“bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim”
Asaf Hâlet Çelebi
2010’lar öykücülüğünde postmodern öykü anlayışına bağlı kalarak yazanların başında Bülent Ayyıldız gelir. Yazarın ilk öykü kitabı Durun Yanlış Anladınız’da (2017) farklı tema ve dil arayışlarıyla tekniğin öne çıktığı on sekiz öykü yer alır. Bu yazıda değerlendireceğim “Nokta” öyküsü, “Kebîkec” ve “Bıçak Ustası Kesiği” öyküleriyle birlikte “Yazı Üçlemesi” adı verilen bir bütünlüğü oluşturur ve başlık seçiminden de anlaşılabileceği gibi yazma eylemine odaklanır. “Nokta”, Osmanlı döneminde geçmesi yönünden tarihî kurgu, konu ve olay örgüsünün işleyişi bakımından da polisiye kurgu alanına dâhil edilebilir. Öykünün giriş paragrafından itibaren tekinsiz ve ürkütücü bir atmosfer oluşturan yazar, okurda gerilim hissi yaratmayı amaçlamıştır. Konstantiniye’nin fethinden on yıl sonra Edirne’de geçen öyküde, rüzgârlı bir günde şehre giriş yapan genç bir adam belirir. Üstadının evine giden genç, tezhip masasının üzerine kapanmış hâlde bulduğu üstadının öldüğünü anlar. Olay yerinde bırakılmış bir kâğıt parçası dikkatini çeker ve buradaki yazıları okumaya çalışır. Üçüncü paragrafta bu gencin adının Üslubî olduğunu öğreniriz. Olayın üzerinden üç yıl geçmiştir ve çırağı İshak’la konuşan Üslubî geçmişi hatırlar. Bir süredir kanlı ve korkulu rüyalar gören Üslubî, üstadının intikamını almak istemekte ama bunu nasıl yapacağını tam olarak bilememektedir. Başkalarının rüyalarının sırrını çözerek onların yolunu aydınlatır, ancak çırağının deyişiyle “kendi akıbetinin farkında değildir”.
Öykünün giriş kısmı, Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı (1998) romanını akla getirir. 1591 yılında dokuz günlük bir zaman dilimini ele alan ve karlar altındaki İstanbul’da yaşanan bir cinayete odaklanan romanda, farklı anlam katmanlarına açılan bir yapı dikkat çekse de olay örgüsü, Zarif Efendi isimli bir nakkaşın katilinin izini sürmektedir. Pamuk’un romanında minyatür sanatı ve resim, Ayyıldız’ın öyküsünde ise harfler ve yazı merkezdedir.

“Nokta” öyküsünde ismi verilmeyen üstadın ölüm nedeni belirlenememiştir. Yeniçeri ağası, son günlerinde çeşitli buhranlara kapılan üstadın canına kıydığını söylemiştir. Neyzenliği bırakıp edip olmaya karar verdiğini öğrendiğimiz üstad, yazamamanın sıkıntısını çekmiş ve “Yeni söz söyleme imkânı kalmadı” (s. 60) demiştir. Parçalı bir zaman kullanımının tercih edildiği öyküde, geçmişe giderek üstadının kendisine söylediklerini hatırlayan Üslubî, olay zamanına döndüğünde ise intikam gününün geldiğini düşünür. Üstadının arkasında bıraktığı gizem, onu yazının sırrını keşfetmeye götürmüştür. Harf ilmini öğrenmeye çalışan Üslubî, harflerden kelimeler oluşturmuş, suretler çıkarmıştır. Fisagor’un (Pisagor) ve Eflâtun’un kitaplarına başvurmuştur. En sonunda “Varlıkların ve rakamların doğası arasında güçlü bir intisap keşfe[der]” (s. 61). Kelimelerin bâtınî ve derunî manalarının keşfi, bizi Hurûfîlik kavramına götürür böylece. Öykünün dünyasına daha iyi girebilmek için bu noktada Hurûfîlikten kısaca söz etmek yararlı olacaktır.
