Arzu Eylem’in, Sinop Kadın Platformu’nun düzenlediği “Toplumsal Cinsiyet ve Kadına Yönelik Şiddet” seminerinde yaptığı konuşmanın metnidir.

Bu büyük başlığın altını doldururken, alanım olan edebiyattan güç almak istiyorum izninizle. Şöyle de başlayabilirim yazıya: “Tarihte üretilmiş sayısız görüşten biridir toplumsal cinsiyet. Biyoloji yardımıyla bedenlere manevi anlam yükleyerek yapılan kültürel bir tanımdır. Kadınlığa ve erkekliğe ilişkin rollerle özdeşleşir. Üstelik bu roller eşit dağıtılmaz, kadının aleyhine işler, aile ve ataerkil geleneklerden güç alınır.” Devam da edebilirim ama istemiyorum. Çünkü böyle yazılmış onlarca makale, kitap var. Bense konuşma girişimimi, dünya tiyatrosunda yüzyıllardır oynanan bir kurmaca metin saydığım toplumsal cinsiyeti, kimin nasıl yazmış olabileceği düşüncesiyle kurgulamak istiyorum. Derdim bu çirkin düşüncenin portresini çizmek. Yaşamın her alanına sızmış yapışmış bir anlayışın, toplumsal cinsiyetçiliğin, ne denli basit, kötücül bir düşünceden çıktığını, mutsuzluğa hizmet ettiğini göstermek.
Toplumsal Cinsiyet kötü kalpli çirkin bir kalemden çıkmış. Tarihin bir yerinde insanlar anaerkil kültürden ataerkile geçmiş, sonra da işte her nasıl olduysa, erkekliğin kitabını yazmaya karar vermişler. Kurmaca metin dediğimiz, birinin hayal gücüne dayanır. Kurgusu sağlam olursa, metin iç tutarlılığını sağlarsa buna sağlam kurmaca denir. Yani inandırıcı, gerçekçi, doğal olur. Elbette bunda metni yazanın dili ve üslubu da önemli. Toplumsal Cinsiyet adındaki bu kurmaca kitap ikna kabiliyeti güçlü bir metin. Bu sebeple kültürel yaşama sızabilmiş, yüzyıllar boyu insanlık ona göre yaşamış. Kitabın kurgusunu güçlendiren en önemli şeylerden biri “dil”. Dil, sandığımız kadar masum bir şey değil. İnsanın düşünme biçimini etkileyen en önemli araç. Dil insanın evi, yuvası. Toplumsal cinsiyet söyleminin en bilinen sözlerinden biriyle ifade edersek, “yuvayı dişi kuş yapmamış”. Ataerkil kuşun işi bu. Üstelik dişi kuşun da kendisi gibi ötmesini istemiş.
Erkekliğin kitabında biyolojik cinsiyeti kadın olana bazı roller verilmiş. Kadın anadır, kutsaldır, çiçektir… sözleri bu kitaptan alıntıdır örneğin. Her bir sözcüğün altında mutlak surette küçümseme yatar. Kadına övgü ya da ayrıcalık tanıyormuş izlenimi veren her sözcük/cümle aslında kadını kendinde varlık olmasından uzaklaştıran, biricikliğine ve bireyliğine küstüren, kurgulanmış kadın kimliğine uyumunu isteyen bir anlayışı getirir. Hatta bu kimliğin dışına çıktığında kadın, kendini suçlasın, utansın ve cezalandırılsın istenir.
Görüldüğü gibi dil Toplumsal Cinsiyet kitabının en güçlü kalesi. Ama dili işler kılmanın yolu anlatacak mitler bulmakla, masallar uydurmakla mümkün. Yani kurguyu beslemek lazım. Sonra bu hikâyeleri gerçeğin hizmetine sunmak… Kitabın kötü kalpli, bencil, cinsiyetçi yazarının dili işler kılacak başka dayanaklara da ihtiyacı var. Öyle değil mi ya, biz birinin yazdığı saçmalıklara, tüm insanlığı belirleyecek bir anlatıya neden şıp diye inanalım. Gerçi zaman zaman inanmayanlar oldu. Bu iyi ki var kâfirler olmasa, asla kitaba kuşkuyla bakılmazdı. Ama her itiraz kitabın yazarına yeni önlemler alması için, söylemini geliştirmesi için, yazdıklarını çağa uydurması için fırsat yarattı. Kitabına sıkı sıkıya sarılmış bu ölmeyen yazar ekonomiye, kültüre, olana bitene bakıp metnini yenileyip durdu.
