Angela Chadwick

Bir aile kurmaya nasıl karar veririz? Daha da önemlisi neden aile kurarız? Ya da aile dediğimiz şey tam olarak nedir? Çocuk sahibi olmanın aile kurmada öneminin olup olmadığını ya da çocuğun illa biyolojik olarak bize mi ait olması gerektiğini bol bol düşündüm en son okuduğum romanda. Bahsettiğim kitap Angela Chadwick’in 2018 yılında çıkan ilk romanı XX. Okuyucuyla buluştuğu günden beri adından çokça söz ettiren eser, geçtiğimiz günlerde April Yayıncılık aracılığıyla Türkçede de yerini aldı. Çevirisini Habibe Çıkılıoğlu, editörlüğünü Nazlı Berivan Ak’ın üstlendiği bu roman, iki kadının erkek kromozomu olmadan da üreyebileceği bir geleceği gözümüzde canlandırıyor.

XX bilimsel bir gelişmeyi merkezine alarak aile, cinsiyetçilik, mobbing, psikolojik taciz gibi toplumsal konuları derinlemesine irdeleyen bir roman. Bu bilimsel gelişme, romanda adı “yumurtadan-yumurtaya-dölleme” olarak geçen, temelde tüp bebek yöntemine benzer bir işlem. Y kromozomuna gerek olmadan iki kadın arasında dölleme yapılıyor ve doğal olarak doğacak bebeklerin XX kromozomlu olması bekleniyor. Romanı, bu teknolojinin uygulanabildiği bilgisiyle okumaya başlıyoruz. Birleşik Krallık’ta bir üniversite araştırmasına dayanan bu tekniğin anne adaylarına, bir nevî deneklere ihtiyacı vardır. Hiç düşünmeden bütün koşulları kabul edip hayatlarını “kendi” çocuklarını edinmeye adayan bir çift çıkıyor bu noktada karşımıza: Jules ve Rosie. Evlatlık edinmeden ya da donör aracılığı olmadan, tamamen kendilerinin olan bir bebek vadeden bu gelişme, toplumun buna ne kadar hazır olduğunu da gösteriyor roman boyunca. Bu noktada linç kavramından bahsetmek yerinde olacak. Çünkü toplumun çoğunluğuna doğru gelmeyen bir şeye öncü olunacaksa insanın başına neler gelebileceğini de görüyoruz XX’de. İnsanların kendilerini ilgilendirmeyen konularda nasıl ahkâm kestiği ve baskı aracına dönüştüğü bütün korkutuculuğuyla çıkıyor karşımıza. Romanın tamamen bilimsel gelişmelere odaklanacağını düşünürken, bir anda sosyolojik meselelerin içine düşüyor ve gerilmeye başlıyoruz. Gerilimin kaynağı ise tabii ki insanlar. Medya ve siyaset üzerinden yönlendirilen bir halk var gözümüzün önünde. Bir erkek olmadan hamile kalınması basın açısından sansasyonel bir durum olduğu için tüm gazetelerin peşine düştüğü çiftin hayattaki konfor alanları ise gün geçtikçe daralıyor. Bu baskıyı görmek kitabı okurken bile çok rahatsız edici. Kendisi de bir gazeteci olan Jules ise sektörün içinde olduğundan tepkilerin ve evlerinin önünde yığılı gazetecilerin merakının söneceğinden emin. Tek istediği, bebekleri doğduktan sonra kendisini “normal” şekilde doğmuş herhangi bir çocuktan farklı hissettirecek bir bilginin basında olmaması.