İsmini Arapçadaki “hurûf” (Türkçede “harfler”) kelimesinden alan Hurûfîlik[1] mezhebi, kaynağı kesin olarak bilinmemekte birlikte M.Ö. IV ve III. yüzyıllarda Ortadoğu’daki Helenistik-gnostik karakterli dinlere dayanır. İslâm dünyasında, Timur döneminde bu düşünceyi sistematik hâle getiren Fazlullah-ı Hurûfî, dinî hükümleri yorumlarken Arapçadaki 28 harf ve Farsçadaki 4 harf ile sayılar arasında çeşitli ilişkiler kurar, kutsal metinlerdeki gizli ya da ikincil anlamları keşfe çalışır. Kelimelerin sayısal değerlerinin hesaplanmasında çeşitli yöntemlere başvurur. İnsan merkezli bir inanç sistemi kuran Hurûfîler, ahireti ve dinî mükellefiyetlerin çoğunu inkâr ettikleri için faaliyetlerini büyük ölçüde gizli biçimde sürdürmek zorunda kalmışlar ancak buna rağmen düşünceleri geniş bir alana ulaşmıştır. Hurûfîlik zamanla Horasan, İsfahan, Tebriz, Irak, Suriye, Mısır, Balkanlar ve Anadolu coğrafyalarına yayılmıştır. Anadolu’daki yayılımıyla ilgili kesin bilgiler yoksa da Fatih Sultan Mehmet döneminde saraya kadar ulaştığı, hatta bizzat padişahın bu mezhebe ilgi duyduğu yazılmıştır. Ancak ulemâ çevresinin bundan rahatsız olması üzerine padişah, Hurûfîlerin cezalandırılmasını istemiş, yakalanan Hurûfîler Edirne’de öldürülmüştür. Bu tarihî bilgi, Ayyıldız’ın öyküsündeki dönemle tutarlılık gösterir. “Nokta”daki olay örgüsü, Fatih döneminde Edirne’de geçer. Şehir halkının büyük bir bölümü bu mezhebi seçenlerin varlığından rahatsızlık duymaktadır. Bu verilerin ışığında Hurûfîlik hakkında bilgi sahibi olmanın öykünün anlam evrenini genişleteceğini söyleyebiliriz. Bunlar olmadan metindeki bazı göstergelerin anlaşılması zorlaşır.
Öyküde Hurûfîlikle ilgili göndermelere birkaç örnek vermek gerekirse; Üslubî yazının sırrına vâkıf olamamaktan duyduğu üzüntüyü şöyle dile getirir: “Âdemoğluna bahşedilen otuz iki harfin temsilini kendimde göremez oldum. Bu iyiye işaret değil. Mukattat harflerin ilmini ihsan edene ihanet edemem” (s.60). Bu sözler, harflerin sırrına erişemeyen karakterimizin üzüntüsünü ve memnuniyetsizliğini gösterir. Hurûfîler, evren ve varlıklara dair bilgilerin insanların yüzünden okunabildiğine inanırlar. Üslûbî, Yeniçeri İlyas Ağa’nın yüzünde harfleri görür. Yeniçerinin yüzündeki sad’ların (s harfi) kıvrımlarıyla, koca kulaklarındaki vav’lar (v harfi) hayra alamet değildir. Bunların dışında başka yerlerde de doğrudan Hurûfîliğe göndermeler yapılmıştır.
Hurûfîlikle ilgili bu bilgileri paylaştıktan sonra Üslubî’nin üstadının ölümünü düşündüğü zaman dilimine geri dönersek, olay örgüsü şu şekilde ilerler: Ustasının odasında bulduğu yazıdaki şifreleri çözdüğünü düşünen Üslubî için intikam günü gelmiştir. Ebced hesabıyla yaptığı hesaplamalara göre çıkan sayılar, o günün tarihini vermektedir ve katil, olay mahalline dönecektir. Gecenin karanlığında evinden çıkan Üslubî, ustasını ölü bulduğu eve gider. Eve girdiğinde çeşitli sesler duyar. İlk duyduğu ses, eski ustası Yesirah’a, ikincisi ise üstadına aittir. Bu sırada Yeniçeri İlyas Ağa da oraya gelmiştir. Üslubî, hem gaipten gelen seslerle hem de İlyas Ağa’yla konuşur aynı anda. Böylece öyküde gerçeküstü bir atmosfer yaratılarak gizem öğeleri artırılır. Okur olarak ne olup bittiğini merak ederiz ama henüz seslere anlam verememiş, gizemi çözememişizdir.
Konuşmalar ilerledikçe Üslubî, sonunda sırrın “nokta”yla ilgili olduğunu anlayacaktır. Üç yıl boyunca bununla uğraşmış ancak manaya erişememiştir bir türlü. Sonunda sır kendini ele verir ve “nokta”ya dayanan giz belirir: “O anda daha önce fark etmediği bir şey gördü Üslubî. Meşalenin aydınlığında sarih bir nokta belirdi. Yeniçerinin âdemelmasının tam altında iri bir ben vardı. Demek üstadı bunu fısıldayıp durmuştu” (s. 67). Üslubî manayı keşfettiğinde onun peşinde olan halk da evi ateşe verir. Tam bu sırada Üslubî, elindeki hançerle Yeniçeri’nin üzerine yürür. Böylece baştan beri izini sürdüğümüz polisiye hikâye nihayete ulaşır.