En güçlü dayanaklarından biri eski Yunan’dı örneğin. Platon’dan Aristo’dan feyiz aldı. Yunan mitolojisi hizmetine verildi. Zamanla tek Tanrılı dinlere geçildi, bu defa kutsal kitaplardan aldı gücünü. Bu güzel bir buluştu, çünkü dinsel inanç kanıt istemeyen, kabule dayanan bir şeydi. Kitabın yazarı hiç etkisi azalmayacak bir fanatizm yardımıyla kurgusunu epey geliştirdi.
İsterseniz en tanıdık hikâyeye değinelim. Kovulmadan önceki cennetin anlatısına. Yaratılış efsanesine. Kitaba göre, Tanrının üzerinde saatlerce çalışıp özene bezene yarattığı Âdem, bir süre sonra çok sıkılır. Tanrı ona kıyamaz, bizzat Âdem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Havva üç başı mağrur, kafasına vur ekmeğini elinden al, ağzı var dili yok, güzel ve müthiş bir hizmetkârdır. Yani en azından önce Tanrı, sonra Toplumsal Cinsiyet kitabının yazarı böyle kurgulamıştır. Varlığı Âdem’in varlığına armağan olsun!
Havva’nın derdi tasası herifine çocuklar doğurmak, onun arzularını tatmin etmek, çamaşırını bulaşığını yıkamak, etrafta kimse yokmuş ama olsa da hiçbir erkeğe dönüp bakmamak, temiz titiz olmak, gerekirse her şeyi aynı anda düşünüp tertip etmek, çok düşünse de çok konuşmamak, çok konuşursa dırdırcı deli kadın sayılacağını bilmekti. Olur da farklı davranırsa, bu Havva’nın içinden geldiği için değildi. Bu işe bir fesat karışmış demekti. Fesadın adı Şeytandı. Şeytana uymuş kadından da hayır gelmezdi. İşin acıklı tarafı kadın da buna inandı ve Şeytandan uzak durmaya çalıştı. Kavga gürültü istemeyen, yaratılışına isyan etmeyen kadın, Âdem’in dünyasını donattı, üretti. Böylece kurmacanın bir parçası kılındı kadın. Kendisini aynı Tanrının yarattığını unuttu. Her neyse… Fikirlere dalıp olay akışından kopmayalım.
Havva sustu, Âdem coştu, Havva sustu, Âdem şımardı, Havva uslu durmaya devam etti, Âdem sıkıldı. Tanrı Âdemin hamuruna sıkıntı katmış olmalıydı. Tanrı bu defa oğluna, “Erkekler ağlamaz, sil gözyaşını” dedi ve ona Havva’dan çok farklı, kıpır kıpır bir Lilith yolladı. Lilith, Âdem’in aklını başından aldı. O susmadı örneğin, alttan almadı, sürekli çatıştı onunla. Hatta bir söylentiye göre Lilith Şeytanın anasıydı. Âdem sevişmek istedi, Lilith dedi ki, “Sıkılmadın mı misyoner pozisyonundan, ben üstte olacağım.” Âdem eğlence uğruna Lilith’e boyun eğdi. Hem zaten Lilith “evlenilecek değil eğlenilecek kadındı”. Başka bir rivayete göre cennetten kovulmalarının nedeni olan o yılan da Lilith’ti. Yılan kılığında sokulmuştu Âdem’e. Yoksa Havva ile Âdem, öyle saf saf dolaşırlarken cennette, aç değil açıkta da değillerken üstelik, Allah’ın ağacında duran elmaya niye göz koysunlar? Öyle değil mi? Hem cennetten kovulmanın çok önemli ve altı çizilesi bir yanı var. Tanrı oyunu Havva’dan yana kullanmıştı ki, Âdem Lilith’i bırakıp Havva’ya döndü. O sırada Havva’nın karnı burnundaydı, yanında da çok sayıda çocuk vardı. Kadın dediğin Havva gibi olmalıydı. Ama Havva Lilith’i de hafife almamalıydı. Ne de olsa Lilith yeni kurulmuş cennet dışı cumhuriyette de rahat durmuyordu. Arzu dediğin erkeğin işiydi. Erkek arzular, ister, canı çekerdi. Ne öyle pozisyon seçmeler, orgazm istemeler falan. Yakışır mı hiç kadına? Lilith de kadın mıydı Allah’ın aşkına?
