hissi

Tabii eserde bir de döneminin en büyük korkularından güvenlik meselesi öne çıkıyor. Nitekim Soğuk Savaş döneminde toplum, her an bir atom ya da hidrojen bombası patlayabilir, biyolojik saldırı gerçekleşebilir korkusuyla yönetiliyordu. Bu sebeple de toplumda sürekli bir temkinlilik, “düşmandan korunma” hali seziliyordu. Böylelikle ihtiyaç olmayan şeylerin (sığınaklar, gaz maskeleri vb.) ihtiyaç olarak gösterilmesi ve satışı söz konusuydu. PKD’nin “Foster, Öldün Sen” başlıklı öyküsü, yaratılan bu korku atmosferine iyi bir örnektir. Bu öyküde, toplumdaki her bireyin tüketicilik güdümüne girmesi ve “güvenlik ihtiyacı” olduğu yalanı, bir çocuğun korkuları üzerinden sembolize ediliyor. Soğuk Savaş döneminde yaratılan korku atmosferini içten içe yaşatan bu öyküde, ihtiyaç olmayan şeylerin ihtiyaçmış gibi gösterilmesi, kimlik ve aidiyet karşıtı bir bakış açısıyla eleştiriliyor. Benzer bir alt metin “Satış Konuşması” öyküsünde de kendini gösteriyor. Burada, kendisini zorla sattırmaya çalışan çok işlevli bir robotun, sıradan insanların hayatına sızmasını ve malum sonunu okuyoruz. Bugüne geldiğimizde tutsağı olduğumuz “akıllı” teknolojik araçlar bu robotların ta kendisi değil midir?

ALFA etiketiyle yayımlanan Elektrikli Düşler’de 10 PKD öyküsü var ve bunların hepsiyle ilgili ayrı ayrı yazı yazılabilir. Bugün bu öyküler, Black Mirror tarzı distopik diziler için senaryo fikirleri de veriyor. Kitapla aynı ismi taşıyan 10 bölümlük bir dizi de var; seçkide yer alan her PKD öyküsünün başında da öyküleri senaryoya uyarlayan isimlerin önsöz açıklamaları bulunuyor. Diziyi izlemediğim için o konuda bir yorum yapmak istemiyorum. Ancak buraya kadar yazdıklarım ilginiz çektiyse kitabı kesinlikle tavsiye ederim. Berna Kılınçer’in metne akıcılık katan başarılı çevirisiyle okuduğumuz bu öyküler, işinden evine dönmeye çalışan sıradan insanları anlatıyor; hedefinden sapan teknolojinin tutsağı olmuş ve aşırı tüketim baskısından yorulmuş insanları, yani bizi.

Batuhan Sarıcan