Öyküye adını veren “nokta” kavramı, İslami düşüncede önemli bir yere sahiptir. Ayyıldız da harflerin dünyası üzerinden inşa ettiği kurgusunda bu kavrama odaklanır. Burada yeri gelmişken “nokta”yı merkezine alan iki eserden söz etmek istiyorum. Böylece öykünün yorum alanını biraz daha genişletmiş olacağız. İlki Derviş Zaim’in Nokta (2008) filmi. Zaim’in hat sanatının görselliğinden yararlanarak tek planda çektiği Nokta, Türk sinemasında örneğini fazla görmediğimiz bir tekniğe sahiptir. Hattın ihcam tekniğiyle (kalemi kaldırmadan tek seferde yazma) uyumlu olan bu teknik, filmin içeriğiyle de bütünlük oluşturur. Filmde biri günümüzü, diğeri 13. yüzyılda Moğolların Anadolu’yu istila ettiği günleri yansıtan iki ayrı zaman düzlemi vardır. Olay örgüsü, bu farklı zaman dilimlerindeki çeşitli sahnelerden oluşur. Mekân ise kâğıdı sembolize eden bir zemin olarak tasarlanmış Tuz Gölü’dür. Filmin açılış sahnesinde Tuz Gölü’nün bembeyaz zemininde yazı yazmaya çalışan hattatlar görülür. Dönemin ünlü hattatlarından Malik Hoca, “afallahû anh”[2] (Allah onu affetsin!) yazacaktır; ancak ن “nun” (n harfi) harfinin noktasını koyamadan mürekkep biter. Hoca, çırağını mürekkep almaya gönderecektir ama çırağı şehir istilâ edilecekken üstadının neden hâlâ yazıyı bitirmekte ısrar ettiğini sorar. Hoca’nın yanıtı şöyle olur: “Yazı bırakılmaz, inanmayan adam yazamaz”. Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi hat yazısı kutsaldır ve ne olursa olsun tamamlanmalıdır. Filmin günümüz dünyasında geçen kısmında ise Ahmet karakteri aynı yazıyı yazmakta ama her seferinde nokta koymayı unutmaktadır. Ahmet’in noktayı yazamadığını gören Hamdullah Hoca karakteri; “Oğlum nokta unutulmaz, nokta yazının temelidir. Noktayı öğrenmek hattı öğrenmektir” der.[3] Yazının yanında inanç, iyilik-kötülük, suç, vicdan ve masumiyet temalarının irdelendiği filmde inancın yazıyla ilişkisi üzerinde durulur. Ayyıldız da “Nokta” öyküsünde yazı ve inanç arasında paralellik kurar. Üstadı, Üslubî’ye “Harften önce nokta vardır. Kibrin noktayı görmedi engelledi” (s. 63) demiştir. Kibre bulanan, kötülük yapan, imanı eksik olan kişi yazamaz. Nokta kavramının başka bir göndereni ise insandır. Kâinat “kün” emriyle yaratılmıştır ve noktasıyla birlikte “nun” harfi, insanı sembolize eder.
Nokta kavramının öne çıktığı diğer eser, İhsan Oktay Anar’ın tarihî kurgusu Kitab-ül Hiyel’dir (1996). Postmodern roman olarak nitelenebilecek eserde III. Selim döneminden başlayıp II. Meşrutiyet yıllarına uzanan bir dönemde Osmanlıda yaşayan üç mucidin hikâyeleri anlatılır. Üç bölümden oluşan romanın son mucidi Üzeyir Efendi’dir. Her üç bölümde de karşımıza çıkan İhsan Efendi karakteri Üzeyir Efendi’ye (sonradan Üzeyir Bey olacaktır) içinde yalnızca tek bir nokta olan bir kitap verir. Kitabın içinde ilmin bilgisi vardır ve bu bilgi, yalnızca noktadan ibarettir. Burada Hz. Ali’nin “İlim bir noktaydı. Cahiller onu çoğalttı” sözüne gönderme yapılmıştır. Bu söze Ayyıldız’ın öyküsünde de rastlıyoruz. Çünkü ilmin, inancın, kâinatın, insanın yani kısacası her şeyin kaynağı noktadır. Gaipten gelen sesler de “Vahdet ve nokta… Aynı şeydir” (s. 65) diye fısıldamıştır Üslubî’ye.
