
“Edebiyatta düşünen bir insanı yansıtmak kadar zor bir şey yoktur.”
Niteliksiz Adam, Robert Musil.
1.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bir dönem romanı olan Huzur’da karakterlerin içinden, kültürümüzü ve onun yarattığı insanları benzersiz bir edebi üslupla anlatıyor. Bizi, edebiyatın “sayfa üzerinde kalmaması”, kendimizi ve çevremizi bize anlatması gereğine inandırıyor. Yazar, Cumhuriyet’in “yıkım artığı” insanlarına “yeni hayat’ın” olanakları ulaşmadan, eskinin korunması gerektiğine dair filozofça düşüncesini çağdaşlarıyla paylaşıyor.
Huzur tek izleklik bir roman değil; onu bugüne taşıyan ve geleceğe de taşıyacak olan; eskiyle yeninin, doğuyla batının ve yekpare zamanla ânın karşıtlığı ve birlikteliği (diyalektik) gerçeğinin sacayağı üzerinde sağlamca oturmasıdır. Romanın dokusuna işleyen bu izlekler, konuşma veya tartışmalarda çokça karşımıza çıkar; eski ve yenide tarihimiz, doğu ve batıda kültürel kimliğimiz ve zaman sorunsalında hayat ve ölümü içine alan varoluşumuz irdelenir.
Tanpınar, hayatın içindeki çelişkilerin düğümünü çözmeye de eğilimlidir; insan fikri ile hayatın gerçeklerinin çekişmesi ve tesadüflerin kaderle ilişkisi üzerine kafa yorar. Yazar, Huzur’da, huzurun iki yüzüne değinir; yaşamın birey tarafından kontrol edilemeyen yönlerinin, rastlantılarının düşünen insanda yarattığı huzur eksikliği ve görünür mutsuzluğuna karşın hayatı sürdürmeyi kabullenmenin getirdiği huzur. Birincisi Mümtaz’da, ikincisi sevgilisi Nuran’da içselleşir. — “İnsan ruhunun en az tahammül edebildiği şey saadettir.”
Huzur bir İstanbul romanıdır da. Darlaştırırsak, ona “Boğaziçi’nin romanı” da denilebilir. Boğaz’da yaşamanın anlamı, mevsimlerin Boğaz’daki değişimi (sanki roman zamanının bir yıllık bir süre olarak tasarlanmış olması bile İstanbul’un dört mevsiminin anlatılması içindir), Boğaz sefası, iskeleleri, küçük meydanları, kahveleri, rüzgârı, denizi, balığı, sandalcısı, Boğaz’a ait zevk ve acı veren her şey romanda geçer. — “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı: Biri İstanbul’lu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek.“
Kitapta okurun sıkça rastladığı, Tanpınar’ın vazgeçilmez izleklerinden biri olan zaman kavramıyla ilgili anlatım, Bergson’cu bütünsel zaman (süre) algısıyla, Bachelard tarafından ileri sürülen ve ânı yücelten zaman düşüncesinin ışığında varoluşçu felsefeye yaslanır. Varlığımızdan bağımsız olduğunu duyumsadığımız süreğen zaman ile varlık bilincimizin ürünü olan kendi sonlu zamanımızın içiçeliği ve anlara bölünebilirliği kavramsal oyunlara kapı açar. — “… Anları birleştirip düz ve yekpare zaman kurabildiğim için.”
Roman bölümlerinin romandaki dört ana karakterin adını taşıması, yazarın bireyi bile isteye öne çıkarmasındandır. Tanpınar, roman sanatının, Tolstoy’un dediği gibi “birden fazla insanın hayatının anlatıldığı” ve bireyin dış dünyayla şekillenen iç dünyasının ayrıntılandığı bir tür olduğunun tam anlamıyla bilincindedir. — “Bir hikayenin… Belki hayatı zemin gibi alması, onu birkaç kişinin etrafında toplaması yeter.”
2.
Roman, baş karakter Mümtaz’ın –yoğun koşuşturmalarla ve dünya olaylarını (2. Dünya savaşının eli kulağındadır) takibiyle geçen ve okuru romanın zamanındaki ‘şimdi’ye getiren– son 48 saati içinde anlatılır. Mümtaz’ın babası gibi bildiği amcasının oğlu İhsan’ın hastalığıyla başlayan Huzur, ikinci bölümde bir yıl öncesine, Mümtaz’la Nuran’ın tanışmalarına geri döner. İkinci ve üçüncü bölümlerdeki anlatım son bir yılda olan bitenlerdir. Dördüncü bölümde roman, ilk bölümde kaldığı yerden devam eder ve sonlanır. Zaman, hemen her bölümdeki geriye dönüşlerle esnetilir.