Ya işte bu kitap böyle böyle yazılmaya devam etti. Ama işte bazı kuşkucular çıktı, hikayedeki Tanrıyı suçladı. Çünkü “yasak” diyerek elmayı o işaretlemişti. Elmaya dikkat çekmişti. Suça teşvik etmişti. Sonra da bu işte hiç parmağı yokmuş gibi yaparak yılanı, kadını hedef göstermişti. Hatta Havva’nın sükunetini bozdu, Lilith’i övgüye boğdu kuşkucular. Oysa Toplumsal Cinsiyet kitabının yazarı yeni bir bölüm başlığı atmaktaydı o sırada. “Erkek doğası gereği çokeşlidir” diye başlamıştı bölüme. “Bakın Âdem hem Havva’yla hem de Lilith’le olabilmektedir.” Üstelik suskun Havva Âdem’le zaman geçirince, her dediğini yapınca, Âdem’e bazen bacı, bazen ana, bazen kızı gibi görünmekteydi. Öyle zamanlarda Âdem Havva’yı arzulamadı. Şöyle bitirdi yazar cümlesini: “Her kadın toplum karşısında Havva, kocası karşısında Lilith olmalıdır.” İkisi birden olamaz, Havva kalırsa, başına geleni çeker. Çalışsın çalışmasın, kocasının karısı olur. Adam da ne yapar Lilith aramaya çıkar, gidip ateşini başka sularda söndürür. Çünkü erkek böyledir.
Kitapta yazmaz ama bilinen gerçekse şöyledir. Havva hiçbir zaman mutlu olmadı. Lilith de olmadı. Âdem kendini mutlu sanıyordu. Çünkü bu narsisizm onu öldürecekti. Her şeyinizi de verseniz doymuyordu ruhu, aklı, arzuları. Tarih kitaplarından bilirsiniz, bu doymayan arzu zamanla savaşlara, şiddete, yıkıma yol açtı. Dinden güçle yazılan Toplumsal Cinsiyet kitabının bu ilk versiyonu çağlar boyunca yine de etkisini korudu.
Zaman geçti, din sorgulanmaya başlandı. Nur topu gibi bir sanayi devrimi doğacaktı Rönesans’ın pırıl pırıl göğünden. Kiliseleri kimse iplemiyordu. Dolayısıyla mevcut kitabın da sonu gelecekti çok şükür. Uygarlık sözcüğü, yanında eşitlik, adalet, özgürlük, hak hukuk gibi sözlerle geldi. Yüzyıllardır kadınların etrafını sarmış mitler de sorgulanacak, gerçeklik bir biçimiyle değişime uğrayacaktı.
Elbette kadın sordu kendine, “Ben kimim?” diye. Bu anlatılanlar kimin uydurması? Gerçekten kadın böyle istediği için mi bu yazar bunları yazdı, gerçekçilik akımının temsilcisi mi cidden, yoksa tüm bunlar bir fanteziden mi ibaret? Kadın nedir? Kimdir? İçimdeki onca ses, onca istek, beni çekiştirip duran duygular? Hangisi bana ait? Benim biricikliğim nerede? Neden aynıyım ben, neden kadınım, adım yok mu benim? Aynaya baksam görebilir miyim beni herkesten ayıran o biricik küçücük işareti? Beni ben yapanı. Arzumu tanıyabilir miyim?
