
Birkaç yıl önce Twitter’da sabit mesajımdı, “Ahmet Oktay’lı, Şiar Yalçın’lı, Talat Sait Halman’lı Milliyet’i özledim” diye yazmıştım. Şüphesiz özlediğim şey daha çok kendi 20’li yaşlarımdı. Okuma açlığı içinde, ama ne okuması gerektiğini pek de bilmeyen bir üniversite öğrencisiydim. Bahsettiğim yazarlar, köşelerine taşıdıkları bilgi ve üsluplarıyla bir düzeyi temsil ediyorlardı. Ana akım medyada, ülkenin en çok satan gazetelerinden birinde kültüre, sanata, dile ve estetiğe dair değerli şeyler söylüyorlardı. Daha önemlisi dikkatle takip ediliyorlardı. Bu durum da bize bugün için bir şeyler söylüyor!
Düzey ve taviz
Ahmet Oktay’ınkiler kolay yazılar değildi. Zamanı Sorgulamak adındaki deneme kitabını hatırlıyorum. Nerdeyse boş bir İznik-Narlıca otobüsünde cam kenarında elimde bu kitapla oturuyorum, demek lise son sınıftayım. Daha çok sol siyaset üzerine, emek, nostalji, geçmişi yüceltmek gibi konular üzerine eğilen metinlerde yazarın düşünce dünyasına sokuluyorum. Oktay’ın güçlü, bilgilendirici ama çetin bir üslubu vardı. Kolay okunayım, köpük yazılar yazayım gibi bir kaygısı olmadı hiçbir zaman. Köşesini kısa cümleleri alt alta dizerek doldurmadı. Söylediklerini örneklendirmek için kitaplardan yaptığı alıntıların kimi yerlerini italik dizmesi ve araya, vurgulamalar benim, diye notlar düşmesi çok hoşuma giderdi. Gizli Çekmece için önsöz yazan Selim İleri de düzey kelimesinin üstünde önemle duruyor. Ben zorlansam da anlamaya çalışırdım bu yazıları. Gazetenin Genel Yayın Yönetmenliğine getirilen Doğan Heper’le yazarımız arasında geçen konuşmayı okuyunca bu konuda yalnız olmadığım anladım:
(Doğan Heper) Habercilikten gelmekteydi. Uyumlu, sakin bir insandı. “Dediğim dedik”çi değildi. Birlikte çalıştığımız sürede herhangi bir anlaşmazlığımız olmadı. Bir gün, köşe yazılarımın üslubunu “fazla ağır” bulduğunu söyledi, bir sohbet sırasında. Cevaben “Hemen kesebilirim” deyince, “Yok canım, sadece bir okur olarak söyledim, istediğin gibi yaz” dedi ve bir daha da bu “üslup” konusunu açmadı.
Ilımlı Lirizm
Ahmet Oktay Gizli Çekmece’de şiirle olan ilişkisini, TRT günlerini, askerlik anılarını ve benim onunla kesiştiğim dönem olan Milliyet yıllarını ayrıntılar ve anekdotlarla anlatıyor. Kitap hem Türkiye’nin yakın tarihine merak duyanlar için hem de bir edebiyatçının yaşam çizgisini anlamak isteyenler için dolgun bir döküm sunuyor. Ve tabii herhangi bir kalemden söz etmiyoruz burada; yine düzey ve üslup ön plana çıkıyor. Doğrusu ben Ahmet Oktay’ın şiirine çok yakın hissetmem kendimi ama elimdeki düzyazıda yer yer bulduğum şiirsel dokunuşlar büyük haz veriyor bana, belli belirsiz bir imge kullanımı metnin lezzetini arttırıyor. Etkileniyorum bu anlatımdan. Anı okumayı zaten severim. Gizli Çekmece hiç bitmesin istiyorum.
Yazarın bir gece vakti Sivas garına inişini anlattığı satırlar, örneğin. Bir Kentin Peşinde adlı bu bölümü birkaç kez okudum. Ilımlı ama gene de coşkun bir hava var bu anlatıda; kolay tutturulacak bir denge değil doğrusu. O anki garın boşluğu, şehrin verdiği yalnızlık duygusu, genç adamın içindeki yabancılık ve geleceğe dair belirsizlik hissiyle kesişiyor. “Ama anımsanan zaman, son derece kırılgan,” diye yazmış bir yerde. Bu cümleyi okuyunca, şiirine almaktan vazgeçtiği dizelerden biri mi yoksa, diye düşünmeden edemiyorum.