Kişisel tarihinde Mümtaz’ın “hayatının zenginliğini ve acısını yapan bir yığın ruh hâli” çocukluğunda yaşadığı “ikiz tesadüfe” bağlanmıştır: Babasının ölümü ve ona ilk cinsel deneyimini veren sarılış. Tereddütlü Mümtaz’la –farklı nedenlerle kararsızlık duyan– Nuran’ın tesadüflerle başlayan ve biten aşkını merkeze alan roman, suya atılan taş örneği halka halka genişler. Mümtaz anlatılırken, onu çevreleyen tarih ve sosyo-kültürel yaşam da anlatılır; kitaplar, eski eşyalar, antikalar, mekan ve zamanın ruhu; şairler ve şiir, besteciler ve mistik / klasik Türk müziği, aşıklar ve halk edebiyatı gibi bizi “biz” yapan pek çok konuya özlü sözlerle yer verilir.
Mümtaz’ın, öğretmeni olarak da saygı duyduğu İhsan’la aralarında kuşak farkı diyalogları zenginleştirir. Suat, romanın renkli bahçesinin dikenli çalısıdır: Düşüncelerini özgürce dile getirir, aksi görüşleri iyi savunur. Mümtaz’ın, yaşadığı topluma dışardan da bakabilen biri olmasına karşın, Suat, değil topluma, yaşadığı dünyaya dışından bakabilecek kadar ayrıksı bir karakterdir. “İyi” Mümtaz’ın karşısındaki “kötü” Suat, ayrıca Mümtaz’la Nuran’ın kaderlerini de çizecektir. Aşkıyla, kendini ve Mümtaz’ı gerçeklerden koparan, İstanbul’un seçkin bir ailesinden gelen Nuran’ın kaderi hayat karşısında yenik düşmektir. Mutluluk kendi dışımızda aranmamalıdır. Sevdiği kadının, kendinde hızla bir mutsuzluk nesnesine dönüşmesi Mümtaz’ı yaralar; iç dünyasında beliren kaos, dış dünyanın kaosuyla birleşir ve dayanılmaz olur.
Nuran’dan ayrıldıktan sonra ölümü düşünecek kadar kendini kaybeden Mümtaz, sanrı görmeye başlar. Suat’ın şeytanlaşan hayali, Mümtaz’ın cehennemidir. Sanrılı halde eve dönerken yolda düşer. Yüzü gözü kan içinde kalır. Mümtaz eve girdikten sonra merdiven başına çöker. Bu görüntüye tanık olan doktorun bile doktorluk bir hasta olarak gördüğü –hem simgesel hem de gerçek anlamda– yaralı Mümtaz imgesi romanın son sahnesidir.
Merdiven başına çökmek ve başını ellerinin arasına almak, bir felaketle sarsılan insanın bir anlık hayat muhasebesinin metaforu değil midir?
3.
Aydın, bir dünya görüşü olan insan demektir. Erken Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde yetişen aydın kuşağını anlatan Huzur, örnek bir aydın karakteri olarak Mümtaz’ı tanıtıyor.
Yaşamının iki yılını Fransa’da geçirmiş olan Mümtaz için doğru olan, ne doğuya ne de batıya yüz çevirmek, ne eskiye saplanıp kalmak ne de onu reddetmek, ne yalnızca ânı yaşamak ne de geçmiş ve geleceğin rüyasına dalmaktır. — “Ya hep ya hiç. Hayır, her şeyden biraz.” Kendi kültürümüzü diğer kültürleri anlamakla daha iyi öğreniriz. Kendini anlamak başkalarını anlamaktan geçer.
Şu var ki, Huzur’u Cumhuriyet aydınının romanı olarak etiketleyip geçmek, Tanpınar’a haksızlık etmek olur. Huzur, kendi çevresi, mekanı, kültürü ve zamanı içindeki insanın romanıdır. Hangi amaçla yazılmış olursa olsun, her büyük yapıt, kendini insanı anlatırken bulur. Kuşkusuz, Tanpınar’ı yazmaya iten, hayat konularında vardığı çıkarımlardır; bütüne varıştır. Ama o, ayrıntıların dünyasını da keşfe çıkar; akıl, duygu, bilgi ve sezgiyle edinilenlerle kanmaz, tarihi ve kültürü kucaklamada eşyanın tanıklığına da güvenir.
Huzur, edebiyat zevkini zirveye taşımakla kalmıyor; edebiyatı, sanatı ve kültürü, dolayısıyla hayatı daha iyi kavramamız için bize sayfalarını cömertçe açıyor.
Nazmi Özüçelik