Aydınlanma denilen çağ kadına böyle böyle biraz ışık vurdu. Kadın seçme seçilme hakkı aldı, çalışma hayatına geçti, eğitim aldı. Sanki kaburga kemiği yalan olmuş, kadın kendini toplumun bel kemiği saymıştı. Yazılmış Toplumsal Cinsiyet kitabını kimse okumuyordu ama ondan kalan kültürel etkilerden kurtulmak kolay olmuyordu. Erkekler kendini hâlâ imtiyazlı, üstün cins diye görüyordu. Evlilik kurumu, işbölümü, namus söylemleri, arzu nesnesi olma yazgısı kadının alnından kolay kolay silinmeyecekti. Bağlamından kopsa da, alışkanlıktan kopulmamıştı. Bu kitaptan kurtulmak hiç kolay olmayacaktı. Bilinci en derinliklerine sızan o karanlık kötücüllük bırakmıyordu kadının yakasını. Zaten ismi her yere büyük harfle yazılan erkek neden vazgeçsin ki gücünden. Her şey lehineydi. Ama meşrulaştırmak gerekiyordu. Dini söylemle meşruiyet sağlanamazdı. Yaratılış efsanesi gerekçe olamazdı. Zorlasan masal olurdu, kırpıp kırpıp cinsiyetçi bir sürü masal yazılırdı. Ama artık bilim vardı. Darwin diye bir adam çıkmıştı, insan kökeninin hayvanlara dayandığını saptamıştı, Âdem ile Havva yalan olmuştu. “Elmayı bırak bilime bak” tutumu işleri zorlaştırıyordu. Çünkü insandan başka her türde dişilik erkeklik yaşanıyordu, üstünlük erkekte falan değildi, üstelik hayvanlar incelendiğinde güç dayanışmadan doğuyordu, bir yavrunun zekâsı ve hayata tutunuşu ona annesinden geçiyordu, erkek türü çoğunlukla sadece dölleyendi, türün devamı dişide gizliydi. Eyvah! Yani bu kitaba hayvanlar âleminden dayanak çıkmazdı. Bilim nihayetinde nesneldi. Kanıt isterdi. Nesnelliğin karşısında durur, kanıtları örtbas edersen, sorarlardı sana, iyi de belgele söylediğini, deneyle sabitle, diye. Bilimin işi dininkinden zordu. O sırada ortalarda sınıfçı, ayrımcı, cinsiyetçi, hırslı, rekabetçi, dolandırıcı biri dolaşıyordu. Etrafta ruh gibi dolanmakta olan bu ölü adamın adı ideolojiydi. Bu vatandaş, önceki kitaptan edindiği bilgiyle bilimin koluna girdi. Erkekler bilimden güç alıp yeni bir kitap yazamazsa, iktidarı elden gidecekti. Başladı bilimsel araştırmalar, tarihsel analizler… Sonunda “genelleme” diye bir şey keşfettiler. Gördükleri tekil olayları türe, sonra türlere, sonra cinsiyete doğru genellediler. Bilimi dinleştirdiler. İçine az yalan, çok güç kattılar. Kitabı yeniden yazdılar. Âdem maymuna döndü. Havva da.
Onca mücadele, onca isyan, insana yapılan vurgu, cinsiyetin biyoloji dışında tanımlanması, yönelimler, hisler… 21. yüzyıl geldi. Feminizm bile yaşlandı. Teknoloji aldı başını gitti. Yapay insan, yapay zekâ gündemde. Ay’a gidildi, Mars’a göz konuldu. Ama insanlık bu rezil sağlam kurmacadan bir türlü kurtulamadı. Kadın mutsuz. Erkek mutsuz. Kadın ölüyor, erkek öldürüyor.
Bir yalan yüzyıllardır hüküm sürüyor, her kötü el ona bir sözcük daha ekliyor. Bu kitabın yalan söylediğini herkes biliyor.
Öyleyse biz de yüksek sesle söyleyebiliriz: Bu kitapta yazılanların hepsi kurmaca. İnsanın ve insan olmanın hikâyesi bu değil!
Arzu Eylem