Doğu Ekspresi acı bir düdük sesiyle Erzurum’a doğru hareket etti ve elimde bavulumla Sivas Garı’nın ortasında kalakaldım. Birkaç köylü, heybelerini omuzlamış; birer hayalet gibi yanımda geçip ağaran gecenin içinde kayboldular. Bir an, odasına girmeye hazırlanan hareket memuruyla göz göze geldim: Yüzündeki simsiyah kasvetin bana doğru aktığını, içime yapıştığını duyumsadım. Fitil tutmamış bir yara gibi sürekli sızlayan gerçek gariplik, buydu işte.
Dil Denen Engel
Askerlik Sivas’ta, tamam ama Anadolu’yu görmek demek değil bu. Ahmet Oktay, Anadolu’yu asıl 1962 yılında Doğu illerine yaptığı gezi sırasında tanıyor. Gazetesinde yayımlanan izlenimlerinde bölgenin sosyo-ekonomik koşullarıyla ilgili yaptığı tespitler çarpıcı. O dönemin ünlü eşkıyası Koçero. Siirt’te tanıştığı genç bir savcı, Oktay’a, yıllar sonra (ve de yıllar boyunca) meselenin yaygın argümanlarından biri olarak karşımıza çıkacak olan bir şey söylüyor: “Ne diye yakınıyoruz? Koçero’yu biz yarattık!”
Ahmet Oktay duyarlı bir sanatçı; çalmakta olan alarm zillerini ta o zamandan duyuyor:
Dil, Doğu Anadolu’nun en önemli, en yürek ağrıtıcı konularından biri. Sivas’tan itibaren insanlarla aranızdaki bağların kopmaya başladığını, bir başka ülkeye doğru yol aldığınızı acı şekilde anlıyorsunuz. Bütün bağlar kopmaya başlıyor. Ne dil, ne kader bağı, Kutup günlerinin altı ay süren gecelerinden birdenbire altı ay süren gündüzlerine geçer gibi her şey kesiliyor ve Anadolu toprağı üzerinde yapayalnız kalıyorsunuz.
(…) Cumhuriyet’ten sonra da durum değişmemiş. Onlar yine kıraç toprakların üzerinde her şeyden uzak yaşamışlar. Kimse dillerini, kültürlerini, üretim hayatlarını bizimkine bağlamaya çalışmamış. Doğu Anadolu insanının yabancılığı bir yara gibi işlemiş. Hala işliyor.
Şimdi hepsi birer hüzün
Bu ara başlık da Selim İleri’den. Harika bir önsöz yazmış kitaba.Tanışmalarını anlatmış, diğer köşe yazılarında olduğu gibi eski günlerden, edebiyat sayesinde kurulan dostluklardan dem vurmuş. Çekilen fotoğrafları anlatıyor, polemikler, sofra sohbetleri, anılar. Şimdi hepsi birer hüzün, demiş bir yerde. Doğrusu, bu önsöz kitapta kıskanılacak yazarların sayısını ikiye çıkarıyor!
Ele geçirilen okur
İstanbul’daki bohem hayatı, edebiyat çevresine girişin anlatıldığı kısımlar, sanatçı dostlar. Şiir anlayışını, resim sanatına yakınlığını ve politik bir dünyada yazı adamının alması gereken tutumu sakin sakin, ders verme üslubuna girmeden anlatmış Ahmet Oktay. “Okuru ele geçirmek” diye bir deyim kullanıyor bir yerde, sanırım ne demek istediğini anlıyorum. Olumlu anlamda bir ele geçiriş; okuru yakalamak, yazdıklarının karşı tarafta karşılık bulması. Her yazarın düşü olmalı bu. Hem tahmin hem de zorunluluk kiplerini düşünüyorum olmalı derken.
Ömrümün bir bölümünü paylaştığım bu kitabın kaç kişiden oluştuğunu bilmediğim okuruyla artık aramızda bir sırdaşlık ilişkisi var. Kendimi ele verirken onlardan ele geçirdiklerimin de olduğunu biliyorum. Bir yazarın, tek tesellisi de, bir kişi bile olsa, işte bu ele geçirilen okurdur.
Gizli Çekmece’yi kapatıyorum. Sonraları yeniden, yeniden açmak üzere. Çünkü kendimi fena halde ele geçirilmiş hissediyorum ve bundan ziyadesiyle memnunum. Vurgulamalar benim!
Mesut Barış Övün