Jules, yerel bir gazetede çalışıyor ve romanda yeri olan başka bir meselenin, mobbing’in en vurucu örneklerine sebep olan da patronu. Matthew, yerel basındaki haberlerin de, tıpkı ulusal basındaki gibi, bu tekniğin gelecekte erkekleri ortadan kaldırmaya sebep olacağı yönünde yapılması için baskı kuruyor ve Jules ile aralarında bundan dolayı oluşan gerginlik bir noktadan sonra kişisel bir mesele hâline geliyor. Çalışanını iş yerinde değersizleştirmesinden, haklarındaki kötü haberleri ona yaptırmasından ve bu fikre karşı olan siyasi isimlerle bu konu hakkında söyleşi yapması için özellikle onu görevlendirmesinden insanın ne kadar kötüleşebileceğini görebiliyoruz. Toplumdan gelen psikolojik şiddetin üzerine bir de iş hayatından bu baskının gelmesi klinik deneme sürecini zorlaştıran en önemli faktörlerden biri. Jules’ün partneri, doğacak bebeğin taşıyıcısı Rosie ise bu süreci bir de fiziksel olarak yükleniyor. İlk defa denenen bu teknikte alışılagelmiş hamileliklerin dışında olumsuz bir belirtiyle karşılaşılmaya hazır olunduğu için bu da ayrı bir yük olarak duruyor omuzlarında. Jules’e kıyasla daha iyi hayat koşullarında yetişmiş bu kadın, hep yanlarında duran ve kararlarını destekleyen bir aileye sahip. Bu, belki de hayata Jules’den daha olumlu bakmasını sağlayan bir getiri. Jules’ün kuralcılığı ve katılığının sebebi ise bu eksiklik olabilir. Romanda bu detayla insanın hayatta sadece o olduğu için onu seven ve yanında duran birilerine ihtiyacı olduğu mesajını da iletiyor Chadwick. Esas olan bir çocuğa “sahip” olmak mı yoksa onun ailesi olmak mı?

Yazarın, romanı karşıtlıkların üzerine kurduğu da açıkça görülüyor. En başta Jules ve Rosie. Birbirinden oldukça farklı karakterlere sahip bu iki kadını tamamlayan şeyin kendilerinde olmayanı diğerinde bulmak olduğunu gösteriyor bize yazar. Zaman zaman bunu romanın konusundan beklenmeyecek bir romantizme vardırsa da tamamlanma hissini ve farklılıklarla bir arada olabilmeyi göstermekte başarılı. Öte yandan yukarıda sözünü ettiğim üzere Rosie’nin anlayışlı ailesinin karşısında Jules’ün kendi dertleri içinde boğulmuş babası tek başına duruyor. Benzer şekilde Jules’ün her şeyi zora sokan bir patronu varken, kitapçıda çalışan Rosie’nin patronu anlayışlı ve esprili. Tüm bunlarla birlikte, romanda “yumurtadan-yumurtaya-döllemenin” de insanlar tarafından iki farklı şekilde algılandığını görüyoruz: Bu bilimsel bir gelişme mi yoksa sosyal mühendislik planı mı?

Peki, toplum neden bu kadar tepkili? Jules ve Rosie’yi tanımadıkları hâlde evlerini basan, kapılarına köpek kakası bırakan, otomobillerinin lastiklerini kesen bu öfkeli gürûh gerçekten erkeklerin gelecekte yok olmasından mı korkuyor? Kadınların tamamının kendi aralarında bebek yapıp ülke nüfusunu altüst edeceklerini düşünmelerine iten bu nefretin sebebi ne? Ancak buna tepkili olanlar yalnızca erkekler değil. #OğullarımızlaGururluyuz etiketi; kadınlar dahil ünlüler, gazeteciler ve ülkedeki birçok kişinin katılımıyla birlikte sosyal medyada kısa sürede trend hâline geliyor. Verilen bu tepkilerde ve edilen tüm hakaretlerde ise eril bir dil hâkim. Yetişkin iki insan, bebeklerini ne yolla dünyaya getireceğine karar vermekte özgür ancak toplumsal baskı, hamilelik sürecini her anlamda saklanarak geçirmelerine sebep oluyor.

XX, gerilimi azalmayan, yer yer distopyaya varan bir anlatı. Angela Chadwick de romanıyla ilgili merkeze bu üreme tekniğini alarak doğabilecek etik ve politik soruları izlediğini belirtiyor Youtube videosunda. The Guardian tarafından Yılın Kitabı seçilen ve Polari En İyi İlk Kitap Ödülü’nü alan XX, biyolojik kavramları ve cinsiyet rollerini yeniden düşündüren incelikli bir roman.

Nagihan Kahraman