Kitab-ül Hiyel’deki mucitlerle çırakları arasındaki ilişkiler de “Nokta” öyküsündeki ilişkilerle benzerlik gösterir. Kitab-ül Hiyel’in ikinci bölümünün mucidi Calûd, çok hırslı bir karakterdir ve bu sebeple hiçbir icat girişimini sona erdiremez. Hep daha fazlasını ister. İktidar tutkusu yolunda her şeyi göze alması efendisinin ölümüne sebep olmuştur. “Nokta” öyküsündeki Üslubî karakterinin de hırslı, kibirli ama kendisini tanıyamayan biri olduğunu anlıyoruz. Bunun dışında hakkında fazla bir şey öğrenemiyoruz. Müritleri olduğuna göre bir tarikat şeyhi olabilir. İlyas Ağa, onun bir zamanlar Yesirah adlı bir Kabal Yahudisi’nin tedrisinden geçtiğini bildiğini söyler ve ona Alef diye seslenir. Alef, İbrani alfabesinin ilk harfidir ve Üslubî’nin geçmişine dair bilgi verir. Yeniçeri’nin Üslubî’nin eski dinine vurgusu yapması onu inancı nedeniyle dışladığını, hatta küçümsediğini gösterir. Ayrıca onun kendini mehdi sandığını ve halkı kandırdığını söylemiştir.
Öykünün atmosferine değinecek olursak; ölülerle konuşma, gaipten gelen sesler, rüyalar ve mucizelerle birlikte metafizik alana çekilen bir gerçeklik dünyası karşımıza çıkar. Ayyıldız, bu dünyayı inandırıcı kılmak adına tekinsiz bir atmosfer yaratmış, tedirgin edici motiflere yer vermiştir. Örneğin Üslubî, karanlıkta sokağa çıktığında he’lerin (he harfi) gözlerinin onu takip ettiğini düşünür. Uğursuzluk belirtisi olarak puhu kuşları öter. Gecenin içinde uluma sesleri, uğultular duyulur. Karanlık, karanlıkta birden beliren gölgeler ve karaltılar da dekorun önemli bir parçasıdır. Rüya sahneleri ve dini motifler de sıkça kullanılmıştır. Üslubî, Mushaf’ı eline alıp rastgele bir sayfa açar ve ayet okur. Okuduğu ayetin kendisine bir sırrı müjdelediğini düşünür.
Ayyıldız’ın dil tercihine gelirsek, Durun Yanlış Anladınız’da yer alan “Afyonu Patlamamış Kabakçı Selim”, “Kâb-ı Kavseyn”, “Zaman Seyyahı” ve “Şaman” gibi tarihî kurgularda öykünün geçtiği zaman dilimine göre bir dil kullanan yazar; “Nokta” öyküsünde Osmanlıca kelimelere sıkça yer vermiş. Bir söyleşisinde[4] “kendi postmodernizmimiz”i yaratmanın peşinde olduğunu söyleyen Ayyıldız, bize ait hikâyeleri özgün bir dil tasarımı ve postmodern anlatım teknikleriyle harmanlamış. Böylece güncel öykücülüğümüzde örneklerini fazla görmediğimiz postmodern tarihî kurgular yaratmış. Kitabın tamamı bu tarz öykülerden oluşmuyor; günümüz dünyasında geçen ve farklı konuları işleyen öyküler de yazmış Ayyıldız. Dil tercihinde de farklı eğilimler söz konusu. Bir öyküde aforizmalar öne çıkarken, bir diğerinde eski kelimelerle örülmüş bir dünya var. Ayrıca tüm öykülere baktığımızda Ayyıldız’ın oyun kuran metinler yazmayı sevdiğini söyleyebiliriz. Birçok öyküsünde okuru da kurmacaya dâhil ediyor. Oyuna hazırsanız “Durun Yanlış Anladınız” diye okuruna seslenen bu kitap sizi bekliyor.
Sibel Yılmaz
[1] Hurûfîlikle ilgili bilgiler TDV İslâm Ansiklopedisi’nden alınmıştır. Bak: https://islamansiklopedisi.org.tr/hurufilik
[2] Eskiden kadılar imzalarının yanında bu sözü yazarlarmış.
[3] Nokta filmiyle ilgili alıntılarda şu yazıdan yararlanılmıştır: Arif Can Güngör (2010), “Derviş Zaim Sineması’nda Geleneksel Türk Sanatlarının Kullanılması: Filler ve Çimen-Ebru, Cenneti Beklerken-Minyatür, Nokta-Hat, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, C.1, S.38, s.41-64. Bak: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/212127